. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Değerlendirmeler
Sabırsızlıktan yumurta bile kıramazdı,

 

Sabırsızlıktan yumurta bile kıramazdı, çok sabır isteyen romancılığı seçti

Elif Şafak’ın beşinci romanı, İngilizce kaleme aldığı The Saint of Incipient Insanities, eylül ayında ABD’nin önde gelen yayınevlerinden Farrar Straus & Giroux tarafından yayımlanacak. Kitap Türkçe’ye Aslı Biçen tarafından çevrilerek Metis Yayınları’ndan Araf adıyla çıktı.

Şafak’ın Bitpalas adlı romanı da aynı zamanda İngilizce’ye çevrildi. 33 yaşına ‘şimdilik’ bu kadar şey sığdıran Şafak, kadınların ancak yaşlandığı ve cinselliğinden uzaklaştığı oranda saygı gördüğü Türkiye’de, ‘yazar’ imajına pek uygun düşmüyor ve azıcık kafaları karıştırıyor. Çünkü hem genç, hem güzel, hem de iyi edebiyatçı! İç ve dış yolculuklarla dolu hayatı, sekiz farklı kişiliği, gerçekle fantastik arasında kurduğu becerikli köprüler, iniş-çıkışları ve meraklarıyla romanlarından çok da farklı olmayan bir hayata sahip üstelik. Sık sık tanımlandığı gibi ne ‘kadın’, ne ‘genç’, ne postmodern yazar sadece; ne de tarihi romancı, hatta modern Şehrazat. Onun için yazı, bu sayfada anlatıldığı gibi; ötesi, berisi, kalıbı, imajı, sınırı yok. Sadece her şeyden önce geliyor, o kadar...

Elif Şafak, Ege Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Nuri Bilgin ile emekli diplomat Şafak Akayman’ın tek kızı olarak 25 Ekim 1971 günü doğar. Doğumunun Strasbourg’da gerçekleşmesinin nedeni, babasının o sıralar orada felsefe doktorası yapmasıdır. Ama hayatı, hiçbir zaman bir yere ait olmadan, biraz ‘emanet’, daha çok ‘şimdilik’ duygusuyla, ‘hep başka yerler’de geçecektir. Bir Madrid, bir Amman, bir Köln’de açacaktır gözünü; Ankara bir ara memleketi olacak, bir yandan İstanbul’a hasret duyarak Avrupa’yı baştan sona dolaşacaktır. Bununsa tek nedeni yoktur; başlangıçta annesinin idari ataşe olmasından, sonra da artık böyle yaşamayı sevmesinden...

Doğumundan kısa bir süre sonra anne ve babası ayrılınca, yalnız çocukluğu başlar. Sekiz yaşında bir doğumgünü kartı, 18 yaşına bastığında bir yemek, 20’li yaşlarında iki telefon konuşması dışında, babasıyla hiç ilişkisi olmadan büyür.

Üvey iki kardeşinden biriyle yıllar sonra üniversitede öğretim görevlisiyken tesadüfen tanışır; diğeri bir imza gününe gelir. O bir kız çocuğu, babalar da kız çocukları için önemliyken neden böyle olduğunun cevabını bulması epey zamanını alır: Karşısındaki kötü bir adam olsa, belki daha kolay bulacaktır ama değildir. Sonunda ‘o insanın’ resmindeki bütünü bozan güve yeniği olduğuna karar verir.

Küçükken babasına karşı hissettiği tek şey hissizliktir; ne acı, ne kırgınlık, bir uyuşma hali. Öfke, 20’li yaşlarında gelir, bunu daha sahici bulur ve sever. Sonra o da yerini bir çeşit yas tutmaya bırakır. Başarı kazandıkça babasından görüşme talepleri gelir ama insan ilişkilerinde geç kalmak diye bir şey vardır elbette. Yıllarca davet edilmediği İzmir’deki eve, ‘geçerken’ uğramak istemez. Hiçbir zaman babasının soyadını kullanmaz, yerine annesinin adı Şafak’ı seçer.

HAYATI SIKICI, GÜNLÜ?Ü RENKLİ

Boşanmanın ardından annesiyle döndüğü Ankara’da, klasik bir aile ortamına sahip olmadığından, hayatın sıradan bilgilerini öğrenmek için gözlem yapmak zorunda hisseder kendini. ‘Şimdilik buradayım’ duygusu o zamanlardan yer eder içine. Babaannesinin İzmir’deki evinde, Tanrı’nın hiç kapanmayan gözüyle, her yerde, her an onu takip ettiği öğretilir; orada banyoya bile giremezken, Ankara’da anneannesinin evinde korkudan ziyade aşka dayalı bir İslam anlayışıyla tanışır. Bütün bunlar gelecekte, akademik kariyerinde, formasyonunda, hayata bakışında, romanlarında peşini hiç bırakmayacağı izler olacaktır.

On yaşına vardığında, şartları elverse, tamamen hayatını asıl aşkı müziğe adayacak olan annesi Dışişleri’ne girer ve anne kız, birlikte Madrid’e ‘kaçar.’ Ama orada da yalnızlık vardır. Diplomat çocuklarının gittiği kalburüstü İngiliz okulundaki tek Türk’tür ve ‘milletler hiyerarşisi’nden o yaşta haberi olur. Çünkü adeta yürüyen bir ulusal kimliktir: Eurovision’a Çetin Alp Opera parçasıyla katıldığında, günlerce arkasından ‘Opera, Opera...’ diye dalga geçilir. Papa, Mehmet Ali Ağca tarafından vurulduğunda, bir hafta okula gidemez. Fırlama bir çocuk olsa gülüp geçecektir ama değildir ki. O ve Hintli arkadaşı Kiran, hiyerarşinin en sonundaki iki kişidir, üstelik Kiran ondan beter durumdadır. Romanlarında kendisinden çok yer alacak ‘öteki’ kavramını da o zaman kafasında evirip çevirmeye başlar.

Tek sığınağı, ne bulursa okumak ve özellikle yazmak olur. Annesinin okuma yazmayı öğrenir öğrenmez hediye ettiği günlüğü öyle o gün yapılanların anlatıldığı ‘sevgili günlük’lerden değildir; fantastik karakter ve olaylarla doludur. Yani hayatı ne kadar sıkıcıysa, günlüğündeki hikayeler o kadar renkli! Yazıyla çok erken başlayan ilişkisi belki de hayatındaki tek kesintisiz şey olur; o ülkeden bu ülkeye, bir ‘şimdilik’ durumundan, başka birine geçerken onunla giden tek şeydir yazı. Günlükler öykülere, öyküler şiirlere, şiirler yeni öyküye ve romana dönüşür... Şimdilik haline gelince, o hálá sürer.

Annesi Amman’a atanınca liseyi Ankara’da bitirir. Bir yandan annesinin görev yaptığı ülkelere gidip gelirken, tek tercihi olan ODTÜ Uluslararası İlişkiler’e girer. Kadın Çalışmaları alanında master yaparken, ‘Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Döngüsel Evren ve Kadınsılık Anlayışı’ üzerine yazar tezini. Pek saymadığı, Kem Gözlere Anadolu adlı öykü kitabından sonra ilk romanı Pinhan’ı yazdığında 25 yaşındadır. Bu arada Siyaset Bilimi doktorası yapar, İstanbul’a taşınır ve Şehrin Aynaları’nı yazar. Kendine ait hissettiği bir yer olmuştur sonunda; Kazancı Yokuşu’nda, gecenin üçünde söylenerek yürüyen travesti, hayatında işittiği en güzel, en yaratıcı küfürleri savurmaktadır. Kadınların bu kadar güzel küfür ettiği bu şehirde yaşamalıdır. Ama Bitpalas adlı romanındaki cümle gibi, İstanbul’a ya bir şeylerden kaçılarak gelinir ya da gün gelir ondan kaçılır! Amerika’ya gidişi böyle olur.

İki mevsimi vardır; yazma mevsimi ve yazmadan çıkış mevsimi. Ayrıca romanlarını önceden kurgulayarak, karakterlerin analizini önceden yapıp olaylara yön vererek yazanlardan değildir. Tersine, nereye gideceğini bilmeden yazar hep. Başlangıçta öne çıkarmak istediği karakterler ilk 50 sayfada yok olur, yenileri ortaya çıkar. Yazdıklarını soğukkanlılıkla biçimlendirmez yani; tersine onların etkisine kapılarak yazar. Deyim yerindeyse, yazarken ‘yazılır.’ Bir bursla gittiği Boston’da da gelir yazma mevsimi. Pek eleştirildiği ‘İngilizce yazma’ da orada ortaya çıkar: Kendini yazmanın etkisine, o ritme kaptırır ve bir yere geldiğinde ana karakterlerin İngilizce konuştuğunu farkeder. ‘Ya bir dakika, ben romanı İngilizce yazıyorum’ dediğinde artık çok geçtir.

SEKİZ KİŞİLİ?İ VAR

Çocukluğundan bu yana vardır, görme ve görülme takıntısı. Masala, söylenceye, nazar gibi, cinler gibi mistik açıklamalara merakı, gerçekle fantastik arasında gidip gelmeleri de çocukluğundan kalmadır. Tarihle bugün arasında köprüler oluşturmak en sevdiği şeylerdendir. ‘Öteki’nin izini zaten hep sürmüştür. Tasavvuf, içine girdikçe ne kadar az şey bildiğini görüp daha da merakını uyandırmıştır hep. Bunların hepsi, ama ‘Nazar Sözlüğü’ olarak, ama İstanbul’un çöp yazıları olarak, hem erkek hem kadın bir derviş ya da çok şişman bir kadın olarak romanlarında önemli yer tutacaktır.

Ötekini yazar, çünkü edebiyatın biraz da ‘başkası olabilme’ yeteneği olduğunu düşünür; bir başkasını anlatırken aslında kendini anlatmak, kendini anlatırken bir başkasına varmak. İnsanlar, gruplar arasına çizilmiş hudutları, hudutlar ülkesi Türkiye’yi aşmaya çalışmak. Yer yer konuşmalarında ‘deliliğe’ övgüler düzer, çünkü onu çeken şey, cesur bir insanın cesareti değil, hep cesur olagelmiş birinin korkudan dizinin bağının çözüldüğü an, o sapmadır. İnsanın hayatla bağını tamamen pürüzsüz bir şekilde kurması, o son mutluluk nedir bilmez. Bilse de sıkılırmış gibi gelir. Kosmostan çok kaosa yakındır o. Tıpkı fırtınalı denizin ortasında, gemideki herkes kaçışırken sakin oturan ve ‘ne yapıyorsun, dünyanın altı üstüne geliyor’ diyenlere şöyle cevap veren Bektaşi gibi: ‘Bir bakalım belki altı üstünden yeğdir!’ Son kitabını New York’ta yayıncıya götürürken, metrodaki feci kokan meczuptan herkes kaçışmış, bir tek o oturmaya devam etmiştir karşısında. Kahramanlıktan değil, arada çok ince bir sınır olduğunu gördüğü için.

Bu arada varsın, diline ‘bu genç yaşına rağmen ağır, hatta eski’ desinler: O kelimelerin de tıpkı insanlar gibi bir ömürleri olduğuna inanır ve kelimelerin ecelleriyle ölmeleri gerektiğini savunur. Yani ‘ihtimal’ kelimesi miadını doldurmamışsa yaşamalı, kafasına vura vura ortadan kaldırılmamalıdır. Nasıl İngilizce’de 300 yıl önceki kelime de İrlanda kökenli kelime de yaşıyorsa, gerçek yerine hakikat dendiğinde kıyamet kopmuyorsa, Türkçe için de böyle olmalıdır. Üstelik, eski olmadığı gibi, ağır da değildir dili.

Bir kitabı Mesnevi’den şu alıntıyla başlar: ‘Yabancı bir yere gider gitmez kendimize bir sürü buluyoruz. Çünkü hepimiz topal kuşlarız.’ İnsanın kendi memleketinde bile nasıl yabancı olabileceğini çok iyi bilir. Son kitabı Araf, biraz da bu yabancılık duygusunun üzerine gitmek için İngilizce yazılmıştır. Üstelik, Türkçe yazarken uygulamak zorunda kaldığı otosansür de kalktığı için, mizah duygusu daha fazla bir kitap olmuştur.

Sabırsızlıktan yumurta bile kıramazken, çok sabır isteyen bir dal olan romanı seçmesi de hayatının çelişkisidir herhalde. Sabırsız ve ‘kalabalık’tır; içinde tam sekiz kişi barındırdığını söyler. İlk ortaya çıkan, yani en çocuk olan, en yaşlılarıdır. Kimi zaman üç beşi içerde, üç beşi kapının dışında kalır. Hepsinin farklı kişilikleri, yönleri, hatta cinsiyetleri vardır, hiçbiri aynı zamanda aynı şeyleri söylemez, dolayısıyla durum genellikle karışık ve yorucudur. Sekizinin bir araya gelebildiği tek yer ‘yazı’dır. Böyle olduğunda romandaki kadın mı, erkek mi, bir önemi kalmaz. Tabii bunun tıpta bir hastalık olarak adı vardır; çoğul kişilik. Ama o bunu bir hastalık olarak yaşamaz. ‘Hepimizin farklı yönleri, kişilikleri var, ama birini baskın kılıp diğerlerini bastırıyoruz. O bana daha hastalıklı geliyor’ der.  

 

Emel Armutçu, Hürriyet Gazetesi, 30 Mayıs 2004

 

İzlenme : 35123
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us