. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>



Değerlendirmeler
“Farklı olandan öğreneceğimiz çok şey var”

 

“Farklı olandan öğreneceğimiz çok şey var”

Elif Şafak, bugün okurla buluşacak yeni romanı “Bit Palas”ta, bir apartman dairesindeki insanların dış dünyadan yalıtılmış hayatlarını anlatırken, daha geçişli ve dışa hareketli bir sosyalleşmenin vurgusunu yapıyor.

Bir meydan muharebesinde öncü kuvvetlermişçesine, kentin ufkundan tonları sürekli koyulaşarak önce kül rengi, ardından koyu mavi ve en sonunda zifiri siyah bulutlar akın ediyordu. Beş kişi sığıştığımız otomobilin camından dışarıyı seyre dalmış, kül rengi bulutların kenti ve bizi hapsetmiş olduğu gerçeğiyle meşgulken; kül rengi gri bir Mercedes’in aynı renkteki tekerlek jantına takıldı gözüm. İnce çubuklardan oluşan jant, olanca alımıyla otomobil hızlandığında, zamanı tersine çevirircesine geriye gidiyordu sanki. Biz mi ilerliyoruz; değilse biz duruyoruz da o araç mı gidiyor, her şey birbiri içine girmişti. Böylesi esrik bir anda zihnime üşüşüverdi tüm konuştuklarımız. Kül rengi bir Palas inşa ettirmişti Pavel Pavloviç Antipov, İstanbul’da gömdüğü gözleri kül rengi bebeğinin yasını tutan karısı Agripina’nın hatırına. Ve 1966 yılının Eylül’ünde ‘gökyüzünü dolgun, hantal, kurşuni bulutlar’ın kapladığı, böylesi bir İstanbul gününde taşınmışlardı Bonbon Palas’a. Çok geçmeden apartmanın Rus sahibi öldüğünde, yeni sakinleriyle kaynaşıvermişti Palas.

Elif Şafak, bugün okurla buluşacak olan “Bit Palas” (Metis Yayınları) adlı romanında, diğer adıyla Bonbon Palas’ın sakinlerini anlatıyordu: “Bit Palas’ı minyatür gibi, mikrokozmos gibi görmek de mümkün. Çünkü bu Palas’taki ilişkileri İstanbul’da ya da Türkiye genelinde okumak da mümkün. Şu da var ki, kitap boyunca sürekli ‘iç ve dış; zahir ve batın’ ayrımı bana eşlik etti. Özellikle bizim kültürümüze fazlasıyla damgasını vurduğunu düşünüyorum bu ayrımın. Özellikle evlerimize çekildiğimizde, dışarının bütün pisliğinden ve karmaşasından uzak, steril ve sadece türdeşlerimizle birlikte var olduğumuz bir alana çekiliyoruz. Bu doğru değil. Aynı zamanda sınırlayıcı bir durum. İç ve dış ayrımı üzerinde oynamaya çalıştım. Bir çöp kokusu varsa, dışarıya aittir. Bir pislik varsa dışarıdadır. Ya da dışarısı yabancıların alanıdır. Türkiye’de insanların gündelik yaşamı sürdürme biçiminde bu durum oldukça belirleyici rol oynuyor.”

Gözüm hâlâ lüks Mercedes’in dönen tekerleğine takılı kalmıştı. Bit Palas’ta yaşananlara, yaşadıklarımıza inat, o da kendince bir dairesel döngüyle hareket ediyordu. “Bir ayağınız Hakikat’te kalmak kaydıyla, diğer ayağınızı hareket ettirin.” diye öğütlüyordu Mevlâna. Oysa Şafak, bir sarkaçtan bahsediyordu. Çivisi sabit olmayan, ne doğuda ne batıda; ne varlıkta ne yoklukta bir sarkaçtan: “Döngü benim için aslında en önemli şeylerden bir tanesi. Diğer romanlarımda da bunun etkisinin çok olduğunu düşünüyorum. Zamanı farklı şekillerde okumak mümkün. Bir yanıyla daha dikey ve ilerlemeci bir şekilde okursun. Bizim Batı aydınlanmasından aldığımız şey, bu oldu. Hayatını öyle inşa edersin ki, kat üstüne kat çıkar gibi madde madde ilerlersin. Bu kadar hedefe odaklanmış, bu kadar ilerlemeye odaklı bir zaman ve yaşam anlayışı benim sıcak bakmadığım bir şey. Bunun karşısına ne koyuyorum? Daha dervişane bir çember ve döngüsel bir zaman ve mekân anlayışı. Sadece zamanla sınırlı kalan bir şey değil bu. Ölümden ne anladığını değiştirir mesela. Çizgisel bir hayata sahip olanla döngüsel bir anlayışa sahip olanın hayattan anladığı şey farklıdır. İkinci kurguya, daha döngüsel bir âleme benim her zaman bir ilgim oldu. Ciddi bir gönül bağım var benim, İslam tasavvufuyla. Ama sadece İslam tasavvufuyla sınırlı kalan bir şey değil. Büyük benzerlikler var, Hıristiyanlık ya da Yahudilik içinde de. Başka disiplinlerde de bu türden döngüsel bir geçişlilik var. Ben de seviyorum bu alanda çalışmayı. Bit Palas’ta da onu yapmaya çalıştım. Bir apartman kurdum kat üstüne kat çıkarak, dikey bir çizgi halinde. En sonunda da onu alaşağı ettim.”

Saçmalığın kutsanması...

İçerinin hararetinden puslanmış, kül rengini andırır bir camdan seyre dalmıştım, yağmurda koşuşturan insanları. Yağmur yağmıyor olsaydı bir an için, bu telaş ne kadar da saçma bir eyleme dönüşürdü değil mi? ‘Saçma’, bir yanıyla nihilizme giden, diğer yanıyla ‘hiç’liğe büründürdüğü ‘gerçek’e bir boyut ekleyen bir bakış açısı. ‘Bit Palas’ da böylesi bir pencereyi açıyor belki de: “Eğer ki bir saçmalığın kutsanması varsa bu kitapta, oradan maksadım oluruna bırakmak değil. Kitapta “ben” olarak konuşan karakterlerden birinin ciddi bir çelişkisi var. Biz birbirimizden yalıtılmış hayatlar yaşadığımızı düşünüyoruz. Mesela özgürlük tanımımız, ‘benim özgürlüğümün bittiği yerde başkasının özgürlüğü başlar’ şeklinde. Mesela böyle bir şey yok. Benim hayatım kesinlikle başka bir insanın hayatının içine sızıyor. Hayatlarımız birbirinin içine sızıyor. O yüzden iç ve dış ayrımı çok saçma bir ayrım. Ben ve öteki ayrımı çok saçma bir ayrım. Arada zaten bizim olmasını istediğimiz bir sınır yok. Sadece ‘mış’ gibi yaşıyoruz.”

Tehlike dışarıdan gelmeyebilir

Cümleler akarken zihnimde, bir an için “Hayatlarımız birbirinin içine sızıyor.” cümlesinde takılı kalmıştım ki, şoförün kül rengi buğuyu gidermek için açtığı cam aralığından, diğer bir aracın muhtemelen girdiği bir çukurdan sıçrattığı kirli su içeri dalıverdi. İstanbul’un kargaşası içerisinde, Bit Palas’a sığınmış, apartman sakinlerinin dışarıdan yalıtılmış hayatlarından farkı neydi ki bizim arabanın içine sığışmışlığımızın! Bir başka düşünceye ihtiyacımız vardı belki de. Tehlike her zaman açık cam aralığından gelmeyebilirdi. Tıpkı Bit Palas’ta olduğu gibi: “Dışarıdan beklediğimiz tehlike içimizde olabilir. Dışarıya atfettiğimiz pislik, içimizde belki de. Ama ikinci bir tahlilde şunu da söylemek istedim: Belki pislik zannettiğimiz şey, o kadar da pis değil. Ama bunu anlayabilmek için önce o pislikle yüzleşmek gerekiyor. Kendi çöpünle, kendi bitinle, kendi çöp kokunla...”

Kentle yüzleşmek gerek, belki de. İstanbul’la da. Elif Şafak, kente dışarıdan gelmişliğini bir avantaj olarak görüyor: “İstanbul benim için hep olageldi. Ama şu duyguyu hiçbir zaman yitirmedim: Ben bu şehre dışarıdan geldim. Dışarıdan gelmenin ve bu duyguyla yaşamanın uzantıları çok farklı oluyor. Mesela İstanbul’un bir kokusu var ve dışarıdan gelen insanlar bunu daha net fark ediyorlar. Ama kokuyor dediğin zaman sıfatlar devreye giriyor. Sıfatsız bir şey söylüyorum. Bu anlamda da yabancıdan öğrenecek çok şeyimizin olduğunu düşünüyorum. Bize benzer insanlardan öğrenecek çok fazla bir şeyimiz yok. Eğer beynimiz bir parça gelişecekse, bu bir parça bize benzemeyen insanlarla temas kurarak olacak. O yüzden, bu duvarları yıkmadıkça ‘mış’ gibi yaşamaya devam edeceğiz.”

Biz ‘yatay’ konumda ilerliyorduk; dikey konumda yerden yükseltilmiş apartmanlarımıza bir an önce kavuşmak ümidiyle. Her gün, her gün tekrarlanan bir şeydi bu. Dikey ve yatay olanın tekdüzeliği üzerine kurulu bir hayatta, rutini kıracak bir şey gerekliydi. ‘Hiç’liğe başka bir renk verecek. Belki dairesel bir döngü: “Daire yatay ve dikey olan şeyi birbirine lehimliyor. Çünkü yaşadığımız ve üst üste inşa etmeyi öğrendiğimiz bir hayat var. Bundan tamamen kopmak mümkün değil. Tamamen yatay olan ne olabilir, daha göçebe bir yaşam. Belki otel odalarındaki yaşam. Yani geçicilik üzerine kurulmuş. Bunu da yüzde yüz yapmak mümkün değil. Geriye ne kalıyor: Saçma. Böyle bir noktada başlangıç da yok, son da yok. Yatay da yok, dikey de yok. Kendime baktığımda da bu ikilemin çok güçlü bir şekilde kendimde var olduğunu görüyorum. Belki birçok kişide var olan özellik duygusunun yanı sıra kuvvetli bir ‘hiçlik’ dürtüsü var. Bu çember, bu ikisi arasında gidip gelmemi sağlıyor. Yani birinden birini bastırmaya çalışmak yerine sarkacın kendisi var. Bir şey çıkacaksa buradan çıkacak.”

İstanbul ölümle iç içe

Camdaki buğu dışarıdaki buluta inat yoğunluğunu azaltırken, ölüm geldi aklıma. Kül rengi, ölümün rengiydi. Bu yüzden bu renkte inşa edilmişti Bit Palas. İstanbul, ölüm demekti bir anlamda. İster yaklaşan bir depremin ayak izlerini sürün, isterseniz mezarlıklardan okuyun bir kentin tarihini, değişen bir şey yok: “Ölüme dair bir şeyler var orada. Apartmanın mezarlıklar üzerine inşa edilmiş olması tesadüfi değil. İlginç bir şey, seksen sene öncesine kadar İstanbul’da birçok yer mezarlıkmış. Çok ölümle iç içe bir şehir. Bu yüzden çok güzel. Ancak biz genelde böyle bir şey yokmuş gibi yaşıyoruz.”

“Hayat saçmadır” dersem kırılır mı elinizde özenle gezdirdiğiniz kristal avize. Değilse, tüm bunlar, bir eylemde tutuklanıp, cezaevi koğuşunda cezasını çekmekte olan bir adamın uydurmaları mı dersiniz? Belki de Bit Palas’ın 7 numaralı dairesinde meskun, ‘egosu şişmiş, dünyayı kendi ekseni etrafında dönüyor belleyen’ bir adamın ‘saçma’laması... Peki, bütün bunlar bir gazetecinin, trafikte sıkışmışlığın verdiği sıkıntıya, İstanbul’u kuşatma altına alan kül rengi bulutlar ve yağmur eklenince, kuytularına daldığı derin ve bir o kadar da ‘saçma’ bir düş neden olmasın? Ancak ne değişir ki? Ha öyle ha böyle, bir dikey bir yatay ama çokça dairesel bir düzlemde ilerliyoruz. Biz mi? Çoktan varacağımız yere vardık!

 

Hüseyin Sorgun / İstanbul

Zaman, 22.03.2002

 

İzlenme : 4132
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us