İlk intiba: Yorgun ve hüzünlü. Bakışları küçük bir kız çocuğunu andırıyor, ürkek ve kırılgan. Sunucu kız, özgeçmişini okuduğundaysa donuklaşıyor nedense. Sanki onlarca insan onun için, onu dinlemek için salonu doldurmamış gibi sıradan bir okur edasıyla oturuyor, misafir koltuklarından birine.
Elif Şafak, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi’nin düzenlediği söyleşide. Salon tıklım tıklım, hatta biraz geç gelenler merdivenlere oturmak zorunda kalıyorlar. Popüler bir oyuncu veya şarkıcı, o salonu ağzına kadar doldurabilir elbet ama mühim olan, 35 yaşında genç bir yazar için onca insanın toplanmasıdır.
Gri ve siyahlara boğulmuş kıyafetler var üzerinde. Ve tabii alamet-i farikası gümüş yüzükleri. Onca dille anadili gibi haşır neşir olmasına rağmen çok düzgün ve akıcı bir Türkçesi var. Bir cümlesi bitmeden öbür cümlesi fırlıyor ağzından.
Kendi külliyatını ve kendini Türk edebiyatında nerede konumlandırdığıyla başlıyor anlatmaya. Yalnız ve hep göç eder hâlde geçirdiği çocukluğu ve gençliğinin yazıyla olan ilişkisini nasıl temellendirdiğinden bahsediyor. Yazıyı “zamk”a, “varoluşsal bir uhu”ya benzetiyor, romanlarıysa “kapalı evler”e. Kendi edebi milâdının, çok katmanlı ilk romanı Pinhan olduğundan söz ediyor.
En çok ülkemizde “yazı” değil de “yazar” odaklı bir edebiyatın olduğundan yakınıyor. Haksız da sayılmaz hani. Öykülerden, romanlardan yani metinlerden değil de yazarların aşklarından cinsel tercihlerine kadar yazı hariç ne varsa, onları tartışıyoruz.
Risk alarak, yazarın değil yazının efendiliğini kabul ederek, içine doğduğumuz türün dışına çıkarak, olamadığı insanları anlamaya çalışarak, eserlerinde çok farklı karakterlere yer vererek yazmanın önemini anlatıyor. Edebiyat eleştirmenliği müessesesini önemsiyor ve edebiyat ortamımızda eleştiriye çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyor.
Nabzı hızlı atan şehir: İstanbul
İyi bir şehir romanı olan Bit Palas’tan söz açıldığında, İstanbul’u bir pasta gibi düşündüğünü ve bu şehrin yazar için oldukça önemli ve kışkırtıcı olduğunu öğreniyoruz.
Sonra, Araf’ın İngilizce şekillendiğini, Amerika’da yaşarken İngilizce rüyalar görmeye başlayınca, İngilizce’nin labirentinin ve matematiğinin yazarı büyülediğini anlıyoruz. Salondaki okurlardan siyasi sorular gelmeye başlayınca, bunca kutuplaşmanın ortasında, eşikte kalabilmenin son derece köklü bir duruş olduğunu savunuyor.
Homofobik toplumumuza değinirken, kadınsılığı küçümseyen popüler kültür esprilerini eleştiriyor. Kadınların ezilmesinde bizzat kadınların da rolünün olduğunu, kadınların hemcinslerine hiyerarşik (yaş, sınıf vb açısından) yaklaşmasının erkek egemen kültürü beslediğini anlatıyor.
Kadın sosyologların, analistlerin bile başörtüsü takan bayanları sadece “yürüyen başörtü” olarak gördüklerini, kendi gözlemlerini kanıt göstererek açıklıyor.
Elif Şafak için düzen, ölüme yakın bir sözcük, “kaosa daha aşinayım” demesi bu yüzden. Söz alan bir üniversite öğrencisi, köşe yazılarını okurken yazarı Alev Alatlı ile Cemil Meriç’in ortasında bir yerde konumlandırdığını söyleyince, Şafak’ın kendisini Meriç’e daha yakın hissettiğini de öğreniyoruz.
Yazara göre, her birimizin elinin altında bir Osmanlıca sözlük olmalı; sözlük okumalıyız. İstanbul-Ada Kitabevi’nde bir satıcının anlattığını sevinerek aktarıyor bizlere: Ellili yaşlarında bir çift, sırf Elif Şafak’ın kitabını anlayabilmek için bir Osmanlıca sözlük alırlar...
Biliyorsunuz, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde piyasaya çıkan son romanı Baba ve Piç’te Ermeni meselesinden enseste kadar çok katmanlı tartışma nesneleri sunuyor yazar okurlarına. Kitaptaki tartışma nesneleri gibi salondan gelen sorular da bir türlü bitmek bilmeyince yaklaşık iki saatin sonunda kesmek zorunda kalıyor söyleşiyi. Keyifli bir söyleşinin sona ermesinin buruk tadı kalıyor damağımızda.
Kahraman Çayırlı, derki.com
|