Son yıllarda sıkı sıkıya takip ettiğim bir yazardır Elif Şafak. İlk kez bir kitapçıda, bir kitabın arka tarafında basılı olan özgeçmişini okuyunca, merakıma yenilemeyip, hemen “Bit Palas” adlı romanını okumak üzere satın aldım.
Romanı elime aldığım andan itibaren de tam bir Elif Şakak tutkunu oldum. Türkçeyi kullanmaktaki ustalığına, ayrıntıların içerinde dans eden gözlem yeteneğine, kişilik analizlerine ve roman kahramanlar arasındaki ilginç diyalogların beraberinde getirdiği çeşitliliğe şahit olduğumda, beni tam anlamıyla esir eden bir dünyanın içinde bir şaşkına döndüm. Bu heyecanın etkilerini atamadığımdan, bir solukta okuduğum, “Bit Palas” adlı romanını, “Araf”, “Baba ve Piç”, “Medcezir Manzaraları” adlı diğer kitapları takip etti.
Bir gün bir arkadaşıma bu kitaplardan ve Elif Şafak’tan bahsettim. Kitapları ile ilgili tüm hissettiklerimi anlatırken, hızımı da alamayıp, “Araf” romanının arka yüzünde yazılı olan ve beni çok etkilemiş olan otobiyografisini de bir solukta arkadaşıma okudum.
Bu özyaşam öyküsünü okurken, başarılarla dolu hayatına ne kadar gıpta ettiğim ve kıskandığım yüzüme yansımış olmalı ki arkadaşım. “Bazı insanlar şanslı doğar. Elif Şafak da onlardan birisi. İyi bir ailenin, iyi eğitim görmüş, olağanüstü zeki kızı olarak yurt dışında dünyaya gelmiş. Bu da onun tercihi değil tamamen ona tanınmış bir ayrıcalık” deme ihtiyacını hissetti.
Onun bu sözlerini dinledikten sonra, için için ona hak verirken, o andan itibaren Elif Şafak, mutlu bir kadın, başarılı bir yazar, hayatın kazançlı tarafına biletine ayırmış, şanslı bir insan olarak hafızama kazındı kaldı.
Geçen haftalarda, Ayşe Arman’la yaptığı röportajını okuyana kadar bu inancım, kuvvetli bir şekilde sürdü gitti. Ancak o gazete sayfasında yazılı olanları okuyunca, okuduklarımda bir hata olup olmadığını anlamak için sayfayı tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissettim.
Düşüncelerimden ve içime yerleşmiş olan yargılarımdan tamamen bağımsız olanlar, bir gazete sayfasında, aceleciğimi, gerçeklerden kopuk olan inancımı açıkça ortaya çıkarıyordu. Çünkü Elif Şafak tamamen inandıklarımdan farklı, beklenmedik bir yaşam hikayesi anlatıyordu.
Anne ve babasının çok küçük yaşta ayrıldığını, babasını hayatı boyunca 3 ya da 4 kez gördüğünü, yıllarını babasıyla ilgili olan her şeyi sorgulamakla geçirdiğini, bu ruh halinin onu tam bir köksüzlüğe, hiç bir yere ait olmama duygusuna, daimi bir göçebe ruhuyla yaşamaya ittiğini, güçlü olmak zorunda olan annesinin duygularının karışıklığını hissederken tam bir kaosun içine düşmekten kendini alamadığını, yaşayan bir bedene değil, yaşayan bir beyne dönüşmek için özel hayatını feda etmekten kaçınmadığını anlatıyordu.
Aykırıydı ve bu aykırılık onu bir bıçağın keskinliğinde, insanlardan ve hayattan koparıyordu. İnsanlarla konuşmuyor, suskun ve sadece seyreden bir insan konumunda olmak canını yakıyordu. Belki de bu yüzden, bu yakıcılık yüzünden kağıda kaleme sarılıyor, sadece ve sadece yazı yazarak, hayata bir zamk gibi tutunabiliyordu. Yazı yazmak ona süreklilik duygusu verdiğinden, tutunabildiği tek dalıydı ve o olmadan her şeyi şimdiki zaman olarak yaşamanın, geçmişten kopuk olmanın eziciliğini taşımamanın başka bir yolu da yoktu.
Aslında Elif Şafak, yaşamdan koparamadıklarını telafi etmek istercesine, güçlü olan yanına sarılmış, peşini bir an bile bırakmayan özgeçmişini susturmanın yolunu bulmaya çalışırken, bilinçaltının labirentlerinde kaybolmamak adına büyük bir çaba harcamıştı.
Evet sevgili okuyucular, bu yaşam öyküsüyle, her başarının ardında, mutlu ve sorunsuz bir geçmiş olmadığına, elmasın sadece yüksek basınç ve ısı karşısında ortaya çıkardığı güzelliği gibi, hırpalanmış bir geçmişin de içimizdeki potansiyeli ortaya çıkarabildiğine, nereye bakacağınızı bilirseniz, hak ettiklerinizin de er ya da geç geleceğine bir kez daha inanmış oldum.
TÜLAY SÖZERİ
01.07.2007
http://www.turklider.org/TR/EditModule.aspx?TabId=2130&mid=17890&ItemId=7172
|