Elif Şafak’ın son romanı Aşk’ı okumaya başlarken Babazula çalıyordu. Bir aşk şarkısı bu: “Bir sana bir de bana”… Aşk, üç harf. Varlık üç harfin içinde: Ayın, şın, kaf. “Bir aşktan doğduk” der İbn Arabi hazretleri. Aşk, varlığın mayasıdır.
Bilgelerin aktardığı o ünlü habere göre “Gizli hazine, bilinmeyi sevmiş, kainatı bu sırdan yaratmıştır…” Yani sevgi (hubb), aynı zamanda bilginin, bilmenin ve bilinmenin de kaynağıdır. Şafak’ın romanı, böylesi muazzam bir sırrı, Amerika’dan bir karı kocanın hikayesi içinden anlatmaya soyunmuş.
Elif Şafak’ın romancılık macerasında özellikle Pinhan ve Mahrem’le belirmiş olan bir bilgelik damarı vardı, bu, Aşk’la yeniden belirdi. Bu yatakta akan anlatılar, hangi zaman ve mekanda, neyi anlatırsa anlatsın, aslında hep pervane gibi ateşin çevresinde dönüp durur. Yanmak ister. Yazmak bu anlamda yanmaktır. Zira Şafak’ın da belirttiği gibi, yazar aslında her öyküsü ve romanıyla bir tür ruh göçü yaşayarak ötekinin öyküsünü anlatır gibi görünür ama sonuçta anlattığı büyük insanlık hikayesinin, o meta hikayenin bir parçası olarak kendi hikayesidir. Okumak nasıl, Nietzsche’nin dediği gibi, ‘sürekli başka benlikleri dinlemek’se, yazmak da, daima başka benlikler olmak, başkası haline gelmek, başka ruhlarda konuk olmaktır.
Çözülemeyen muamma
Bediüzzaman, Muhakemat’ın On ikinci Mesele’sinde, hikâyeden söz ederken, “Hem de hikayette olursa, yazar mahkii anha hulul etmek (birinci tekil şahsın, hikaye edilenin ruhuna girmek) ve onun lisanıyla tekellüm etmektir…” der. Kahramanların, öykü edilenin diliyle konuşmak… Bu gerçekten zordur. Şafak’ın başarılarından biri, bu ‘hulul’dedir. Anlattığı insanların diliyle konuşabilmektedir. Romandaki kimi bilgilere ilişkin yanlışlara işaret eden Tuğrul İnançer hoca, bu çetin işin ne denli duyarlı, zor olduğunu imâ etmektedir. Bu zorluk sadece Şafak için değil, böylesi anlatılara girişen her yazar için geçerlidir.
Şafak, bu yüzden, modern zamanlardan kimi insanların öyküsü içinden, o hâlâ çözülemeyen muammaya dalmış, aşkın hallerinden birkaç hali, büyük bilge Hz. Şems ile Hz. Mevlânâ’nın hikayesine doğru sızmaya çalışmıştır. Hz. Mevlânâ, sadece Mesnevi, Divan-ı Kebir ve rubailerinden ibaret değildir. Onlar, sessizlikten geriye kalan birkaç müşahede, vizyondur. Sessizlik, sadece söylenmeyeni kuşatmaz, söylenemeyeni de içerir. Bu bağlamda, Hz. Mevlânâ’nın, hele hele Hz. Şems’le olan macerası yüzlerce, binlerce anlatıya da konu edilse tam olarak anlatılamaz. Çünkü “Aşk nedir?” diye sorulduğunda Hz. Pir, “Ben ol da bil” buyurmuştur. Şafak’ın romanının bize ima ettiği ikinci sır, aşk’ın hallerinin, doğrultusu ile ilgili olmasıdır. Mecazi-hakiki aşk ayrımı, aşkın mahiyetinden çok, yönü ile ilgilidir. Zira kalbe düşen her aşk sırrı, aynı büyük sırdan mülhem olmalıdır. Yani kime âşık olursa olsun, insanın kalbine inen bu sır hep ilahidir, Allah’tandır. Ama doğrultusu O’na olmayabilir. Bu durumda, bilgeler aşkın mecazi veya hakiki olanından söz eder. Yoksa İbn Arabi’nin dediği gibi, aşk, bütünün parçaya olan iştiyakı, insanın kendi yurduna olan düşkünlüğündendir. Zira varlık birdir ve aşk, kesreti, çokluğu kaldırmaz, birlemek, birlenmek ister.
Hz. Mevlânâ, kamil insanın hikayesidir. Aşk muallimi olan Hz. Şems’le karşılaşana değin hakikatin bütün harici formlarını ve bilgilerini edinmiş, fakat büyük öğretmenin ifadesiyle henüz ‘kıyl u kal’ düzeyinde kalmıştır. Ta ki, onun aklını kıran sorusuyla karşılaşana değin… Rivayete göre Konya sokaklarında karşılaşan bu ırmakla deniz, aklın bir bağ olduğunu bize yeniden hatırlatır ve dış dünyadan soyutlanarak bir hücreye kapanır. Hz. Mevlânâ, kendisini hakikate nüfuz için bir ateşin içine çeken Hz. Şems’e ha demeden hayran olur, sonsuz ve mutlak olana duyduğu iştiyakla onu sever. Böylece ‘hamdım, piştim, yandım’ sırrına erer. Onu yakan ezeli sırra, aşka erişir. Hz. Şems, onu, aşk mektebine kaydeder, muhabbeti kendisinde kilitlenince de sırra kadem basar, kaybolur. Bu ayrılıkla sürekli yanan Hz. Mevlânâ, seyr-i sülûkunu yapar, hakikati en üstün düzeyde idrak eder, yetkinleşir ve kamil insan haline gelir. Şafak’ın aslında Aşk’ta anlatmaya çalıştığı sır, bu büyük hikayenin sırrıdır. Hoca iken talebe haline gelmek, insanın ‘sahip olduğunu sandığı şeylerden’ vazgeçmesidir. Bir şeye talip olursan o seni terk eder. Gerçi insan talep ettiği kadardır, talep ettiği şeydir. Ama bir şeye güvenirsen Allah, onu seninle baş başa bırakır. Talepten vazgeçmek o şeye ulaşmanın ilk adımıdır. Hz. Şems’in Hz. Mevlânâ’ya öğrettiği sırrı en güzel, Mesnevi-i Şerif’in en büyük konuklarından büyük bilge Harakani hazretleri anlatır: “Derviş kime denir? Derviş odur ki, bir kuşa benzer. Yuvasından, yavrularına yiyecek bulma umuduyla çıkar, yiyecek bulamaz, yolunu yitirir ve bir daha yuvasına geri dönemez…”
Aşk, böylesi bir meseleye dalıyor. Oysa “bu aşk bir bahr-ı ummandır, ona hadd ü kenar olmaz” demişler… Orada kesinlik kaybolur, sınırlar silinir, algı sınırlarımızın hiçbir anlamı kalmaz, bireysel psikolojiler anlamını yitirir.
SADIK YALSIZUÇANLAR
Kitap Zamanı, Sayı: 39, Nisan 2009
|