Baba ve Piç çerçevesinde Elif Şafak’ın Romancılığı
Son zamanların kuşkusuz en çok tartışılan isimlerinden biri Elif Şafak. Daha önce İngilizce roman yazmasıyla tartışma yaratan yazar, Baba ve Piç’le gündemi oldukça meşgul etti. Bir yandan Ermeni Meselesinin dünya siyasetinde şu sıralar önemli bir yere sahip olması, bir yandan bu konuda mimli olan Orhan Pamuk’un Nobel alması “vatan haini yazar” sıfatını tekrar gündeme taşıdı.
İlk romanı Pinhan ile 1998 yılı Mevlana Büyük Ödülünü alan yazarın romanlarında gerek konu, gerekse üslûp bakımından bazı karakteristik özellikler hemen göze çarpıyor. Öncelikle bütün romanlarında yoğun bir mistisizm var. Büyüler, büyücüler, cinler, efsaneler, olağan dışı karakterler… Aynı zamanda neredeyse tüm romanlarında Osmanlının sokakları karşınıza çıkıyor. İlk romanları olan Pinhan ve Şehrin Aynaları zaman olarak Osmanlı devrini seçmiş. Bu gelenek Mahremle biraz değişiyor. Ana olay yakın tarihte geçerken yine arka plan Osmanlı zamanına dayanıyor. Bit Palas da bunun gibi. Bir yandan o sırada apartmanda oturanların hikayelerini dinliyoruz, bir yandan da sokağın ve apartmanın geçmişini. Gitgide arka planın geçmişçiliği azalıyor ve Araf’ta neredeyse kendisini hiç göstermiyor. Bu sebeple Araf’ı başka bir kefeye koyabiliriz. Amerika’da okuyan yabancıların hayatını anlatıyor yazar burada. Arizona Üniversitesi’nde akademisyenlik yapan Şafak’ın artık yeni bir ırmaktan beslendiğini görüyoruz. Çünkü bunun hemen ardından Baba ve Piç’i yazıyor: Amerikalı bir Ermeni kızın hikayesini…
Bu iki romanın bir diğer ortak özelliği de İngilizce yazılması. Bu yüzden sert tepkilere maruz kalan yazar bir röportajında şöyle anlatıyor durumu: “Başka bir dilde yazmak, edebi sesini bir başka dilde yeniden bulmak bir yazar için heyecan verici. Hem korkutucu bir serüven, hem zenginleştirici. Ben İngilizce yazmayı Türkçe yazmanın yanı sıra bir zenginlik olarak yaşıyorum.”
Baba ve Piç’e dönersek, sadece başka bir dilde yazığı için bu ağır eleştirileri hak etmediğini düşündüğüm yazar, bu romanıyla artık neredeyse vatan haini sayılıyor. Bu komik bakış açısının daha çok romanı okumayanlara ait olduğunu düşünüyorum. Bir Diaspora Ermenisi gözüyle anlatılan bölümler elbette yaşananlara ‘soykırım’ diyecektir. Çünkü Diaspora Ermenileri bu kelimeyle büyütülüyor: soykırım. Şafak’ın dikkat çekmek istediği de bu aslında, küflenmiş bir tarih yüküyle büyüyen, büyüklerinden bu hikayeyi dinleyip bu nefretle yetişen diasporalıları eleştirmek. Aynı zamanda da Türklerin bu konuyu “nasıl olsa bu hiç olmadı” diyerek umursamamaları da yazarı rahatsız ediyor. Yani roman iki paralellikte gidiyor: tamamen geçmişe odaklı hafıza ve geçmişi önemsemeyen hafızasızlık. Elif Şafak her iki milliyetçiliği de eleştiriyor aslında. Çünkü romanda Ermenilerin de Türklere yaptıklarına yer verilmiş. Bu konu için şöyle diyor yazar: “Bir Ermeni de çıkıp beni dava edebilir bu yüzden. Çünkü oradaki bazı Türk karakterler de Ermeniler hakkında çok olumsuz şeyler söylüyor. Mesela Ermeniliği aşağılamaktan mahkemeye gidebilirim. Bunun sonu yok.”
Başka bir röportajında kendisine soykırım var mı diye sorulan Şafak şunu diyor: “Bu terimi, her ne kadar kitabımdaki kahramanlardan biri kullansa da şahsen ben kullanmıyorum. Bu, siyasi bir tartışmadır. Ben, önemli olan düşünce özgürlüğüdür diye düşünüyorum. Kimileri tehcir diyor, kimileri kıyım. Tanım o kadar da önemli değil. Ben tarihçi değilim, sadece bir yazarım.”
Aynı topraklarda yaşadığımıza, bir zamanlar çok iyi komşu olduğumuza, sadık millet olduklarına, zanaatkarlarımızın onlar olduğuna dikkat çekmek istemiş bence yazar. Soframızdaki yiyecekler bile aynı çünkü. Roman boyunca bu ince ayrıntılar çıkıyor karşınıza ve düşmanlığın sebebini anlamaya çalışıyorsunuz. Örneğin bir Türk’ten eziyet gören bir Ermeni çocuğu başka bir Türk tarafından korunup kollanıyor. Her milletten var kötü insan, olay bu kadar basit aslında. Kısacası, son derece objektif bir bakış açısına sahip roman; acıysa iki taraf da çekti çünkü… Romanın sonuna kadar bir Ermenin gözüyle bakılan için (çünkü Türkler olayı umursamıyor bile), romanın sonunda bir Türk entelektüel şöyle diyor ve bence bu yazar için yapılan suçlamanın ne kadar saçma olduğunu da kanıtlıyor:
“Öyle bir şey olmadı dedi” Ultra Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi başını hızlı hızlı sallayarak. “Hiç öyle bir şey duymadık.” Piposundan derin bir nefes aldı ve sarmalanan dumanlar arasından Armanuş’un gözlerine baktı. Sesi alçalıp, cana yakın bir fısıltıya dönüşmüştü. “ailen için çok üzüldüm, taziyelerimi kabul et. Ama o zamanlar savaş zamanıydı. İki taraftan da insanlar öldü. Ermeni isyancıların ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikayenin öteki tarafını düşündün mü hiç? Eminim düşünmemişsindir! Acı çeken Türk ailelerine ne diyeceksin? Olanlar çok trajik ama 1915’in 2000’ler olmadığını anlamamız lazım. O zaman her şey farklıymış. Türk Devleti bile yokmuş, Osmanlı İmparatorluğu varmış. Modernite öncesi devir, modernite öncesi trajediler…” İşte bu paragraf yazarı temizliyor bence. Yazarlara etiket yapıştırmak, başından beri insanlığın aşina olduğu bir şey nasılsa. Şafak iyi bir romancı, farklı bir sesi var, kurguları çok başarılı. Kuşkusuz günümüzde başarılı olan yazarlar içinde adı sayılmalı. Gerçi sayılıyor da zaten. Ama bazen gürültülerden duyamıyoruz işte…
Deniz Depe, Türk Dili ve Edebiyatı
Altı Numara, Haziran 2008
|