‘Çiftdillilik’ okur için bir şans olabilir
Zaman gazetesinde, 29 Ocak 2004’te “Elif Şafak’ın İngilizce romanı ‘çiftdillilik’ tartışması başlattı” haberini okuduğumda, edebi bir konunun böylesine ele alınışı beni sevindirdi.
Çünkü şu bir gerçek ki, edebiyat eleştirmenleri ve tarihçileri, çağdaş yazarların doğdukları yer veya tâbi oldukları vatandaşlıklarına yabancı bir dilde yazdıklarını görünce, bu yazarları ve eserlerini nasıl sınıflandıracakları konusunda kararsızlık yaşıyorlar. Örneğin, Almanya’da çiftdilli olarak büyüyen ve daha çok Almanca yazan şair Zehra Çırak’ın şiirleri Alman edebiyatının mı, Türk edebiyatının mı ürünü sayılır? Şiirlerinin çoğunun konusu, çiftdillilik ve çiftkültürlülük ile alakalı olsa da onları, sadece Almanca bilen biri okuyabilir. Bu yüzden Zehra Çırak Türkiye’de bilinmez. Maalesef, şiiri Almanya’da da ancak sınırlı bir kitleye, yani ‘azınlık edebiyatı’yla ilgilenen okuyuculara ulaşır. İşte bu şekilde yetenekli ve genç bir şair de ‘arada, arafta, eşikte’ kalıyor.
Ancak dünya geneline bakarsak, doğuştan çiftdilli yetiştirilen, yoğun yabancı dil eğitimi gören veya göç edip gurbette yaşayan edebiyatçı çoktur ve aralarında birden fazla dili başarıyla kullanan yazarlar da vardır. Haberde söz edilen Milan Kundera ile Franz Kafka dışında, Rusça–İngilizce yazan Vladimir Nabokov, İngilizce yazan Güneli Gün, Türkçe, İngilizce ve Almanca yazan Aysel Özakın ile Almanca yazan Akif Pirinççi’yi unutmayalım.
Aslında ‘çiftdillilik–çiftkültürlülük’ meselesi, Amerikan edebiyatı ve Avrupa edebiyatında en azından 15 senedir yoğun bir şekilde tartışılıyor. Amerikan ve Alman edebî söylevlerinde, mesela Afro–American literature (Afrikan–Amerikan edebiyatı), Chicano literature (Meksikan–Amerikan edebiyatı), Gastarbeiterliteratur (konuk işçi edebiyatı)ve Migrantenliteratur (göçmen edebiyatı) gibi sınıflandırmalar kullanılır. Ancak bazı yazarların eserlerini yalnızca dili veya etnik aidiyeti cihetiyle sınıflandırmak mümkün olmadığı için, bu tür kategoriler sık sık yetersiz kalıyor.
Bu mesele oldukça karışık; çünkü bir yazarın çiftdilliliği, kendi çiftkültürlülüğünü yansıtabilir. Münih’te yaşayan Alev Tekinay’ın, Türk ve Alman kahramanları bir araya getiren hikayeleri, buna örnek verilebilir. Bunun tam tersi bir örnek ise yine Almanya’da yaşayan Akif Pirinççi’nin polisiye romanları veya Renan Demirkan’ın romanıdır. Bu isimlerin eserlerinde çiftkültürlülük görülmez. Bir edebiyatçı olarak beni asıl ilgilendiren soru “Bir yazar hangi koşullarda yabancı dilde yazabilir?” değil; “Çiftdilli yazar, hikayesini anlatırken bildiği iki dilin kaynaklarını nasıl kullanıyor, eserlerinde iki farklı edebî geleneğin tesiri görülüyor mu?” sorusudur. Yani iki dilin, iki kültürün arasında olan yazar, okuyucuya nasıl bir bakış açısı kazandırıyor, ona nasıl bir edebî zenginlik katıyor, bunu merak ediyorum. Buna bir örnek vereyim: Berlin’de yaşayan, Almanca yazan Emine Sevgi Özdamar, “Das Leben ist eine Karawanserei” (Hayat bir Kervansaray) adlı romanında, birçok Türkçe deyimi Almancaya çevirerek Anadolu dili ve kültürünü alışılmışın dışında bir şekilde tanıttığı için, Almanya’da çok ilgi gördü. Hatta kimi Alman eleştirmenler, “Dilimizi tazeledi’ diye Özdamar’ı övdü.
Elif Şafak’ın yeni kitabının Türk edebiyatına mı, yoksa İngiliz/Amerikan edebiyatına mı ait sayılacağı sorusuna bir cevap vermek gerekirse; bence büyük ihtimalle Türk edebiyatının ürünü olarak algılanacaktır. Çünkü Elif Şafak ancak kısa bir süre için Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunuyor. Fakat zaman bize ne gösterecek bilemiyoruz. Belki Amerika’da da sadık bir okuyucu kitlesi bulacaktır. Biz de son romanını merakla bekliyoruz.
Jeannette Squires, Zaman, 11.02.2004
|