Elif Şafak edebiyat hayatına 1994 yılında yazdığı Kem Gözler Anadolu adlı öykü kitabıyla girer. Onu 1997’de yazdığı ilk romanı Pinhan takip eder. Yazar bu kitabıyla 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü kazanır. 1999’da Şehrin Aynaları’nı yazan yazar 2000’de yazdığı Mahrem’le de Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü’nü kazanır. 2002’de yazdığı Bit Palas’ı 2004’te İlgilizce olarak yazdığı “The Saints of Incipent Instanities” orijinal adlı Araf izler. Yazar son olaraksa Med-Cezir adlı makalelerinden oluşan kitabı 2005 yılı itibariyle çıkarmıştır. Elif Şafak’ın 2004 yılında yazmış olduğu bu roman diğer romanlarıyla iki farklı açıdan belirgin bir şekilde ayrıdır. Bunlardan ilki roman kurgusu bakımındandır. Araf belki de yazarın en düz, en az katmanlı romanıdır. Pinhan, Şehrin Aynaları, Mahrem romanları oldukça girift bir yapıya sahiptir. Bu yapı kendini Bir Palas’la kırmaya başlarken Araf’ta en çok kendini gösterir. Roman, okumak amacıyla farklı ülkelerden farklı kültürel ve dinsel yapılardan Boston’a gelen gençlerin yaşamını konu eder. Bu gençler alabildiğince farklı olmalarına rağmen ortak bir hayat sürerler eski bir Boston evinde. Anlatı, romanın baş kişilerinden olan Ömer ÖZSİPAHİO?LU’nun doktora için geldiği Boston’da ev arkadaşı olan Faslı Abed’le İngilizcenin hayatına daha da önemlisi ismine yaptığı değişikliklerden yakınır vaziyette oturdukları Gülen Saksağan barında başlar. Ömer yirmi küsür yıldır sahip olduğu ismindeki noktaları kaybetmiş, bunun acısını da içinde yoğun bir şekilde hissetmiştir. Kaybettikleri sadece isminin noktaları değil, kültürü, vatanı, ailesi gibi görünse de aslında onun içine düştüğü boşluk ilk defa kendini noktalarının kaybıyla somut olarak gösteren aidiyetsizlik duygusudur. Daha önce çok da dikkatini çekmeyen içindeki boşluk, noktalarının kaybıyla görünür olmuştur. Elindeki peçetedeki ismine kaybettiği noktalarını tekrar tekrar ekleyerek zaman geçirirken arkadaşı Abed artık gitmeleri gerektiğine kanaat getirir ve bardan çıkarlar. Ömer tüm gece Abed’in kafasını doldurduğu eşi Gail’i yolda da anlatmaya devam eder. Ta ki apartman kapısına gelip zile gözü takılana kadar eğer kalemini barda unutmuş olmasa noktalarını ismine geri ekleyecektir. Apartmandan içeri girdiğinde ise alıştığı apartmanın o kendine has ekşi kokusunu duyar ve posta kutusunda kendi adresine gelmiş üzerinde “Zarpandir” yazan mektubu alır ve yukarı çıkarken karısının diğer ismini ilk defa öğrenmenin şaşkınlığını yaşar. Zarpandit: “her gece ay doğarken tapınılan hamile bir Asur-Babil tanrıçası. Gümüş ışıltısı” Onun bu şaşkınlığıyla biz de bir geri dönüşle “Karga” başlıklı bölümle Gail’in ilk üniversiteye geldiği güne döneriz. Hiç kimseyi tanımamanın verdiği yalnızlıkla her zamanki gibi kolay yenebilme özelliği dolayısıyla muz ve çikolata atıştırmaktadır bir tAraftan da öğrenci kimliği almak için uzun bir kuyrukta beklemektedir. Obsesif-kompulsif olan gail yediği muzların içine sürekli bakmakta ve içinde gördüğüne inandığı harfin çağrıştırdıklarının onun o gününü yönlendireceğine inanmaktadır. “Küçük bir ısırık aldı ve yumuşak beyazımtırak meyvenin ortasındaki koyu, tırtıklı lekeyi inceledi. Her zamanki gibi muzun içinde bir harf vardı ve bu seferki harf P’ye benziyordu tıpkı Peri, Parlak ya da Pekmez de olduğu gibi ki bu iyiye işaretti. Ama bir taraftan da H’ye benziyordu. Hüzün, Hayal Kırıklığı ya da Hüsran da olduğu gibi ki bu iyiye işaret değildi.” Ancak sosyal fobi sorunu yaşadığı için bu kalabalık içinde oldukça sıkılır. Sıra ona geldiğindeyse bu fobi dayanılmaz bir boyut alır ve bayılır. Ona yardım edense onun önündeki sırada olan Debra Ellen Thompson’dır. Gail karakteri için önemli bir nokta da alıntıdaki gibi işaretler ve alametlerdir. Şafak’ın diğer romanlarında da yer tutan alametler Araf’ta dokuz kez geçmesine rağmen daha önemli bir yere sahiptir. Örneğin, Gail fotoğraf sırasında beklerken henüz tanımadığı Debra’nın kırmızı saçlarıyla bembeyaz teni arasındaki tezatı, parkta bankta otururken ayaklarının ucuna at kestanesi düşmesini, bankta unutulan eldivenlerin parmaklarının uzanır gibi kıvrılışını, onu tren yaylarında bulan adamın göğsüne vuran diğerlerinden farklı olduğunu düşündüğü şemsiyeyi, tam sokakta çalan müzisyenlere para atacakken şapkalarına düşen kuru yaprağı, çayında yüzen nane çöpünü, Sultan Ahmet Cami önünde güvercinleri kovalayan kedinin hiçbirini yakalayamamasını hep hayra yorar ve iyiye işaret olarak görür. Bir başka romanı olan Bit Palas’taki kahraman Meryem ise alametler konusunda daha kötümser yaklaşır. Sol gözünün seğirmesi, sol kulağının çınlaması, gece yarısından sonra köpek uluması hiç de hayra alamet değildi. Ayrıca kimsenin elinden bıçak alınmamalı, gece tuvalete kalkıldığında şarkı söylenmemeli bir kapıdan geçerken eşiğe basılmamalıydı. Şafak’ın romanlarında kahramanların yaşadıkları psikolojik hastalıklar ayırt edici bir özellik taşır. Örneğin Gail: “Şayet şahsi özelliklerimiz arasında obsesif kompulsif bozukluğa panik atağa ya da sosyal fobiye benzer bir şeyler varsa sömestrin ilk günü Sosyal Hizmetler Bürosundaki yılankavi, öğrenci-kimliği almak-içim-fotoğraf-çektirme kuyruğu sizin için bir saatten fazla kalınacak en uygun yer olmayacaktır muhtemelen.” Psikolojik sorunlar yaşayan Gail, defalarca intihara teşebbüs etmiş ama ilk üçünde başarısız olmuştur. Daha küçük yaştayken iki yaşındayken boğazına kaçan maması onu az kalsın boğacaktır ama son anda kurtulmuşken sekiz yaşına geldiğinde kafasında bu anı net olarak canlanır ve bunu tekrar dener. “Zarpandit sosisi ağzında çevirip gıtlağının yakınlarında bir yerde durdurmaya çalıştı. Başarılı olamadı. Bir daha denedi, sonra bir daha. Nafile, yarı yolda bırakmaya çalıştığı bütün sosis parçalarını eninde sonunda yutuyordu. Sonunda yöntemini değiştirip nefesini tutarak boğulmayı denemeye karar verdi.” Bir diğer intihar denemesi ise on beş yirmi yıl sonra depresif bir döneminde, bir parti sonrasında kafasını fırına sokarak tüpten zehirlenmeyi bekleyerek gerçekleşir. Fakat onu Alegre yakaladığı için bu intihar planı gerçekleşemez. Bir diğer intihar eğilimi ise, Debra’yla ilişkileri çıkmaza girdiği anda tren raylarına yatmasıyla gerçekleşir. Ama bu sefer de oradan geçen bir adam onu görmüş ve bu planı gerçekleştirilemez kılmıştır. Son intihar girişimi ise Ömer’le yaptığı evlilik sonrasında Türkiye’ye gelmeleri sırasında gerçekleşir. Artık taksiyle köprüden karşıya geçip hava alanına gitmek üzereyken gerçekleşir. Sıkışan köprü trafiğini fırsat bilir ve müzik dinlemekte olan Ömer’in de dalgınlığından yararlanarak arabadan iner ve köprünün korkuluklarına ilerler ve kendini mavi sulara bırakır. Tam bir arafta kalmışlığı, bir yere ait olamamayı anlatan bu romanda Gail’in köprüden atlayarak intihar etmesi de bu araf imgesini yoğunlaştırır. Ama mevzu edilen psikolojik sorunlar Gail’le sınırlı değildir. Farklı olmakla birlikte Ömer de bazı sorunların içindedir. Ömer sanki upuzun ve karanlık bir dehlizde ilerler gibidir. İçtiği içkiler ve uyuşturucular dolayısıyla da bu dehliz daha da bulanık bir hal alır. Attığı her adım farkındasız ve rasgeledir. Üniversiteye gitmesi-ODTÜ’yü bırakıp Boğaziçi’nde okuması ve diğer tüm yaşamı bir adım atmayıp çevresine bakınmadan durması gibidir. İçinde bulunduğu bu karanlık dehliz onun zamanı görmesini engeller “Ömer ÖZSİPAHİO?LU ruhunun en alt kademelerine kadar her katmanında yılgın ve huzursuz, kendisiyle alay edilmesinden korkan bir adamdı ve zaman denen o alacakaranlık hologramın muazzam hızı yüzünden ağır çekime indirgenmiştir.” Onun için zaman tıpkı babasıyla bir kez balık avlamaya gittiklerinde yakaladıkları şişmiş ir kedi cesedi gibiydi. Onun için hiçbir anlam ifade etmeyen, hiç sevmediği zaman en sevdiği şeyle, müzikle ölçmeye başlar. Mesela Amerika’ya giderken uçakta içtiği iki kahvenin arası dört dakika on saniye değil bir kez Stone Roses’ın Made of Stone’unu dinleme süresiydi. Ömer için bütün zamansal faaliyetlerini artık şarkılar ve onları kaçar kez dinlediği anlatıyordu. Şafak’ın yaptığı bu zaman oyunu bize Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanındaki Selim’in icat ettiği oyuna benzer Selim’in otobüsle evden üniversiteye ya da üniversiteden eve giderken yaşadığı en büyük sorun can sıkıntısıdır. Bu yüzden kendince bir oyun geliştirir. “Her durakta karşı takıma bir gol atarım, onun attığı bir golü silerim. Nasıl mı? Turgut! Yüksek matematikteki başarısızlığın yüzünden okunuyor. Canım. İlk durakta, yani bindiğim durakta. On dört-sıfır yenik durumda girerim maça. Geçtiğim duraklar önce benim yenilgimi hafifletir, sonra yavaş yavaş, zaman yenik düşmeye başlar.” Bir tarafta Müslüman bir ülke olan Fas’tan gelen ve Müslüman kişiliği ağır basan Abed, diğer tarafta İspanyol bir katolik olan Piyu. Buna karşılık Ömer Müslüman olmasına rağmen onu din nüfus cüzdanının üzerinde yazan bir ibareden ibarettir, tıpkı milliyet gibi. Bu insan için önemli belirleyici özelliklerde bile çelişkilere düşmüş biri için yapacaklarını, mesleğini seçmemiş olması, ilerisini düşünememesi şaşırtıcı değildir. “Yoldan çıkmış lafı tam da onu anlatıyordu, hayatının son beş on, on beş yılı böyle geçmişti... kendini ne siyasetin akıntısına ne de bilimin adacağına konumlandırabilmiş bir siyaset bilimi öğreticisi: evlilik müessesinin flora ve faunası içinde nefes almakta zorlanan işin acemisi bir koca; kendini evinde hissedememekten mustarıp ama artık evinin nerede olduğunu da bilmeyen bir göçmen: ne İslamla ne de başka bir dinle alakası olsun istemeyen bir doğuştan-Müslüman: tanrının bilinebilirliğine değil Tanrının kendisini bilmesine karşı çıkan bir bilinemezci.” Böyle bir psikolojiyle Boston’a gelen Ömer’in Boston’daki ilk günlerinden itibaren yaşadıklarına “Leylek” adlı bölümde tanık oluruz. Bu bölümün ilk altı bölümü yeni bir kıtaya gelen Ömer’in ev arayışı, Abed ve Piyu’yla kalmaya karar vermesiyle başlayıp çerçeve anlatıyı oluşturan “İçkiye Yeniden Başlamak” ve “Gebe Asur-Babil Tanrıçası” başlıklı alt bölümleri Karga, Leylek, Meşrebi bir Kuşlar gibi bölümlerdeki geri dönüşlerle kırılsa da Kendi Tüylerini Yolmak başlıklı Bölümün “Gramer Yanlışlıkları” başlıklı alt bölümüne kadar kronolojik bir şekilde devam eder. Bu bölümle de ortalama üç haftalık bir süreyi oluşturan çerçeve anlatıya geri döner. Kimi zamansa daha uzun geri dönüşlerle Ömer’in neredeyse yirmi yıl önceki yaşamına geri dönülür. Teyzesinin oğluyla yaşadığı yakın dostluk anı üniversiteye ODTÜ-girmeleri ve orada çok da aradığını bulamayan Ömer’in Boğaziçi Üniversitesine geçmesi ve orada kamu yönetimi okumasına kadar uzanır. Ama kahramanların yaşadıkları psikolojik sorunlara geri dönersek bunlar Gail ve Ömer’le de sınırlı değildir. Ömer’in ev arkadaşı Piyu tam bir temizlik hastasıdır. “Bir hav, bir kırıntı, bir kırpık.... yere düşer düşmez Piyu temizlemeye başlıyor, etraftaki herkesi terörize edip kendilerini pis domuzlar gibi hissetmelerine yol açıyordu.” Piyu’nun yaşadığı bir başka sorun ise diş hekimliğinde okumasına rağmen sivri nesnelere bıçak, çatal gibi dokunamamaktır. “Saplantısına ek olarak sivri şeylere karşı gayet tuhaf bir fobisi vardı. Değil dokunmak bıçak görmeye bile tahammül edemezdi.” Diğer bir karakter ise Piyu’nun kız arkadaşı Alegre’dir. İnce, ufak tefek, katolik bir İspanyol olan Alegre de kimi psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Çocukluğunda annesi tarasfından sürekli kilolu olduğu için eleştirilmiş olan Alegre anne ve babasının bir kazada ölmesi sonrasında teyzelerinin yanında yaşamaya başlamış ve ergenlik dönemiyle birlikte rejime girmiş, yediği, içtiğin kalorisini hesaplar olmuştur. Ama bu stres onu blumia sorununa yakalanmasına neden olmuştur. “... klozetin üzerine eğitip kadının çıktığını duyana kadar o vaziyette bekledi, sonra elini gırtlağına soktu. Bulantı çabucak geldi, her zamanki gibi. İlk kusma dalgası geldiğinde sesi bastırmak için sifonu çekti. Kusarken, yüzü ondan bağımsız ağlıyormuş gibi gözleri yaşardı. Yaptığı şey yüzünden en ufak bir endişe, bir üzüntü hissetmiyordu.” Şafak’ın romanlarında özellikle yeme bozukluklarıyla ilgili psikolojik rahatsızlıklar önemli bir yere sahiptir. Mahrem romanının kahramanı da aşırı şişmandır herkesin gözlerinin onun üzerinde olmasından müthiş bir rahatsızlık duymaktadır. Ona hayret içinde bakanların onun aptal ve duygusuz olacağını düşünebilecek kadar uzaktırlar ondan. Geçmişinde yaşadığı taciz olaylarından sonra bunu unutamamasına karşın en azından ağzındaki tadı silmesine yardımcı olacağı düşüncesiyle kendisini sürekli yemeye veriri. Yine böyle yemenin ucunu fazlaca kaçırdığı bir anda çareyi kusmakta bulur: “Kimse ne yaptığımı görmüyor. Gayet iyi biliyorum ki, işimi bitirip kapıyı açtığımda, masama oturup yeni bir çay, hatta ikinci bir yaş pasta ısmarladığımda görmüş olduğum bu nahoş sırrı elvermeyecek gözlerim. Huzurla kusuyorum. Biraz acı su doluyor ağzıma. Ama oyuna gelmiyorum: Midemin mahzenlerinde saklanan bazı yiyecekler, önden acı suyu gönderip midemin tamamen boşaldığı kanısını uyandırarak kurtulabileceklerini sanırlar. Birer birer tespit edip yerlerini, yaka paça dışarı çıkarıyorum hepsini.” Bir diğer dikkat çeken nokta kişilerin fiziksel özelliklerinin dikkat çekici olmasıdır. Araf’ta Gail kilolu ve kuzguni siyah saçlarına karşı masmavi gözleriyle dikkat çekerken Debra Ellen Trompson kepçe kulakları ve kırmızıya çalan saçlarıyla oldukça farklı bir görünüme sahiptir. Diğer taraftan Ömer alabildiğine uzun. Abed ise kısadır. Alegre ise blumiaya tutulduğundan beri oldukça zayıflamış ve gün geçtikçe daha da zayıflamaktadır. Mahrem’deki obezite sorunu yaşayan kahramanın erkek arkadaşı Be-Ce ise bir cücedir. Aynı romanın alt anlatısını oluşturan bölümlerde ise 1648 yılının Sibirya’sıyla 1885 yılının Pera’sı ve 1868 yılının Fransa’sı vişne rengi bir çadırda buluşur. Keramet Mumi Keşke Efendi kurduğu vişne rengi çadırda zıtlıkları toplar. Bunun en önemli örneği de şaman olmak için sınanan çocuğun bir porsukla aynı küfeye girmesi ve transın da tamamlanamaması dolayısıyla yarı insan-yarı porsuk şeklinde kalmasıyla korkunç bir çirkinliğe düşmüş bir kızken diğeri Paris’te dünyaya gelen ve güzelliği dolayısıyla ailesi tarafından istenmeyen ve bir kumpanyaya katılarak yolu vişne rengi çadıra düşen Belle Anabelle’dir. Pinhan da ise annesi ölen küçük çocuğun bir bacağı diğerinden kısadır. Herkes ona bu yüzden biraz daha acırken o ise izlediği karınca yuvasından çıkan son karıncaya bakakalır. Diğerlerinden olabildiğince farklı, çelimsiz, cılız daha da dikkat çekicisi beyazdır diğerlerinin aksine. Zıtlıklar, güzel ve çirkin arasında, şişmanla zayıf arasında, erkeklikle kadınlık arasında hep kendini göstermiştir. Şafak bu romanında üstkurmaca tekniğini kullanmış kendi varlığının da satırlar arasında duyulmasını istemiştir: “.... Ouaghauogh! Abed’in çıkardığı sesi tam olarak yansıtmasa da yazılı olarak ona en yakın ifade bu olmalı” Bu eserinde tanrıbilici anlatım tekniğini kullanan yazar bir bölümde ise yazdıklarını sanki sonradan hatırlayıp da o anda kâğıda döküyormuş gibi bazı ibareler kullanır. “Evet, haklı. Şu çamuru içmeyi bırak, seni asabileştiriyor, dedi. Abed ya da Piyu onu nane çayı ya da sıcak kakao içmeye devam ederek.” Yazar kimi yerlerde de özetleme tekniğini kullanarak olaylara hız kazandırır. Renkler de yazar için önemlidir. Yazar, Amerikalıları eleştirdiği “Amerikalılar!!!” bölümünde onların her renge farklı isimler verdiğini ele alırken daha sonra romanda geçen tüm renkler bir katalogdan bakılmışçasına adlandırılacaktır: “İki tarafta da duvarlar bel hizasında uçuk yeşile boyanmıştı. Piyu’da o renk kataloglarından bir olsa bakmakta olduğu rengin 35-1 Seçilmiş Ülke olduğunu bilecekti. Son günlerde ağacın yaprakları harika bir kızıla dönmüştü, tam zamanında diye düşündü Abed, memnuniyetle, Zehra da görecek. O anda elinde şu renk kataloglarından bir olsa bu renge Kiraz Bayramı dendiğini görecekti Odadaki birinde renk kataloglarından olsa elbisenin renginin numarasının 57-A isminin Yabani Üzümler olduğunu görecekti: şalının numarası 60-D’ydi ismi Mağrur Gelenek. Numarası 12-G adı Yastık Sohbeti’ydi Piyu’nun yanaklarını kaplayan rengin bu evde sadece Abed’e anlatabileceği bir sırrı açmak için onun odasına damladığında.” Araf’ı Şafak’ın diğer romanlarından ayıran ikinci özellik ise dilidir. Şafak bu romanını İngilizce olarak yazmıştır ki bu da Şafak’ın önemli bir üslup belirleyicisi olan dilini devre dışı bırakmıştır. Yoğun Osmanlıca kelimeler kullanması metinlerinde Şafak’ın bir üslup özelliğiyken bu kitabı İngilizce olarak kaleme alması bu üslup özelliğini silmiştir; ama değişmeyen bir şey vardır ki o da Şafak’a gelen eleştirilerin yoğunluğudur. Önceki kitaplarda kullandığı Osmanlıca kelimelerin çokluğu dolayısıyla geri kafalı, bağnaz gibi eleştirilere maruz kalırken İngilizce yazmasıyla da bir özentiye kurban gitmesi ve Batı taklitçiliğiyle eleştirileri üstüne çekmiştir. Şafak bu romanı İngilizce yazmasının nedenini şöyle açıklar: “Roman bana İngilizce geldiği için, rüyalarımda, zihnimde İngilizce şekillendiği için İngilizce yazdım. Bu öyle aklı yetilerle hesap kitapla alınmış bir karar değildi. Daha esrik bir süreç olarak gelişti. Tuhaftı yazdıkça kendini yazdırdı. İngilizce bir ritme dönüştür benim için. Bu Türkçe yazarken de böyledir. Beni konuşma dilim yazı dilimden hep daha kötüdür. Yani Türkçe daha iyi yazar daha kötü konuşurum. İngilizce de de bu aynen böyle oldu. Konuşma dilim yazı dilimin gerisinde kalır. Çünkü yazarken ben bilinçle hareket etmiyorum. Bu bir müzik meselesi, bir ritim, bir akış. İşte bilinç akışı o noktada devreye giriyor. Bir satır sonrasının nereye varacağını bilemeden, bilmeyi istemeden yazmak.” Şafak bazı kelimeleri birleştirerek, boşluk bırakmadan yazar ki bunun da kelimeleri kavramlaştırma çabasından doğmuş olabileceği düşünülebilinir: “Dükkanda Gail’in bu ikisinin ne konuştuğuna dair merakı doruk noktasına ulaşmıştı ki Ömer’in nihayet İsabanafazladanbirdolarınızolduğunusöyledi Kadın’la vedalaşıp dükkana yöneldiğini gördü.” “madem herkesin içinde işeyecek kadar umarsızdı ne demeye kocasından adını ve Tanrıbilrdahaneleri saklamıştı?” Yazarın bu romanında “Amerikalılar!!!” başlıklı alt bölümünde Amerikalıların sadece Türklerden değil, Ömer’in arkadaşlarıyla konuşmasından da anlaşılacağı üzere, herkesten farklı olduklarını ve buna da yabanlıların uymasını beklediklerini görürüz. “Merdivenlere dikkat! yazıyor merdivenlerde, dikkat alçak tavan! levhası var öğrenci işleri’nin tek tek bütün katlarının tavanlarında. Kahve bardaklarının üzerinde dikkat sıcaktır! Meyvelere yapıştırdıkları çıkartmalarda olgunlaşınca yumuşar! yazıyor. Arabaların yan aynalarının etiketlerinde aynadaki nesneler göründüklerinden daha yakındır uyarısı var, halk otobüslerinin kapılarında açılabilecekleri belirtiliyor! Herhalde sadece Amerika’da kar kaygandır diye bir uyarı ile karşılaşabilir insan...” Ama Amerikalıların da başka milletten gelenlere küçümseyici ve şüpheci bakış tarzı göz ardı edilmemelidir. Abed manavdan domates seçmektedir fakat bir türlü kurtulamadığı saman nezlesi dolayısıyla burnu domateslerin üzerine damlar: “Arap’a benzeyen şüpheli bir adam yaklaşıyor, burnu domateslerin üzerine akıyor, kesin Arap!” Bir Amerikalı olan Gail ise bir Türk olan Ömer’le evlenmiş ve onun memleketine gelmiştir: “Elinde bir broşürle yatakta oturan Gail, Türkiye hakkında yeni şeyler öğrenirken, bildiği bazı eski şeyleri de unutmaya çalışıyordu. Geceyarısı ekspresi, insan hakları ihlalleri, Kürt sorunu, Türklerin hatırlatılmaktan hoşlanmayacağını hissettiği malumat kırıntıları.” Sonuç olarak Araf, gerek mekânsal, gerekse ruhsal olarak tam bir arafta kalmışlığın romanıdır. Bu yüzden zaten tüm farklılıklarına rağmen bir eşikte, bir arafta buluşmuştur bu farklı kişilikler. Şafak bunu Mesnevi’den aldığı bölümle özetler: “Bir hakim dedi di: Yazıda bir kargayla bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım kaldım: derken aralarındaki birlik nedir, onu bulayım diye hallerine dikkat ettim. Şaşkın bir halde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı.”
Serap Kaya, düş(v)eyaz, ilkbahar 2006
|