Çok Cinsiyetli, Çok Kimlikli, Çok Sesli Olabilirdik, Çoktan Aza İndirildik
Elif Şafak: “Kadınlık da, erkeklik de “doğal” değil, alabildiğine “kültürel kodlamalar”. Zor olan bu basit ayırımı gösterebilmek insanlara. Ben doğrusu doğuştan çok yönlü sevme ve sevilme yeteneğiyle dünyaya gelip zaman içinde törpülene törpülene, öğretilere maruz kala kala bu yeteneğimizi kaybettiğimize inanıyorum. Çok cinsiyetli, çok kimlikli, çok sesli olabilirdik, çoktan aza indirildik.”
KAOS GL
Elif Şafak’la Söyleşi
KAOS GL: Türkiye’de yayınlanan dört romanınızla tanınan bir yazar olmanızın yanında sizi gazetelerdeki ve dergilerdeki yazılarınızdan da takip edebiliyoruz. Yazılarınızda ve romanlarınızda, ‘ötekiyi’ ele alışınız açısından, bir çok yazarda gördüğümüz yeniden ötekileştirici dışardan bakıştan ayrılan, konuşturup yaşatarak yakınlaştıran bir anlatı sunuyorsunuz. Hem bu özelliğiniz hem de kadın çalışmalarına olan yakınlığınızla karşılıklı paylaşımı önemsediğimiz bir insan olarak, bu söyleşiyi gerçekleştirmekten mutluluk duyuyoruz. Bu tür etkileşimleri dergimize yansıtabilmenin sevinci yanında, on yıllık bir süreçte bu konudaki eksikliklerimizi, biraz da Kaos GL olarak takip edilmiyor veya verdiğimiz önemin anlaşılmıyor olmasına bağlıyoruz. Sizin Kaos GL ve ya genel olarak Türkiye’deki eşcinsel oluşumların yapıp ettikleri konusundaki görüşleriniz nedir?
Elif Şafak: Öncelikle şunu söylemeliyim belki, ben KAOS GL’yi uzun zamandır takip ediyorum. Ve varlığını çok çok önemsiyorum. “Öteki’ benim için entelektüel bir meraktan, “akademik araştırma sahası”ndan ibaret değil. Aynı zamanda kendi kimliğimin, geçmişimin temellerinden. Benim son derece göçebe, kesintilerle örülü geçti mesela çocukluğum. Bir ülkeden bir ülkeye, bir kültürden bir başkasına keskin ani kopmalarla. Hiçbir zaman bir aile ortamında büyümedim, kendimi öyle dar ama en nihayetinde sürekliliği olan, koruyucu bir yapının sunduğu güven içinde bulmadım. Benim için kainat, Bektaşi fıkrasındaki o kaotik fırtına gibi. Herkes telaşla kaçışırken Bektaşi oturur sakin bir köşede, kaosu seyreder. “Aman derler, “baba erenler, dünyanın altı üstüne gelmek üzere. Bu ne sükunet?” Bektaşi cevaplar, “hele bir durun canlar, ne biliyorsunuz belki de altı üstünden yeğdir.” Biraz böyle bir şey benim için de. Kaosa değişime müthiş açık bir yanım var, benim derdim cosmos ile, şeylerin düzeni ile yani. Yurtdışında “yabancı” olduğumu biliyordum. Okuduğum okullarda hep bir “milletler hiyerarşisi” vardı çocukların kafalarında. Ben tek Türk’tüm ve milletler hiyerarşisinde çok altta bir yerlerdeydi Türklük. Mevcut kimlik kodlamalarıyla ilgili ilk kopuşlarımdan biri böyle başladı. İnsan bir kimliğin içine doğuyor, din, millet, isim, cinsiyet. Onu alıp partizanca savunmaya başlıyoruz, başka türlü olabileceğini, olunabileceğini aklımıza getirmeden. Yurtdışındaki Türklerin kimliklerine daha sıkı sıkı sarıldıklarını gördüm, milliyetçiler daha milliyetçi, dindarlar daha dindar, solcular daha kemik solcu... Aynı katı, kat’i evren. Bense hep su gibi olsun isterim kimlikler, akışkan ve değişken, durmasın bir kapta, geçişlilikler olsun kimlikler arasında. Ama benim için asıl dönemeç Türkiye’ye gelip de kendimi hala bir şekilde yabancı, “dışarıklı” konumunda bulmamla oldu. Türkiye’de sosyal ilişkiler, akraba ilişkileri falan çok önemli. Siz birebir bunlarla yaşamadığınızı zannetseniz dahi, yaşam evreninizin böyle böyle örülmüş olmasının verdiği bir bilinç ve güven var. Ben İstanbul’a geldiğimde gördüm ki hiç böyle bir aile, akraba, sosyal ilişkiler ile çevrili değilim, tamamen yalnız ve göçlerle büyümüşüm, yaşamışım. İstanbul’a da keza “dışarıdan” geldim ve anladım ki o “dışarıklı” olma hali, o yabancılık hissi hiç kapanmayacak. Türkiye’de egemen cinsel ideolojinin ve yerleşmiş, kök salmış heteroseksist kalıpların sorgulanması, tartışmaya açılması son derece önemli, ama bir o kadar çetrefil görünüyor. Mesele, bize zorla yaptırılanlardan ziyade bizim içselleştirdiklerimiz. Bir kadın aynaya baktığında bedenini kabullenmekte zorlanıyorsa, bir erkek kendisinde gördüğü en ufak bir “kadınsılık” belirtisini bastırma boğma gereği duyuyorsa, yaramaz kız çocuklara Erkek Fatma ismini takıp, alkış tutarken, Kız Alilerden utanç duyuyorsak.... Zor olan bunları, bu sinmiş kalıpları değiştirmek. Bir insan, bir kurum sizi belli bir şekilde davranmaya zorlasa, en azından belli bir bilinç ve tepki oluşur sizde. Ama ya o zorlama içimizden, içselleştirdiklerimizden geliyorsa? Kadınlık da, erkeklik de “doğal” değil, alabildiğine “kültürel kodlamalar”. Zor olan bu basit ayırımı gösterebilmek insanlara. Ben doğrusu doğuştan çok yönlü sevme ve sevilme yeteneğiyle dünyaya gelip zaman içinde törpülene törpülene, öğretilere maruz kala kala bu yeteneğimizi kaybettiğimize inanıyorum. Çok cinsiyetli, çok kimlikli, çok sesli olabilirdik, çoktan aza indirildik.
Bir röportajınızda “Aile ortamının, kendi arkadaş çevremizle, türdeşlerimizle birlikte yaşadığımız hayatların hep daha temiz, daha nezih daha steril olduğunu steril olanı da daha iyi bir şey sanıyoruz. Bütün derdim sterilin o kadar iyi olmadığını göstermek” diyorsunuz. Bahsettiğiniz ‘steril’ olanı olması gereken, onaylanan ve olumlanan ‘norm’ olanla ilişkilendirebilir miyiz? Bu aynı zamanda ‘ötekilerin’ dışlanmasının zeminini hazırlayan bir sterilleşme mi?
Elbette. Sterilleşme ile türdeşleşme aynı sürecin parçaları, bunun kaçınılmaz sonucu da “öteki”ne kapıları kapatmak. 11 Eylül sonrasında Batı’da ve Doğu’da kimlikler üzerine yazdığı bir yazıda Richard Sennett Amerikan toplumunda giderek palazlanan bir “kendine benzemeyenden kaçış” eğilimi olduğundan söz etti. Güvenli, steril hayatlar sürebilmek için pek çok insan, başka dinlerden, başka sınıflardan, başka kültürlerden gelenlerle değil, tıpatıp kendilerine benzeyenlerle yaşamak istiyor. Bu niyetle mesela kaotik, kozmopolit şehirlerden uzaklaşarak, sakin ve nezih küçük kasabalar oluşturuyorlar koloniler halinde. Nereye baksam aynadaki suretimi görmeliyim, aynen bana benzeyenlerle çevrili olmalıyım ki güvende hissedeyim kendimi. İşte bu steril yaşam. Kendine benzemeyene dokunmak durumunda kalmamak, değil dokunmak, onu görmek durumunda dahi kalmadan sürdürebilmek hayatı. Keza Terry Eagleton şu meşhur “medeniyetler çatışması” tezine çok çarpıcı bir cevap verdi. Evet dedi, gerçekten bir çatışma var bugün dünyada, ama bu sanıldığı gibi Doğu ile Batı ya da Hıristiyanlık ile İslam arasında değil. Esas çatışma toplumlar arasında değil toplumlar içinde bir o kadar. Zira temel mesele “yabancıdan kaçanlar, kaçınanlar” ile “yabancıya kapıları açık olanlar” arasında. İstanbul, New York gibi şehirlere bu yüzden hayranlık besliyorum, steriliteyi hiç ummadığınız biçimlerde kırıp parçaladıkları için, bizi bizden olmayanla yan yana getirebildikleri için. Ne kadar açık yaşam evrenim, benim gibi olmayanla komşu, arkadaş, dost olmaya? Bence temel soru bu bugün. Ve işte böyle bir sorudan yola çıkınca müthiş bir ikiyüzlülük var Türk toplumunda. Ekranda görüp de alkışladığı travesti, transeksüel ya da eşcinsel, kendi oğlu(evet erkekler üzerinde daha görünür ve vurgulu oluyor ama kadın görünmezliğini yinelememek adına, ‘çocuğu’ desek mi, yersiz bir müdahale olarak görmezsen) olsa öldürmeye kalkar. Ama uzakta, uzağında olduğu müddetçe sorun yok. Yeter ki yaşam evreninde olmasın.
Melih Bayram Dede’nin dergibi.com için sizinle yaptığı röportajda, “Eninde sonunda o olmadığın şeyden hiç mi hiç uzak olmadığını görmek ve gösterebilmek için”, ‘olmadığınız şeyi’ anlattığınızı belirtmişsiniz. Biz de ‘eşcinsel olmayanlara’ olmadıkları şeyden aslında hiç de uzak olmadıklarını anlatmaya çalışıyoruz. Örneğin 23-24 Mayıs 2003 tarihleri arasında Kaos GL olarak düzenlediğimiz sempozyumla çabalarımızın geri bildirimini aldığımızı düşünüyoruz, siz de bir yazar olarak diğer yazarlardan ve okurlarınızdan anlatmak istediğinize ulaştığınıza dair geri bildirimler alıyor musunuz?
“Olmadığım kişi” ile kurabildiğim bağ benim için edebiyatın, sanatın temel eksenlerinden birini teşkil ediyor. Aslında bu soru her romanımda çıktı karşıma. Pinhan’ı yazdıktan sonra bilhassa çeşitli İslami kesimlerden “kimlerdensin” sorusunu çok duydum çünkü tasavvuf üzerine yazdım, öyleyse aidiyet haritasında illa ki bir yerlere demir atmış olmalıyım. Keza Şehrin Aynaları’ndan sonra Musevi olup olmadığımı soranlar oldu çok. Ailemde Musevilik varsa anlaşılacak Yahudilik tarihine gösterdiğim ilgi, Sefaradlar üzerine yazmam. Mahrem’de keza, eğer aşırı şişman olsam anlaşılacak romandaki karakter ile bağım, beden üzerine yazdıklarım. Bu böyle devam ediyor. Küçük küçük daracık daracık adalar kurmuşuz. Aldığım görüşlere gelince inanılmaz bir çeşitlilik var bu konuda. Ben Pinhan hakkındaki en derin yorumları muhafazakar aile ortamları içinde yetişmiş Müslüman genç kadınlardan aldım. Aynı kesimin erkekleri icin böyle umutlu konuşamıyorum ama Türkiye’de başörtülü genç kızlar arasında müthiş okuyan sorgulayan bir kesim var. Hani ilk bakışta hiç ortak noktam yok gibi bu insanla, ama edebiyat bağ oluyor aramızda, akmaya dönüşmeye açık insanla yolunuz kesişiveriyor sanat aracılığıyla. Fakat tabi önyargılar da çok fazla. Bilhassa eşcinsellik konusunda. Türkiye bu konuda son derece önyargılı ve korkak bir toplum. Türk edebiyatının ilk “Öteki”si efemine Bihruz tiplemesidir mesela. Aşırı-Batılılaşma beraberinde efemineliği getirir bir tehlike olarak. Osmanlı son dönem, Cumhuriyet ilk dönem romancılarına baktığınızda inanılmaz ayrıntılar serpiştirmişler bu anlamda. Aşırı-Batılılaşmış “öteki”ler kenarları dantelli mendil kullanırlar mesela Ömer Seyfettin’de. Milli şuurunu yitiren erkek aynı zamanda erkekliğini de yitirir. Yani cinsel ideoloji çok güçlü bir kaynak, aynı zamanda milliyetçi ideolojilerle de kolaylıkla kesişiveren.
Okuyucularınızdan aldığınız tepkilere bir iki örmekle kısaca değinebilir misiniz? Örneğin, muhafazakar aile ortamında yetişmiş genç kadınların yorumlarından ve ne tip önyargılarla karşılaştığınızdan bahsedebilir misiniz?
Öncelikle sunu söylemeliyim galiba, Türk solunun din ve dindarlar konusundaki ilgisiz bilgisiz tutumunun bedelinin çok ağır olduğunu düşünüyorum. Muhafazakar kesim kendi içinde yekpare bir blok oluşturmuyor. Aksine içinde pek çok çelişki, farklı damarlar var. Ben bu kesim içinde bilhassa genç başörtülü kadınlarda muazzam bir potansiyel olduğunu gördüm gözlemledim. Ankara-İstanbul-İzmir üçgeninin dışına çıkabilsin istiyorum yazılarım, farklı üniversitelerde yapılarda konuşmalar verdim, zaman zaman Zaman gazetesine yorum yazıları yazıyorum, sürekli okurlardan mesajlar mektuplar alıyorum, İstanbul’daki pek çok sol entelektüel gibi kendimi kendim gibi düşünmeyen insanların evrenine kapatmadım. Ben Fatih üniversitesine konuşmaya gittiğimde onların davetini kabul ettiğimde en çok beraber çalıştığım akademisyenlerden hayret ve tepki dolu tavırlar aldım, Niye gidiyorsun oraya? Sanki orası bir ücra, bir öte mekan, Oraya ayak basılmaz. Oysa çok ironik bugün muhafazakar kesime atfettiğimiz değerlerin o kadar çoğunu sol kesimin erkekleri, heteroseksüelleri de aynen aynı şekilde paylaşıyor ki. Lafa gelince dağlar kadar fark var arada, mesele cinselliğe bir de tabulara gelince sol ile sağ kesimin aydınları arasında sandığımız, sanmak istediğimiz kadar fark yok.
Sadece Pinhan özelinde değil, tüm romanlarım yazılarım ile ilgili değişik tepkiler alıyorum. Özellikle dediğim gibi daha genç başörtülü kadınlar muazzam dinamik bir kesim, çok okuyor ve sorguluyorlar. Aldığım en ilginç tepkilerden birisi gene böyle başörtülü bir üniversite öğrencisinden geldi. Çok sevmişti Pinhan ı, çok özdeşleştirmişti kendiyle ve üstelik tasavvuf ucre bir yolculuk yapmıştı romanı okurken, bunları yazmıştı bana, sonra birden üçüncü sayfada en yakın arkadaşından bahsediyor, o da örtülü bir kız, her konuda hemfikirler hayatta, bir istisnayla: Pinhan! Arkadaşı okuyor ve zındıklık olarak addediyor romanı. Bana yazan okur çok sarsılmıştı, hangisinin haklı olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ama ben de bu yüzden seviyorum edebiyatı; yoruma açık olması, kapılarını kapatmaması güzel, her okur kendi Pinhan ınını yaratıyor, ama üzücü olan sonra o yorumu alıp mutlaklaştırıyor, itirazım o mutlakçılığa.
Sadece sol mecralarda değil, Zaman gazetesinde de yazmam, sol entelijensiyanin ihmal ettiği konularla uğraşmam ve tasavvufa olan ilgim beni İzmir-Ankara-İstanbul klasik üçgeninin dışında okurlarla da buluşturuyor. Bunlar arasında önemli bir kısmı da Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yasayan eşcinseller, uyumsuzlar, saklı kimlikler... Aslında o mektupları ben "yazar" ile değil "roman" ile söyleşme olarak algılıyorum. Roman bitmiş okunmuş ama iste henüz bitmemiş okurun içinde, bir söyleşme ihtiyacı cevapsız kalan sorular için, ya da sırf birine söyleyebilmek utanmadan, utandırılmadan söyleyebilmek eşcinselliğini,... ailesine itiraf etmediği eşcinselliğini sevdiği romanın yazarına itiraf edebiliyor insan...aldığım e-maillerde, mektuplarda, imza günlerinde, panellerden konuşmalardan sonra benimle konuşanlarda hep bu ihtiyacı gözlemliyorum, bilhassa eşcinsel okurlar zaten o kadar az mecra bulabiliyorlar ki seslerini duyuracak.
Aslında yazarlığınızla akademik kariyerinizi ayrıştırmak doğru değil belki de, ama bir akademisyen olarak çalışmalarınıza da ayrıca değinmek isteriz. Bildiğimiz kadarıyla şu anda NewYork’ta yaşıyorsunuz. Çalıştığınız üniversiteden, verdiğiniz derslerden, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Yaklaşık bir senedir Amerika’da bulunuyorum. Burada bu sene “kadın ve edebiyat” dersi veriyorum. Önümüzdeki dönem de “Ortadoğu’da Marjinal Cinsellik” dersi vereceğim. Bu da bir ilk olacak, pek araştırılan bir konu değil. Geçen sene edebi okumalar ve akademik konuşmalar için Amerika’nın farklı yerlerini görme fırsatım oldu. Benim açımdan düşündürücü olan şu. Bir tarafta müthiş zengin, dinamik bir akademik birikim var Batı’da. Bir tarafta da Doğu ile, İslam ile, Ortadoğu ile ilgili çalışmalar. Diyelim ki postyapısalcılık konuşabiliyorsunuz biriyle, ya da Zizek konferansına katılıyorsunuz, fakat bu sahadaki insanların diğer alanla en ufak bir ilgileri yok. Yani Zizek okuyan çalışan, bu tarafı bilmiyor. Keza, bu sahaları çalışanlar da Batı literatürünü, felsefesini takip etmiyor. Bu iki literatürün böyle ayrı ayrı durması, birbirini beslemesi düşündürücü. Çağdaş Batı Felsefesindeki tartışmalar ile Ortadoğu Çalışmalarını harmanlayan çalışmalar yapılmasını çok önemli buluyorum. Bilgiyi bir kesimden bir başka kesime akıtmak. Bilginin ve kültürün ve dilin akışkanlığına inanıyorum. Sadece akademide değil, edebiyatta da. Mesela mikrotarihçilik. Batı’da kadın tarihçiliği, post-colonial tarihçilik, azınlık tarihçiliği, sözlü tarihçilik çalışmaları müthiş atılımlar yaptı son 20 sene içinde ve akademinin pek çok verili kalıbını sarsmayı başardılar. Biz kendi geçmişimizi hiç farklı farklı öznelerin gözünden okumaya çalışmadık. “Sıradan” olanı küçümsedik, önemsemedik. Bizde şiddetle ihtiyaç var bence mikrotarihclik çalışmalarına. Mesela Osmanlı nasıldı bir Ermeni hamalın gözünden bakınca 17 yüzyılda, ya da bir cariye açısından filanca paşanın hareminde, ya da Galata’daki bir Rum fahişe nasıl yaşadı aynı yüzyılı... Böyle böyle küçük sorularla yola çıkınca anlıyor insan “gerçeklik” denilen şeyin ne denli karışık olduğunu ve attığımız her adımın, bir başkasının hayatını etkilediğini ve belki de, biz bilsek de bilmesek de, onun ezilmesinde rol oynadığını. Yapmaya çalıştığım şeylerden biri bu, “gerçekliği parçalamak’ bir anlamda, hem akademide hem edebiyatta bu ‘parçalı okuma’yı önemsiyorum. Öte yandan, Türkiye’de akademi, sanat ile ilgileneni, sanatçıyı şüpheyle karşılıyor. Yazar iseniz, edebiyatçı iseniz, evinizde oturup yazmanız lazım, akademide ne işiniz var? Böyle bir kalıp var maalesef. Bu konuda İran diasporası çok ilginç bir dönüşüm yasadı. İranlı entelektüeller kültürün bir bütün olduğunu sürgünde yaşaya yaşaya idrak ettiler. İranlı akademisyenlerin yazdıklarını okurken şimdi bakıyorum, bir siyaset bilimci aynı zamanda sinemadan da haberdar, ya da sinemacı siyaset biliminden. Bizde ise maalesef yalıtma eğilimi hakim. Kültürün bir bütün olduğunu görmekten çok uzağız.
Türkiye’de az sayıda da olsa, üniversitelerin yüksek lisans programı içeren Kadın Çalışmaları Merkezleri var ve akademik yaklaşımların yönünü özellikle bu alanlarda yapılan çalışmalar belirliyor. Ancak akademinin gündelik yaşama nüfuz etmekteki rolünü sorgulanabilir görüyoruz. Sizin bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
O dönem, ODTÜ’de Kadın Çalışmaları bölümü yeni açıldığında ben de ilk öğrencilerindendim. Zamanla başka başka üniversitelerde de açılan bölümleri uzaktan takip etmeye çalıştım. Yapıların kendine dair sorunları vardı, hala da öyle ama gene de desteklemek gerektiğine inanıyor ve çok önemsiyorum bu tür bölümlerin açılmasını. Zira her şeyden önce “cinselliğin” de çalışılabileceğini kabullenmesi gerekiyor geleneksel akademinin ve geleneksel akademisyenlerin. Bu tür konular küçümseniyor, “bilim” addedilmiyor. Adeta “bilim” bir yüce dağ, Weber’den söz edince saygın, eşcinsellikten söz edince marjinal oluyorsunuz. Bu kalıpları sonuna kadar zorlamak lazım. ODTÜ’de Kadın Çalışmaları açıldığında bilhassa erkek akademisyenler hemen isim takmışlardı, “Garı Gıpraşmaları Bölümü”. Demek Garı Gıpraşmaları Bölümünde mastır yapıyorsunuz, ne kadar basit ve hafif, kayda değmez. Kimse bilim felsefesinden bahsedince gülmüyor ama cinsellikten söz edince, ataerkillikten söz edince bir alaya vurma ihtiyacı. Şakanın altında gene aynı vurgu, gene aynı küçümseme ihtiyacı. Açıkçası böylesi “zoraki gülme” hallerini, bastırılmış travmaların ve komplekslerin gayri ihtiyari dışavurumu olarak okuyorum.
Yurt dışındaki bir çok üniversitede ‘Gey Lezbiyen Çalışmaları’ spesifik olarak tanımlanan bir alan ve bu konuda dersler mevcut. Henüz Türkiye’de böyle tanımlanmış bir alan olmamasına karşın, eşcinsellik üzerine yapılan çalışmalar da bir artış görülüyor. Bu yıl içerisinde, İstanbul’da Bilgi Üniversitesi’nde akademisyenler ile birlikte Lambda’nın organize ettiği ve Ankara’da Kaos GL’nin düzenlediği sempozyumda da bunu açıkça görebildik. Akademinin bu ilgisinin, toplumsal gerçekleri gün yüzüne çıkarmak ve tartışılmasını sağlamaktaki olumlu rolünün yanında, bir rant aracı haline gelmeye başlaması ve eşcinselliğin popülerleştirilmesini doğuran bir yönü olduğu konusunda ne düşünüyorsunuz?
Akademi hepi topu bir ada, akademisyenler de bir adada yaşadıklarını unutmakta hayli maharetli insanlar. Beni düşündüren, kaygılandıran eşcinsellik ile ilgilenmeye başlaması değil akademinin. Tam tersine bunu olumlu buluyorum çokça, işin içinde rant olsa dahi gene de çok önemli bir adım. Fakat tehlike şurada. Akademi bir ada olduğu için ve bilgiden iktidar damıttığı için ve de hiyerarşilere, alt-üst dağılımına alışkı olduğu için, bunu da bir iktidar ilişkisine çevirmekte gecikmeyecektir. Bu konunun da başında olmak isteyen insanlar çıkacak. Kendilerini bir takım kesimlerin sözcüsü zanneden, liderliğe soyunan, yönetmek yönlendirmek isteyen. Eger Gey ve Lezbiyen ve Biseksüel ve Transseksüel oluşumlar, mevcut oligarşik yapılardan farklı olacaksa işte bu iktidar dağılımlarına dikkat etmemiz lazım. Ne de olsa en nihayetinde, Brecht’in dediği gibi, ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplum.
Tespitinizde ne kadar haklı olduğunuzu şu dönemde görmeye başladık aslında, kendini ‘öncü’ ilan edenler bunun ilk örneklerini veriyor şimdiden... Bizler de elimizden geldiğince, yaratılmaya çalışılan bu bilgi iktidarına yönelik eleştirel tutumlar geliştirmeye çalışıyoruz. Sorularımıza gösterdiğiniz sabırla, paylaştığınız değerli görüşleriniz için çok teşekkür ederiz. Çok teşekkür ediyorum bu dolu dolu söyleşi için....
http://www.kaosgl.org/node/72
24 Nis 2006
|