Kendini kaldırıp attığında çok gençti, sesi kulağımızda çınladığındaysa çok geç... Simsiyah bir gölgenin kuytusunda bulduğumuzda, karalar bağlamıştı her yanımızı. Oysa yalnız da bırakmamıştık teyzemi loğusayken; evhama, bunalıma yakalanmak için en açık olduğu dönemdi bu gerçi ama şimdi anlıyorum ki o, bebeğine yaşama şansını verirken aynı zamanda ölümü de armağan edişine katlanamamış, kendini bırakmıştı sonsuz bir yok oluşa... Yıllar var ki hamileler, loğusalar, karanlığı çağrıştırdı bana, her doğum da "ben"deki ölümü doğurmuş olmanın sevinçli dehşeti üzerine fırlatılan bir çığlığı... Zira gökyüzünde ve mevsimlerle birlikte yeryüzünde de yaşanan dönüşüme sahip olan anne, yaşamın olgunlaştığı kovuktur ama içinde aynı zamanda kısırlığı ve yeniden dönmek üzere ölen ayın karanlığını da gizler.
Elif Şafak ın, hamileyken girdiği postnatal depresyonu, loğusalığını, bir kimlik olarak annelik kavramını anlattığı, kadınlığın ortak bilinçaltını deşelediği Siyah Süt beni pek çokları gibi pek eğlendiremedi açıkçası... Yazdıkça ölmeye yatan Virginia Woolf tan Sylvia Plath den bir yazar ve anne olarak söz ederken o, ben hep intiharı ansıdım yeniden... Gerçi Şafak da düşünmüş ara sıra; çizginin öbür yanının intihar olduğunu... Ama "yaşamak, intiharın kıyısında, belki de tam eşiğinde zıplayıp durup zaman zaman ayaklarını boşluğa sarkıtmak pahasına oynamak, oynamak, hiç yanmayacakmış gibi oynamak" ağır basmış onda.
Anne olalı beri bedbin lafları bırakmış bir kenara, intiharın fikrini de zikrini de yasaklamış hem kendine, hem cümle âleme. Allah kimseye taşıyacağından fazla ağırlık vermezmiş, hele ki bir başka can taşıyanlara... Tüm bu hamilelik depresyonu, loğusalık humması denen ağır yük, "burjuva" kadınların, bebeklerinden bıkmış oldukları ve onları gizliden gizliye reddettikleri, ancak bunu örtmek için sergiledikleri bezdirici duygusallık gösterileri olmasın, Klaus Theweleit ın belirttiği gibi? Ne de olsa bir kadın asla bir eyleyen veya kendi arzusunun eyleyeni olamadı tarih boyu.
"Hem baba, hem yazar", bir erkek için asla söz konusu olmazken annelik ve yazarlık, ikisinin bir arada yürütülmesi gibi mucizevi bir başarı yükleniyor kadınlara günümüzde. Siyah Süt, bir arz talep meselesine hizmet ettiği kadar, kutsallaştırılmış annelik anlayışına, "kariyer de yaparım, çocuk da" savsözüne, kadının ulusların soysürdürücüleri olarak biyolojik yararına karşı çıkarken bir yanıyla da beyinsel bir uğraş olan yazarlık ile fizyolojik bir durum olan annelik ayrımını yeniden üretiyor kanımca. Kadın bedenine özgü tecrübeleri, hamileliği, anneliği öne çıkarıp yer yer mistifiye ederek cinsiyete dayalı kadın kimliğini olumlayan, kadını yine "ikinci cinsiyet" olmaya mahkûm eden bu anlayış, kadını içkinlikteki domestik alana indirgiyor adeta.
Ancak Elif Şafak mükemmel bir tahkiyeci. Cilalanıp romantikleştirilen annelik mefhumunun yanı sıra doğum sırasında hayatın ve ölümün gizini, acıyı ve sevinci, bir süre için "burada" değil, "orada" oluşu, kadının iyiyken kötüye dönüşümünü son derece keyifli bir akışla, kendisini de sarakaya alarak dillendiriyor. Kaldı ki kızının bir adı Şehrazat; diğeri Zelda. Doğumdan önce, anestezi altında Scott Fitzgerald ın Muhteşem Gatsby kitabını anlatmış ve Zelda diye sayıklamış Şafak. Böylelikle "nihai adsızlaşma", yani öyküsüz kalma dediğimiz şeye mahkûm edilerek çıldıran Zelda Fitzgerald a da hikâyesini iade ediyor, unutmak için yazdığı bu ilk otobiyografik romanında Şafak.
Kızı için "Benim uzantım değil, benden bağımsız bir varlık" dese de o, Winnicott ın belirttiği gibi, "Bebek diye bir şey yok, anne ve bebek vardır" ta ilk günden beri. İçindeki bebeğin yüzü biçimlenirken annenin sesinden de yepyeni suratlar, sûretler doğmaktadır. Çünkü doğurmak, kadının tek benlik, yani bölünmemiş psişe olmasının eşdeğeridir. İronik biçimde, Şafak bu anlatısında Türk ve dünya yazınının anneliği tatmış kadın yazarlarının hikâyeleri arasında gezinirken kendisiyle ve içindeki kadınlarla, ruhundaki öteki seslerle de yüzleşiyor. Sinik Entel Hanım, Can Derviş Hanım, Pratik Akıl Hanım, Hırs Nefs Hanım, Anaç Sütlaç Hanım ve Saten Şehvet Hanım, sanki roman kahramanlarının ebriyoları... Dolayısıyla bu anlatıda da bir kurmaca karakteri olarak yer alıyorlar. Roland Barthes ın nitelemesiyle "adını ağzına almaktan korkan roman" olan yaşamöykülerinin kurmaca olduğu, yaşamöyküsü yazarının anlatmadan edemeyeceği öykülerin kurgulanması olduğu bir gerçek. Birbirinin zıddı Sinik Entel Hanım ile Can Derviş Hanım ın çelişkisi, Şafak ı besleyen kaos, ama Can Derviş Hanım ın tasavvufi birlik kuramındaki ısrarı, oldu bitti çoğulluktan beslenen Şafak ın yapıtlarıyla kendisi arasındaki bağıntıya ilişkin fikir birliğinin (yazarın "tam teşekküllü" bir kadın olması durumunda) değiştiği olasılığının yanı sıra annenin de ilk arzu nesnesi ve ilk abject oluşunu ironize ediyor. Kristeva ya göre, yeni doğmuş bebek de, doğum yapan anne de abject tir. Her ayrım, ondan ayrılışla delice bir pazarlığa bağlı olduğu sürece, "anne" en dehşet verici olan ilk "abject"tir. Bu "abject" ontoloji öncesi ve ötesidir, çünkü ontolojinin temel kategorisi olan "şey" bile onun vücudunu "abject" hale getiren bir fırlatmaya, doğuma bağlı olacaktır. Doğum ile birlikte gerçekleşen ayrımdaki bu delice pazarlıkta, kimi kez anneler galip gelip çocuklarını kendilerinin farklılaşmamış bir devamı olarak görerek onları bedenlerinde yaşatmayı sürdürürken; kimi anneler de başından terk eder çocuklarını. Belki bu annelerin sütü siyah akar daima. Şafak, kitaba Siyah Süt adını veriş nedeninin, kadın literatüründe tartışılan, özellikle Fransız feminist kuramcıların sorduğu şu soru olduğunu belirtiyor: "Süt mürekkebe dönüşebilir mi, kadınlıktan beslenerek kadın yazarlar ayrı bir edebiyat, ayrı bir yazın türü geliştirebilirler mi?" Hem loğusalıktaki hummaya, hem de mürekkep imgesine göndermede bulunmak istiyor yazar; ben bir küçük cep daha açmak istiyorum fakat. Dil ve temsil sistemi, sembolik ve toplumsal düzen dönüştürülmediği sürece kadınların kendi bedenlerinin tini olmayı isteyebilecek kadar kendilerini güvende hissetmeleri, bedenlerine biçimler, sözcükler ekleyerek evrenle ve toplumla kendilerine özgü araçlarla mübadele edebilmeleri olanaksızdır. O zaman yapılması gereken şey kadınların sembolik düzen içinde gerçekten nerede durduklarını sorgulamak ve bu yeri dönüştürmeye çalışmaktır. Doğuya ilişkin mitolojilerde süt gölü imgesi çok önemlidir. Altay ve Türk mitolojilerinde cennette (evren ananın sütüyle oluşmuş) bir süt gölü bulunur. Ancak Batı literatüründe dil, ana dil, anavatanda Sarah Benton ın deyimiyle anne sütüyle dinlenir. Ulusalcı dilbilimcilerin düşüncesine göre bu, gerçek bir ulusun vatandaşını yabancılardan ayıracaktır, çünkü anne sütüyle ana dili dinlemeyenler asla gerçek dili konuşamaz. Bu yüzden ulusal analık, ulusa dahil olmanın tek gerçek kaynağıdır. Bu söylencede kadın bedeni ise kan, er suyu ya da süt gibi kutsal sıvıları taşımak ve güvenle aktarmak için var olan sığınaklardır. Romanlarında hep "öteki"yi ele alan Şafak, sütü yerlileştirirken "siyah"ı ötekileştiriyor olmasın bu kez muzipçe? Zizek in mantığınca düşünürsek beyaz, heteroseksüel bir anne, siyah, lezbiyen bir annenin ne demek olduğunu bilirmiş gibi, anneliği evrensel boyutta kavradığını iddia edebilir mi?
HANDE ÖĞÜT
05.12.2007
yeni şafak kitap |