Sıcak, çok çok sıcak bir yaz günü. Çiçekleri henüz dökülmüş erguvan ağaçlarının koyu yeşilleriyle bezeli, mavi ve kıpırtısız Boğaz üzerinde öğle güneşinin ışıkları ve ağır ağır geçip giden gemiler...
Balkondayız.
Karşımdaki zarif kadın evime ilk kez gelmiş.
O kadar sıcak ki hava...
Ağaçlar kıpırdamıyor.
Kuşlar çıt çıkarmıyor.
Bir arı vızıltısı bozuyor sıcak yaz öğlesinin büyülü sessizliğini.
İri pembe gül desenleriyle süslenmiş ince porselen fincanların kenarında Berlin’deki bir antikacıdan aldığım, sapının ucunda gül tomurcukları olan gümüş çay kaşıkları duruyor.
Antep işi gümüş servis tabaklarından birinde börek, birinde bir cheesecake var.
İnce dilimlenmiş limonları küçük bir tabağa bir çiçek gibi yerleştirip, tabağı da üzerinde zarif bir Belçika danteli örtülmüş ahşap tepsiciğin içine koymuşum. Özenle ve heyecanla hazırlanmışım yani.
Gelen bir kadın çünkü.
Bir kadının anlayabileceği detaylarla süslemeye gayret etmişim çay soframı.
Çok önemsiyorum onu.
Mutlu olsun, beğensin, ona özendiğimi anlasın istiyorum.
(Misafirliğe gittiğim zaman bayılırım lavabonun kenarındaki henüz hiç kullanılmamış, yepyeni bir sabun kalıbı olmasına. Ev sahibinin ben gelmeden önceki tatlı telaşını, özenini gösterir çünkü. Demek ki önemlidir ziyaretim o ev için. Ev sahibine layık olmaya çalışırım sonrasında.)
***
İşte, çay sofrası, Boğaz ve ağaçlar içinde oturuyoruz.
Saç diplerimiz terli.
Elimizde fincanlar.
Havadaki yoğun nem içimizi daraltıyor.
Hiç ilk defa karşılaşmış gibi değiliz.
Sanki bin yıllık bir geçmişimiz var.
O kadar güzel susabiliyoruz ki birlikte.
O incecik ağlıyor.
Bense bu ağlama karşısında hem ona hem kendime ağlıyorum.
O kadar savunmasız, o kadar kabuksuz, o kadar sargı bezsiz, öyle yaralı bereli oturuyoruz ki karşılıklı...
“Bir daha yazamazsam” diye ağlıyor... “Korkuyorum” diye ağlıyor...
“Sen nasılsın, bak beklediğimden çok daha iyisin” diye cesaret verip ağlıyor.
***
Elif Şafak’la ilk kez oturuyoruz karşılıklı o gün. Ama bin yıllık bir mazisi var aramızdaki arkadaşlığın. Ona gümüş tepsiler içinde çay sofrası hazırlayan, onun içindeki Anaç Sütlaç hanımım çünkü ben.
Karşısındaki o ağlarken “hepimizin başına geldi bunlar, sen de atlatacaksın; az kaldı, güçlü ol. Kimse bilmesin yüreğinin titrediğini” diyen yine onun içindeki kadınlardan Hırs Nefs hanımım ben.
“Yaşadıklarımızın hiçbiri tesadüf değildi canımın içi. Bu ders belki de en zoru. Sakın pişman olma hiçbir kelimene. Yazan değilsin, yazdırılansın” sen diyerek onunla ağlayan onun içindeki Can Derviş hanımım ben. “Yazılarının içindeki bilginin işleniş ve aktarılış biçimine ayrı, yazı dilinin tütsü gibi, duman gibi, müzik gibi kıvrıla kıvrıla insanın boynuna sarılmasına ayrı hayranım” diyen onun içindeki Sinik Entel hanımım ben. “Bir bebek bakıcısı için kapışıyorum. Eğer ikna edersem hem bebeğin hem evin bakımına destek olacak kadar süper” diye ona mesajlar atan onun içindeki Pratik Akıl hanımım ben...
Elifim ben, benimle ağlayan.
Elif de bir İclal işte nihayetinde... Ayşe, Hülya, Türkan...
***
Elif Şafak’a iki gün önce attığım mesajdır:
“Kendinden doğan bir yaratık gibisin. Ve bu mucizevi yeteneğine gıpta ediyorum. Kitabını yedim yuttum. Ellerinden öperim.”
İclal Aydın
Vatan, 13.12.2007
|