Dördüncü romanı Bit Palas la Elif Şafak "eve" dönmüş. Burada evi metaforik anlamıyla kullanıyorum. Bit Palas a kadar romanlarında arayış temasının değişik derecelerde egemen olduğu Elif Şafak, son romanında hem memleket aşırı gezginciliği, hem de şehrin sokaklarını arka plana iterek bir evde duraklıyor. Bu duraklamayla amaçladığı ise romanlarında gene çok belirgin bir başka temaya, iç-dış karşıtlığına, bir çatı arayışı. Bu çatıyı önce Bon Bon Palas olarak kurulan, ama sonra Bit Palas olarak anılmaya mahkûm on daireli bir apartmanın sakinlerinin yaşadığı yerde buluyor. Gelgelelim, her ev gibi kapıları kapananınca dışarıya da kapalı olması gereken bu apartman asla kapanamıyor, çünkü içeriye, İstanbul un o bitmez tükenmez çöp yığınlarının kokusu sızıyor. Dairelerine çekildikten sonra dışarıya kapandıklarını zanneden apartman sakinleri de aynı kokunun evlerine, odalarına, giderek genizlerine yerleşmesini engelleyememenin çaresizliğini yaşıyorlar. Kurgu, bu kötü, ama çok kötü kokunun nereden geldiğinin keşfedilmesi doğrultusunda gelişecektir. Sanıldığı gibi sokaktaki çöp yığınlarından mı, yoksa içerden, çok içerden, genzimizden daha derin bir yerlerden mi? Kitabı bitirdikten sonra bu soruyu yanıtlayacak olan okur, Elif Şafak ın konusunu da, mesajını da kavramış olacak, romanın insani ve felsefi boyutuna nüfuz edecek, yani bir anlamda "içeriye", "evin en içine" bir yolculuk yapmış olacaktır.
Sürgünler evi
Bir metne ev teması girdi mi, beklentimiz ya bir kaçış, ya da hapsoluş; ya bir sürgün, ya da eve dönüş öyküsü okumaktır. Bir de biliriz ki, bütün evler perilidir; insanın sığınağı, kabuğu, kalesi, kâbusu, hapishanesi, yitirdiği mekân, ya da gömdüğü sırların uğursuz barınağıdır. Bazan evden ne denli uzağa gidilirse gidilsin, evi içinde taşır insanlar. Tersi de doğrudur; ne denli eve yerleşmiş olurlarsa olsunlar, orada sürgündürler. Bit Palas daha Bon Bon Palas olarak kuruluşunda bir sürgünler evidir. Yalnızca kurucuları, Rus sürgünü karı koca Agripina Fyodorovna Antipova ve Pavel Pavloviç Antipov değil, aynı zamanda bütün daire sakinleri sürgündürler Bir numaradaki kapıcı Musa ve Meryem çifti köyden, iki numaradaki Sidar memleketi İsviçreden, üç numaradaki Celal büyüdüğü Avustralya dan, altı numaradaki Nadya Rusya dan, yedi numaradaki anlatıcı karısıyla yaşadığı evinden, sekiz numaradaki Mavi Metres her yerden, on numaradaki Madam Teyze, toplumdan. Elif Şafak bu farklı sürgünlük durumlarını deşerek anlatır Bit Palas taki yaşamı. Her sürgün, Bit Palas a sürülmüş olduğu yaşamdan bir şeyler getirmiş ve orada saklamaktadır; böylece roman bir boyutuyla da bir perili evin nasıl kurulduğunu anlatır. Ama bütün perili evler hastalıklıdır ve hastalık yayar. Zaten Bon Bon Palas da iki mezarlık üzerine inşa edildiği için, daha kuruluşundan ölümle akrabadır. Apartman sakinlerinin sürgünlükleri dışında paylaştıkları diğer ortak özellikleri de psikolojik kökenli çeşitli hastalıklardır. Bir numaradaki Meryem eşya fetişisti, iki numaradaki Sidar intihar saplantılı, üç numaradaki ikizler kimlik krizinde iki kardeş, dört numaradaki Ateşmizacoğullarının her biri değişik derecelerde nörotik ve psikotik dertlerle malûl, beş numaradaki Hacı Hacıoğlu sürekli cinlerle uğraşan bir meczup, altı numaradaki Karısı Nadya bir dizinin sanallığında gerçeği unutmaya- belki de hiç unutmamaya- çalışan mutsuz bir kadın, yedi numaradaki anlatıcı alkolik, sekiz numaradaki Mavi Metres kendini keserek acısını ifade eden zaten yaralı bir kadın, dokuz numaradaki Hijyen Tijen saplantılı bir temizlik hastası, ve on numaradki Madam Teyze bir çöp biriktiricisidir. Okur, bu listeyi düşününce anlar ki çöp kokusu aslında çağın vebasının kokusudur; yalnızlığın ve yalnızlığın beslediği psikolojik rahatsızlıkların. Yedi Numarada oturan anlatıcıya gelince, onun sürgünlüğü, romanın sonunda keşfedeceğimiz gibi çok katlıdır. Ama "dikey çizgiyle, yatay çizgiyi", yalanla gerçeği, şiirle düzyazıyı birleştiren de odur. Yedi Numaradaki anlatıcı Elif Şafak ın, daha ilk kitabından beri hepimizin dikkatini çeken, ifade gücü yüksek ve zengin Türkçe siyle konuşur. Bit Palas ta anlatıcı sesi, tam egemen, bilmiş anlatıcı sesidir. Bütün karakterlerin içinden geçenleri, kendileri bilse de bilmese de, o bilir. Agripine Fyodorovna Antipova dan söz ettiği şu cümle, diğer kişileri takdiminde kullandığı dile iyi bir örnektir "Hâlâ savaş yorgunu şehre umarsız gözlerle bakarken, rengini keşfetmeye çalışmadı. İstanbul daki son gününde, tuhaf bir göz hastalığına yakalanmış ve aniden yitirivermişti renkler âlemini. Artık gördüğü tüm sokaklar ve binalar, insanlar ve aynalar... her şey, siyah beyaz fotoğraf kareleriydi. Sanki tüm dünya perdelerini, pencerelerini, panjurlarını kapatıp, ona küsmüştü. Aldırmıyordu." (s. 49) Böylesine kişilerin içine nüfuz edebilen anlatıcı, aynı zamanda iyi bir ahkâm kesicidir de. Sık sık gözlemler, ve geneller. "Dünya üzerindeki tüm canlılara sebil edilmiş bir nitelik değildir iğrenmek. Hayvanlara değil insanlara özgüdür ziyadesiyle."(s. 252) Ya da "Evli bir kadının başına gelebilecek en vahim talihsizliklerden biri, onun dayattığı yasakları, koyduğu kuralları çiğnemenin yollarını aradığı esnada, suçortağı olabilecek bir başka kadın çıkartmasıdır hayatın kocasının karşısına." (s. 233) gibi. Dolayısıyla, çok olaylı bir kurgudan ziyade portreler, ilişkiler, ve yargılara dayanan bu anlatı, okura klasik bir roman okuyor olmanın tadını anımsatır. Ama eğer kılı kırk yaracaksak şu soruyu da sorabiliriz Kendi bilinci oldukça zayıf olan anlatıcı, bu derinine nüfuz eden sesi nereden bulmuştur? Yedi numarada oturan, zayıf kişilikli ve çocuksu anlatıcı için, romanda duyduğumuz ses fazla olgun bir ses değil midir?
Yazarın kaderi
Eleştirel bir tonla sorduğum bu soruya, şu yanıtı vermek de mümkündür tabii. Anlatıcı, dediğim gibi, çok katlı bir sürgündedir. Onunla önce çok iğreti bir biçimde yerleştiği Bon Bon Palas taki dairesinde tanışırız. Su ya ihanetinden sonra ise onu şehrin sokaklarında bir çöp sürgünü olarak izleriz. Artık o da apartmanın diğer sakinleri gibi bir saplantı sahibidir. İstanbul un sokaklarında dolaşarak çöp yazıları biriktirir. Kopya eder, sınıflandırır. Tuhaf bir mizah gizlidir bu saplantıda. Çivi çiviyi söker türünden bir çöple arınma eylemidir sanki. Ama hemen bir kaç sayfa sonra, kitabı çerçeveleyen son bölümde, anlatıcının asıl sürgün mekânının bir hapishane olduğunu anlarız. Ve öyküsünü hücre arkadaşına anlattığını. "YA SONRA NE OLMUŞ?" dedi hücre arkadaşım ısrarla. "Sonrası yok. Adam, hiç bir zaman işe yaramayacak çöp yazıları biriktirmeye başlıyor işte." (s. 379) Romanı çerçeveleyen bu çok çağdaş son, okuru en klasik arınma öykülerinin ana eylemiyle buluşturur Boynundaki vebalden kurtulmanın, vicdanını bir miktar hafifletmenin tek yolunun öykülemek olduğunu keşfeden günahkâr-yazarın kaderidir bu. Anlattıkça arınamasa da, olgunlaşacaktır.
Jale Parla, “Bit Palas”, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
|