Aslında kazık kadar oldum ama sanki daha büyürüm gibime geliyor…
Bir Türk olarak Strasbourg’da doğdu… Gençlik yıllarını İspanya’da geçirdi… Geldi ODTÜ’de Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi… Siyaset Bilimi’nde doktorasını yaptı.. Ama uzmanlığını Çağdaş Batı Politik Düşüncesi üzerine ve buna ek olarak Orta Doğu Çalışmaları üzerine yoğunlaştırdı… Akademik geçmişi onu kendi edebiyat anlayışında da besledi. Romanlarında her iki kültürün de yoğun etkisi hissedildi.. Önce “Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinden Kadınsılık-Döngüsellik” adıyla yazdığı yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği tarafından ödüllendirildi… Ardından ilk romanı Pinhan ile 1998 Mevlânâ Büyük Ödülü’ne layık görüldü…
Hiçbir zaman kendini bir yere ait hissetmedi.. Onu ilgilendiren hep bir bütünü bozan sapma, ana yoldan çıkan tali yol oldu. Kimi zaman katil kimi zaman kurban oldu… Kimi zaman şişman bir kadın kimi zaman usta oldu… Romanlarında hep olmadığı kişilerin içine girdi. Okurlarını her bir kitabında zaman, mekan ve farklı kültür yolculuklarına çıkardı… Ama tasavvuf onun edebiyatının ayrılmaz bir katmanı oldu. Aidiyetini coğrafyaların içindeki kültürlerde değil kendi içinde aradı. Onun için söylenen postmodern ya da tarihi roman yazarı gibi nitelendirmelerden mümkün olduğunca kaçındı… Çünkü bu tür kategorik ayrımların yazarlar için değil kitaplar için yapılması gerektiğini düşündü…
Hangi bedenin içine girerse girsin hep “Yabancı” oldu. Enkazların ardından kelimeleri çıkardı, buyur etti haznesine… Öztürkçeci aydınlar tarafından bolca eleştirildi. Çünkü onların dil anlayışını topyekûn reddetti. Çünkü dili sürekli genişleyebilen bir organizma olarak gördü. Türkiye’nin batılı yüzünü temsil etmesine rağmen tasavvuf ile din ile Osmanlıca ile bu kadar yakın olması şaşırttı insanları… Ama o artık bu kalıpların yıkılmasının zamanının geldiğini düşündü.
Elif Şafak, şu ana kadar yayınlanan biri Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker ve Pınar Kür ile birlikte birbirlerinin ardından, birinin bıraktığı yerden yazdıkları Beşpeşe adlı romanı ile birlikte yedi romanında beşincisi olan The Saint of Incipient Insanities ı yani Araf’i İngilizce olarak yazdı. Ardından Aslı Biçen tarafından Türkçe’ye çevrildi. Çünkü Araf’i yazmaya başladığında “kelimeler onun zihnine öyle düştü”. Rüyasında zihninde İngilizce şekillendiği için öyle yazıldı. Yazdıkça kendini yazdırdı. Ritmi o dilde oldu. Ve bu ritim ‘Kim gerçek yabancı? Bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?’ sorusunu sordu.
Yazarın aynı zamanda yine Metis Yayınevi’nden kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarından bir araya getirilmiş bir seçki çıktı. Son olarak ise ismine bakıp da aldanmamanız gereken Mart 2006 basımlı Baba ve Piç romanı kitapevlerinde yerini aldı…
Ama tüm bunların ötesinde, benim, yazarın Bit Palas romanını okuyarak tanışmamın ertesinde onunla ilgili en güzel anım bir telefon konuşmasında şekillendi.
Ben: Elif Şafak ın Mahrem’i var mı sende… Mabel: Evet, var.. Ben: Okudun mu peki? Mabel: Hayır Ben: Neden? Mabel: Mahrem diye… (:
Ama gazetede onun haberi olmadan onunla karşılaşmam ise eminim ki daha iyi… Elif Şafak Beyoğlu Gazetesi nde Yurdaer Erkoca’yı bir görüşme için beklemektedir…
Ben: Abi bu hatun insan kim yahu. Feryat: Elif Şafak işte… Ben: Hadi… Feryat: Valla… Ben: Vay be… Hatunmuş harbi
Selen İ. Serdaroğlu, yitikulke.com
|