. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
“Biz sekiz kişiyiz aynı bedende…”

 

ELİF ŞAFAK: “Biz sekiz kişiyiz aynı bedende…”

Yazarken ille düzeni, sessizliği, sürekliliği gereksinen romancıların aksine, Elif Şafak kendisini kaosun, göçebeliğin, patırtı gürültünün, arayışın içinde rahat hissediyor en çok. Bizimle söyleşisinde çocukluğundan hatırlamayı seçtiği anları, harflere duyduğu aşkı, sihiri, saldırganlığın ödüllendirilişini, “öteki” ruhlarını, başka diyarları ve Aşk denen Öte Yer’i anlattı. (Gülenay Börekçi)

 

“Belleğimizde kalan izlenimler kesin gerçekler değildir. Herkes hatırladıklarını küçük, bilinçsiz yalanlar, kişiye özgü senaryolarla süsler. Yaşantımız bunlarla açıklık kazanır, bunlarla belirlenir. Hatırlanan olay, artık kesin bir gerçek değil, belli duyulara uydurulmuş bir yapıdır. Ve bu yapılar olmasa, yaşantının aşırı kişiselliğinden ötürü, ne sanatçı eser verebilir, ne insanlar o eserden anlam çıkarabilir” diyor Jerzy Kosinski. Sizin Med-Cezir’deki yazılarınız tuhaf bir biçimde kişisel; hatta birer hikaye gibiler. Özellikle de çocukluğunuza dair olanlar… Onların kağıda dökülmesi nasıl bir süreçti?

Geçmişe bakışımızı şekillendiren, hatıralardan ziyade suskunluklarımız bence. Hatırladıklarımızdan ziyade hatırlayamadıklarımız. Kelimelerimizden ziyade sessizliklerimiz. Çocukluğu yazmak bir anlamda yazıların en zoru. Kilidini kırdığım, ama gene de sonuna kadar açmadığım bir kapı benim için çocukluk. Arkasında ne olduğunu bildiğimi zannediyorum, o yüzden gidip açmıyorum; çünkü kasvetli, karmaşık, gölgeli… O yaşlardaki bir çocuk için fazla ağır çocukluğum. Farklı olsaydı; daha hafif, daha uçarı, daha keyifli olabilseydi, ben de farklı biri olurdum belki, mesela gene de yazar mıydım bilmiyorum. Ama işte bazı bazı kendiliğinden aralanıveriyor kapı, oradan buraya bir esinti geliyor, sızanları döküyorum kağıda. Henüz tam anlamıyla yüzleşmedim çocukluğumla. Ağır iş!

“Güzel günlüklerim vardı ve bir de asla günlüklerim kadar güzel olmayan günlerim” diye anlatıyorsunuz çocukluğunuzu. Günlük yazarının, altı yaşında bir çocuk olsa bile, aslında kurmaca yazdığını, “edebiyat” yaptığını söyleyebilir miyiz?

Elbette. Edebiyat öyle büyük amaçlarla, hamasi kurgularla değil, tam tersine küçük küçük ayrıntılarla, irili ufaklı yalanlarla, düşlerle başlar. Hayal ile hakikat arasındaki hudut bulanıverir. Nerede doğruyu söylüyorsun, nerede yalan, nerede kendini anlatıyorsun, nerede başkalarını; her şey iç içe geçer. Budur edebiyatın beşiği…

Oyun oynarken ya da istediklerinizle istemediklerinizi ifade ederken nasıl bir çocuk olduğunuzu hatırlıyor musunuz? Yani hatırladığınıza eminim de, benim merak ettiğim hafızanın sizin için bir dert mi, yoksa ödül mü olduğu… Ne söylersiniz?

Zor bir soru bu. Hakikaten çetrefil bir mesele ve yakında piyasaya çıkacak olan yeni romanımın da temel meselesi. Hafıza bir nimet mi, yoksa bir külfet mi? Hatırlamak için mi uğraşmalı insan, yoksa unutmak için mi? İkisinin de kendine göre avantajları var; artıları, eksileri… Ama açıkçası ben hep hafızadan yana oldum. Hep o merak ağır basıyor içimde. Bu yüzden romanlarımda geçmişe geri dönüşler var sık sık. Bektaşi’nin zaman anlayışını severim, paylaşırım. Döngüsel bir zaman anlayışıdır bu. Dem bu demdir, dem bu dem… Bitimsiz bir tekerleme gibi süregider. Bu an, yani bu “dem” içinde barınır geçmiş de, gelecek de… Dün bugünün içinde yaşar ve yarını şekillendirir. O yüzden aslında, Mevlana’ya olan saygım bir kenara, dünle beraber gitmez cancağızım düne ait ne varsa…

Gene çocukluğunuzdan yola çıkarsak... Başından beri net bir biçimde biliyor olmasanız da bu dünyaya geldiğinizden beri en çok neyi anlatmak istediniz dersem, ne cevap verirdiniz?

Arayış… Edebiyat bir arayış. Tasavvuf da bir arayış. Bir öte benlik’e geçişin yolunu arayış. Sonra oraya geçtiğinde gene bir öte benlik, gene bir öte benlik… Sonu yok. Aslında son tahlilde ne aradığının dahi önemi yok. Aradığın şey bile arayışın kendisi kadar önemli değil. Birçok romancı yazarken illa da düzen ister, nizam, sessizlik, süreklilik ister; bunlar olmadan yazamaz. Ben böyle değilim. Ben kaos isterim; hareket olmalı, göçebelik olmalı, ses olmalı, tantana, patırtı gürültü, arayış olmalı. Yoksa beni bir kurulu düzenin içine koy, aman sakın bozma bu düzeni de, değil yazmak, kıpırdayamam bile.

Med-Cezir’de benim en çok ilgimi çeken, “bir büyücü” diye anlattığınız ve keçeli kalemlerle siğillerin etrafına halkalar çizdiği için size bir şeyi ortadan kaldırmanın yolunun etrafını kuşatmaktan geçtiğini öğreten anneannenizle ilgili anılarınız. Belki benim anneannem de hayallerin dünyasına bildiğim herkesten daha yakın olduğu, örneğin Şahmeran’la konuşmalarını ve başka bir sürü sihirli deneyimi sonsuz bir inançla ve inandırıcılıkla anlattığı için… “Bir büyüperest” olduğunu söylüyorsunuz. Edebiyatla sihir benzeyen ya da aynı türden sayılabilecek şeyler mi? Edebiyatçı sihirbaz mı, gözleyen mi, yoksa ileten mi?

Edebiyat da, sihir de hayatın gözle görülen, elle tutulan maddi dünyadan ibaret olmadığını teslim eder. Edebiyat da bir inanç meselesidir bu yüzden. Ama dinden farklı olarak, bu geçişi bir Üst Varlık’a havale etmek yerine, kendin yapmaya kalkarsın. Tanrıcılık oynamak gibi biraz. Edebiyatın da, sihrin de özünde dönüştürme gayesi var. Bulduğun şeyden memnun değilsin ve değiştirmek istiyorsun, değiştirebileceğine inanıyorsun… Ben her zaman dine, dinler felsefesine, din tarihine meraklı oldum. Bu benim genel sol entelijansiyadan ayrılan yanım. Türkiye solu İslam’ı pek bilmez. Sadece İslam’ı değil, diğer dinleri de… Benim için din bir kurallar bütünü değil, hayata, ölüme, bedene ve zaman anlayışına dair muazzam bir bilgi ve ilham kaynağı. Dinlerin dilini konuşmak bir romancıya muazzam bir birikim sağlar.

Anneannenizi, benim anneannemi, sonra da sizin Nuriye Akman’ın yaptığı söyleşide evrenin gördüğümüz ve dokunduğumuz maddelerden ibaret sayılamayacağını, başka varlıkların da olduğunu söylediğinizi düşünüyorum şimdi… Bunu bilmek görmekle, bakmayı bilmekle mi alakalı, yoksa bazı insanlara diğerlerinden daha başka yetenekler mi bahşediliyor?

İkisi de. Bakmayı bileceksin ki görebilesin. Sonuçta devamlı ararsan bulamazsın ama bulanlar da ancak arayanlardan çıkar. Türkiye’de kuşaktan kuşağa geçen bir kadınlık kültürü olduğuna inanıyorum. Bu kültür beni cezbediyor. Çoğu zaman roman yazarken o kültürden kova kova su çekiyorum. Öylesine zengin, bereketli. Belki çocukluğumun bir kısmı anneannemle, kahve falları, büyüler, cinler, perilerle geçtiği için bu böyle, bilemiyorum. Ama ben o dünyayı seviyorum. O dünyayı ciddiye alıyorum. O zaman belki de bir üçüncü göz açılıyor. Ama gördüklerini nakletmek ister misin, naklettiklerini görmeye yeltenir misin… İşte orası kişiye kalmış.

Çok sevdiğim bir yazar, Erica Jong, “Birçok kişi kuşkuculuğun cesaret gerektirdiğini sanır. Oysa kuşkuculuk korkaklığın doruk noktasıdır. Asıl cesaret isteyen saflık ve açık kalpliliktir; sonuçta ne kadar incinirsek incinelim” diyor bir kitabında. Siz ne dersiniz bu kavramlara dair?

Erica Jong Türkiye’de yaşasaydı, işi çok zordu derim. Bizde iyilik saygı görmez, tevazu saygı görmez, esneklik saygı görmez. Kim ne kadar gürlerse, ne kadar üst perdeden konuşup tükürük saçarsa o kadar saygı uyandırır. Bu maalesef entelijansiya arasında da böyle. Köşe yazarlarının üsluplarını incelediğimizde mesela, çok açık ortaya çıkıyor. Eleştirmek illa da saldırmak demek. Karşındakini küçük düşürmek demek. Birbirinin eserlerini okumayan, ortak üretim yapamayan, tebessüm etmeyen bir entelijansiyamız var. Bilhassa kadın entelektüeller, kalem erbabı bence iki misli çaba harcıyorlar daha katı, erkeksi, keskin görünmek için. Çünkü bu kültür bunları ödüllendiriyor.

Yazılarınızdaki hikaye tadının sebebi sadece kullandığınız imgeler ve dil değil; tekrarların da etkili olduğunu düşünüyorum. Kimi zaman iki farklı yazıda aynı göndermeleri yapıyor ya da aynı anekdotu anlatıyorsunuz. Çağdaş müzikte sık kullanılan bir yöntem: Tekrar ettiğinizde bir şeyi vurgularsınız, ikinci bir tekrardaysa anlam ve etki değişir ve dinleyiciyi/okuyucuyu başka bir yere de götürürsünüz. “Hiçbir şey sabit değildi. Elmalar çürür, siğiller iyileşir, çemberler silinir, günlükler dolar, her şey sürekli parçalanır, parçalar yeniden birleşmek için kıvranırdı durmadan” diye bir cümleniz de var. Hayatta ve yazıda döngüler ne anlam ifade ediyor sizin için?

Haklısınız, döngü benim için çok önemli. Hayatımda da, yazımda da, hayata bakışımda da döngüselliğin yeri büyük. Sürekli ilerleme fikrine dayanan, tüketip atan, her adımın bir öncekinden ileri ve yepyeni olacağını zanneden çizgisel zaman anlayışını ve onun ürettiği kapitalist tüketim toplumunu sevemiyorum. Her şeyin yeniden ve yeniden ölüp ölüp dirildiği o sonsuz çember benim esas gıdam. Çemberde her nokta bir öteki noktayla bağlıdır, bağlantılıdır. Çemberin hiyerarşisi yoktur, efendisi yoktur. Başladığın yere döndüğünde, başlangıç noktası da değişmiştir, sen de değişmişsindir. Sonuçta bir toplumun parçasıyken, ayak uydurmam gereken belli bir gündelik hayat ritmi varken, çemberi yaşayabilmem çok zor ama çemberi yazabilirim.

On üç yaşınız için, “Kelimeleri birincil anlamlarıyla değil, sesleri ve renkleriyle algılıyordum” diyorsunuz. Bunu anlayabiliyorum elbette ama dille ilişkisi kuvvetli ya da dile aşık olmaya hazır insanların zaman zaman daha önce hiç duymadıkları bir kelimenin anlamını bilebildiklerini ve o kelimeyi tam da doğru yerde ve biçimde kullanabildiklerini de fark ediyorum. Bu sizin yaşadığınız bir deneyim mi? Dile ilişkin böyle bir gizemi nasıl açıklarsınız?

Bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum ama öteden beri derin bir merakım ve tutkum oldu kelimelere karşı, dile karşı. Yazarken adeta tek tek tutuyorum harfleri kulaklarından, ellerinden; ve yerlerini değiştirmek suretiyle yeni anlamlar edindirmek mucize gibi geliyor bana, büyü gibi çekiyor beni içine. Bu, Türkçe de yazsam böyle, İngilizce de yazsam böyle. Belki de bu yüzden ben ikisini öyle ayrı ayrı şeyler olarak algılamıyorum, çünkü her ikisinin de özünde harfe olan aşkım var. Çocukken, hatırlıyorum, yeni harfler eklemek istemiştim alfabeye. Mesela bir harf vardı, göz şeklinde. Sesli harf. “Yu” gibi bir ses çıkarıyordu. Sonra bir başka harf uydurmuştum kapaklı bardak şeklinde, U harfi gibi ama kapağı var. Sonuçta çok yalnız bir çocuktum. Arkadaş yok, kardeş yok, ben de harflerle oynuyordum, kalemleri konuşturuyordum. Sonra kitapların dünyası geldi. Yani hep harflere aşıktım ben. Acaba iki tane daha harfimiz olsa, düşünsene, dil nasıl değişir; yeni kelimelerin olur, yeni kelimelerle beraber yeni anlamlar, yeni anlamlarla beraber belki yeni bir hakikat yaratırsın! Fuzuli’nin dediği gibi, bir nokta göz’ü kör eder. Tek bir nokta. Osmanlıca yazılışlarını karşılaştır göz kelimesi ile kör kelimesinin. Bir noktanın varlığı anlamı ne kadar değiştirir! Ben, harflerin sesleri ve renkleri var diye düşünürdüm çocukken ve konuştururdum onları. Büyüyünce bu tür oyunları kendine saklıyorsun. Ama hiç vazgeçmedim harflerle konuşmaktan; onlar da sağolsunlar, benimle konuşmaktan vazgeçmediler.

Alacakaranlık Kuşağı diye bir dizi vardı, bir bölümünde dilini kaybeden bir adam anlatılıyordu. Adam günün birinde çevresindekilerin “öğle yemeği” yerine başka bir şey, diyelim ki “dinozor” dediklerini işitiyor ve bu durum kendisinden başka kimseye, arkadaşlarına, karısına, çocuklarına bile acayip gelmiyor. Sonra günler geçtikçe bu “yerini şaşırmış” kelimelerin sayısı hızla artıyor, aralara son hızla kendisine hiçbir anlam ifade etmeyen başka sesler giriyor ve nihayetinde adam bildiği, kullandığı dili hiç andırmayan garip bir ses kalabalığının ortasında kalakalıyor… Anadiliniz dışında birkaç dili kullanabildiğinize, hatta son romanınızı onlardan biriyle yazdığınıza göre, kendinizi bu hikayedeki adamın yerine koymanızı istesem…

İnsanın anadiline yabancılaşması, anadilini kaybetme korkusu yaşaması muazzam bir tecrübe. Ben bunu on beş yaşındayken yaşadım. Türkçe’yi unutmuş değildim ama bağlarım tavsamıştı. Sonuçta oturup anadilimi çalışmak durumunda kaldım. Çalıştıkça merakım arttı, keyif aldım. O gün bugündür hâlâ çalışırım; çünkü bu, sonu olmayan bir öğrenme süreci. Önemli olan dile bu özeni göstermek. İspanyolca’nın, İngilizce’nin ve Türkçe’nin ayrı ayrı haritaları olduğuna inanıyorum. Birinde geçerli olan bir yol, ötekinde çıkmaz yoldur. İnat edersen, çıkamazsın. Her dilin kendine has bir ritmi, müziği ve labirenti var. Öncelikle bu haritayı görmek, tanımak önemli. Ben Türkçe’ye aşığım. O yüzden hiçbir zaman kabullenmedim Türkçe’nin geçirdiği dil budamasını; öztürkçeleştirme serüvenini kabul etmiyorum. Romanlarımı sözlüksüz okuyamamaktan şikayet eden okurlarım var. Ben de onlara hayret ediyorum. Ne yani, sözlükleri yok mu ellerinin altında? İnsan bilmediği bir kelimeye rastlarsa açar sözlüğe bakar, öğrenir. Yoksa nasıl gelişecek kelime hazinemiz? Birkaç kitapçıdan aynı şeyi duydum. Bazı bazı müşteriler gelip, “Elif Şafak’ın romanlarını takip etmek için Osmanlıca sözlük” istiyorlarmış. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü hepimizin elinin altında bir Osmanlıca sözlük olması gerektiğine zaten inanıyorum. Bizde reformist, Kemalist elit, dilin de insanlar üzerinde nasıl kudret ve esrar sahibi olduğunu göremedi. Sadece biz dili biçimlendiririz sandılar. Oysa dil de bizi biçimlendirir. Türkçe’nin kelime hazinesi daralırsa, o da karşılığında bizim hayal gücümüzü daraltır.

İnsanın kendi metninde kendi sesini işitmesi neden çok zordur? Siz metinlerinizde kendi sesinizi işitene kadar neler çektiniz?

Benim için zor olan yazmak değil, konuşmak. Yani konuşma dilinde kendi sesimi işitmek. Yoksa yazarken adeta beynimin farklı bir yerini kullanıyorum. Yazmak müzik işi, ritim işi, vurmalı çalgılar… Her romanın ritmi kendine göre değişebiliyor. Ya da bir romanın bazı yerlerinde yükseliyor ritim, bazı yerlerinde duruluyor. Keşke “normal” hayatta, yani konuşurken de gelse o ritim ama gelmiyor.

Yazamadığınız metinler var mı? Canınızı nasıl yakıyor, size neler yaşatıyorlar kendilerini yazdırmak için?

Her kitap eksiktir aslında. Her roman tam olarak yazmak istediğimizden bir eksik, bir noksandır. O eksiklik duygusu seni yeni romanı yazmaya yöneltir zaten.

Bir metin, okuru aslında neden ve nasıl sarsar? Siz en çok hangi yazarların diliyle sarsıldınız?

Benzerlikler sarsar her zaman. Okurlardan gelen mektuplara bakıyorum da mesela, “Aynen benim hissettiğim şeyleri yazmışsınız”, “Sanki beni anlatmışsınız”, “Benim bir dönemim tam da sizin anlattığınız gibiydi” türü iltifatlar alıyorum. Ama bu, sanatın özünde var zaten. Tamamen farklı yaşantılar arasındaki aynılıkları, geçişlilikleri, bağlantıları görmek ve göstermek edebiyatın özünde var. Bu sayede, hiç tanışmadığın bir insan bir kitabını okuyup ruhen yakınlık hissedebiliyor sana. Ruhsal yakınlıklar örüyor, ipler geriyor edebiyat bir uçtan bir uca, yabancılar arasında. Yalnız, tersi de var. Tamamen benzer görülenler arasındaki farklılıkları bulup çıkarmak da var. O da ironinin, hicvin uğraşı. Ben ikisini de severim. Empatiyi de, ironiyi de… İkisi de farklı farklı sarsar, yakalar.

Gene Nuriye Akman söyleşisinde, hayal gücünüzle yarattığınız sekiz ayrı yüzünüz olduğunu söylüyordunuz. Hatta onların cinsiyetleri, karakterleri, kendilerine ait adları varmış, yaşları değişik değişikmiş. Bu benim aklıma The Exorcist filminde anlatılan bir meseli getirdi. Şeytan çıkarmak için bir adamın evine giden İsa önce adama adını sormuş; adam da “Bana Lejyon de, çünkü biz pek çokuz” diye cevap vermiş. Burada çok olmak, çoğul olmak, bir bedende birkaç olmak sanıyorum huzursuz ruh olmakla, dolayısıyla da yıkıcılık ve harap edicilikle ilişkilendiriliyor… Elif Şafak ve beraberindeki sekiz yüzün toplam etkisini nasıl anlatırsınız?

Bunu fazla anlatamıyorum, çünkü çok soyut ve fazlasıyla tuhaf geliyor kulağa. Tam tescilli deli derler… Ama sonuçta insanın dünyaya çoğul geldiğine, çoksesli, çokyüzlü doğduğumuza, sonra sonra içinde yaşadığımız toplum ve kültür yüzünden çoğulluklarımızı yitirip tekilleştiğimize, aynılaştığımıza inanıyorum. Biz sekiz kişiyiz aynı bedende. Hepsini tek tek, isim isim biliyorum. Yaşları, sırları bende saklı. Her zaman gayet iyi anlaştığımız söylenemez. Çoğu kez, yani gündelik hayatta hep bir ya da iki tanesi diğerlerine baskın çıkar. Sekiz yüzümün sekizinin birden eşit ve ayrımcılık olmaksızın sansürsüz konuşabildikleri tek alan yazıdır. Yazarken hepsi dökülür, hiçbirini geride tutmam, saklamam. O yüzden romanlarımdaki bütün karakterlerle aramda bağlar var. Bir tek yazarken bütün olabiliyorum. Bir tek yazarken sekiz olabiliyorum. Onun dışında her zaman birilerini kapı dışında tutmam gerekiyor. Yazı yazmadığım zaman hep eksik hissediyorum kendimi.

“Yaşadığımız şehrin dışında, elbet bir gün gidebileceğimiz, gidince yerleşebileceğimiz, yerleşince sevebileceğimiz bir başka diyar olmalı. Yoksa tahammül edemeyiz” diye yazmışsınız. Okuduğumda gözlerimden yaş geldi. Sizin gideceğiniz yer neresi? Hayalini kurduğunuz bir yer mi yoksa, bizim için de mümkün bir yer mi?

Bu öte diyar anlayışı ve arayışı benim için önemli. Belki de bu yüzden hâlâ bir yere yerleşemedim. Med-Cezir’de, dikkat ettiyseniz tarihler yok, sadece mekanlar var. O yazılar İstanbul, Berlin, New York, Boston, Michigan, Arizona, şehir şehir dolaşırken yazıldı. Hâlâ sabit bir kütüphanem yok, kitaplarımı bile bir arada tutamıyorum. Bir yanda müthiş bir hasret var; en başta eşim, dostlarım, sevdiklerim ve sevdiğim İstanbul… Buna rağmen yüzde yüz İstanbul’a ait olamıyorum. Bunca göçebelik niye bilmiyorum. Nereye gitsem beraberimde götürüyorum o arayışı. Ama şu da var, “Aşk” da bir “Öte Yer”. Aşık olunca anlıyor insan.

 

 

Picus, Sayı 28, Kasım 2005

 

 

İzlenme : 5297
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us