İÇİMDEKİ KADINLAR
Yazarı unutulmasını isteyerek bir kitabı yazıyorsa, muhtemelen hakkında yazı yazılmasını da istemiyordur. İsteksiz başladığım bu yazıyı, ben de suya yazıyorum. İsteksiz, çünkü sevdiğim bir arkadaşımın çok kişisel bir öyküsünü dinlemiş gibi hissediyorum kendimi, böylesine özel konular hakkında başkalarıyla konuşuyormuş gibiyim. Sözünü ettiğim kitap, Elif Şafak’ın “Siyah Süt” adlı yeni çıkan, hamileliği ve loğusalık döneminde yaşadıklarını temel alarak yazdığı anlatı. Her anne adayı gibi Şafak’ın da sorular üşüşmüş zihnine. Genelde kadınlara üşüşen sorular belki daha çok, doğru bir baba adayı mı, anne olmak için doğru zaman mı gibi düşünceler. Elif Şafak, bu sorulara ilaveten bir de, yazmamı etkiler mi diye soruyor kendine. *** “Siyah Süt” aslında konu olarak annelik ve yazarlık temelinde gelişse de, aklımıza başka sorular takılmasına neden oluyor. Tarih boyunca, sanat, bilim ve felsefeye adanmış hayatların ne denli sosyal yükümlülüklerden uzak geçtiği çok açık. Aristoteles “insan sosyal bir hayvandır” dediğinden beri, tarihte iz bırakmış sanatçı ve filozofların yaşamlarının hiç de sosyal olmadığını biliyoruz. Ezici bir çoğunluğu erkekten oluşan bu seçkinler kulübündekiler şanslılarsa çevrelerinde üstün yeteneklerini anlayan ve onlardan sıradan isteklerde bulunmayan aile üyeleri vardı. O kadar şanslı olmayanlar için durum biraz zordu ama erkekler bu konuda yine de kadınlara nazaran her zaman (en azından 20. yüzyıla gelince dek) zaten daha iyi durumdaydı. Sosyal yükümlülükler elbette her çağda değişti ama yine de her çağda kendini adamış, daha yüksek bir uğurda hizmet ettiğini düşünen yazar, matematikçi, sanatçı vb için her zaman sorun oldu. Bu sorun iki elden ele alınıyor “Siyah Süt”te. Birincisi kadın erkek rollerinin yükümlülükler karşısında farklılığı, diğeri ise sıradan yaşam sürenlerle sanatçılar arasındaki farklılık. Elif Şafak kitabında tarih boyunca bildiğimiz kadınların bu sorunla nasıl baş ettiğini (ya da edemediğini) hayatlarına eğilerek veriyor. Örnekler çok çeşitli. Anne olmayı seçenler ve yazarlık süreçlerinde bundan etkilenmemiş görünen kadınlar var. Bunların sayıları tarihte çok az ama neyse ki günümüzde çoğalan bir sayıyla kadınlar anne olmak ile yazmak arasında birinden diğerini seçmek zorunda değil gibi görünüyorlar. Bir de hiç olmamış olanlar var. Bunlar gerçekleştiremedikleri yazarlık yaşamında sadece kurgu olarak varlar. İçlerinde en ünlüsü Virginia Woolf’un yarattığı, William Shakespeare’in hayali kız kardeşi Judith. Bu listeye Şafak, Fuzuli’nin kız kardeşi Firuze’yi ekliyor. Firuze, doğuda olduğu için işi Judith’den daha zor. Kitapta bu sanal kişilere birini daha ekliyor Şafak, yazar Lev Tolstoy’un karısı Sofya. Hayat öyküsünü çok iyi bildiğimiz Sofya, acaba kocası gibi yazmaya yeltenseydi nasıl olurdu sorusunu soruyor. Hemen ardından da Scott Fitzgerald’ın yetenekli karısı Zelda’nın örneği geliyor. Evlilik, özellikle de üstün yetenekli bir yazar ile evlilik, kadına çok sınırlı bir alan bırakıyor. Ondan beklenen, yetenekli eşine destek olmak. Tarihte kocasının verimliliğini azalttığı düşünülen Contanze Mozart, Sofya Tolstoya gibi kadınlara karşı çok acımasız bir yaklaşım vardır. Şimdi bütün bu konuları tarihte yüzleşmek üzere bir kenara bırakalım. Bugün kadın yazarlar üzerine değil sadece, anne olmanın anlamı üzerine de düşünmek gerek. Çevremde çok fazla kadının anne olduktan sonra değiştiğini gördüğüm için, sorunun anneliğin yaratıcılığı etkilemesi olduğunu düşünmüyorum. Sorun nasıl bir anne olunduğu ile ilgili. Çok beğendiğim, akıllarına saygı duyduğum kadın, evlenip sonra da anne olduğunda konformist ahlaka yenik düşen kadınlara dönüştüler. “Çoraplarını giy, anneciğim, ayakların üşümesin” diyen insanlar olacağını sanmadığım kadınlardı bunlar. Ama ne yazık ki bir kısmı bu role hızla adapte oldu. “Bir gün çocuğum olursa asla…” diye başladıkları cümleleri unuttular. Nesillerden beri yapılagelen hataları onlar da aynı hızda çocuklarının büyüme sürecinde yapmaya başladılar. Bir kadın yazarın annelikten korkma nedeni de belki bu. Yaratıcılığını, başarısını etkilemesi, zamanının çoğu kısmını ailesiyle, çocuğu geçirmek zorunda kalması değil tek sorun, daha büyük bir sorun sıradanlaşmak. Hayal dünyasının uçlarında gezmesine yarayan sıradışı zihni, şimdi onu da birçok kadın (ve erkek) gibi gelenek kalıpları içine mi sokacak korkusu. Kuşkusuz bu sadece yazarların sorunu da değil. İnsanın aile kurduktan sonra, kendini bir zincirin halkası olarak hissetmesi ve bu halkanın bozulmaması için gereksiz bir gayrete düşmesi bence sorun. *** “Siyah Süt”ün en hoş yanlarından biri, yazarın iç monologlarını, düşüncelerini kendi içinde kurduğu parmak kadınlar aracılığıyla aktarması. İçindeki sorgulamayı, ikilemleri ve hatta kararsızlıkları iktidar olma tutkusu taşıyan parmak kadınların savaşı olarak vermesi, kuru bir otobiyografi olmanın ötesine taşıyor kitabı. İlk başta ruhunun derinliklerinde doğu, batı, kuzey ve güney yönlerine yerleşmiş dört kadın var. Bunların her biri kendi yönüne çekmeye çalışıyorlar ruhu. Daha sonra birkaç parmak kadın eklendikçe İçimden Sesler Korosu, uyumsuz çok seslilik içine giriyor. Kitabın bu bölümleri çok içten ve güzel yazılmış. Kadın yazarlarla ilgili bölümler ise bu güzellikten biraz yoksun. Bazıları ansiklopedik bilgiler gibi geldi bana fakat bunların içinde Sylvia Plath’la ilgili bölüm çok etkileyici. Burada yazarın korkularının ne denli derinlere gidebileceğini görüyor okur. Anneliğin ne denli korkularla dolu olduğunu iyice gösteriyor. Kitapta etkilendiğim şeylerden biri de, anneliğin taşıdığı korkular oldu. Hamilelik boyunca nasıl bir bebek olacağını bilmeden, bilinmez bir varlığı taşıyor olmak, bebeğe yazılmış eşsiz güzellikte (kısacık) bir mektupta dile getirilmiş. Kitabın doruk noktası kuşkusuz bu mektup.
Bu yazı Dünya Gazetesi Kitap ekinin Aralık sayısında yayınlandı.
Asuman Kafaoğlu-Büke
|