Saat 18:00. Ankara-İstanbul uçağı, havaalanına yeni inmiş. Ankara’dan dönüyoruz. Doğan Hızlan, Selim İleri ve ben. Bir yorgunluk var üzerimizde. Adımlarımız o yüzden yavaş. Doğan Bey uçakta iki dolmakalem kaybetmiş. Ona hayıflanıyor. Ceplerini daha rahat arasın diye elindeki deri çantayı ben alıyorum. Biz dolmakalemlere ne olduğunu konuşa konuşa gayet sakin ve yorgun ilerlerken, havaalanı kapıları açılıyor. Açılmasıyla beraber kamera ışıklarının ve flaşların gözümüzü alması bir oluyor. Karşımızda bir gazeteciler taburu duruyor. İlk önce, uçakta bir futbol ya da basketbol takımı olduğunu düşünüyorum. Herhalde onlar için geldi bunca gazeteci. Ama birden, ilerideki taburun içinden genç bir kadın fırlayarak elinde mikrofon sesleniyor bizden yana: “Doğan Bey, Selim Bey, Elif Hanım, ne konuştunuz cumhurbaşkanıyla?”
O an donakalıyorum. Metafor olsun diye değil bu fiili kullanmam. Hakikaten donuyor bedenim. Kıpırdayamıyorum. Önce bir itirafta bulunmalıyım galiba. Kocam gazeteci, en yakın arkadaşlarımdan pek çoğu gazeteci olduğu halde; bu zor ve önemli meslekten son derece erdemli, ahlaklı, yüreği güzel insanlar tanıdığım ve canciğer sevdiğim halde, yediden fazla gazeteciyi yan yana görsem tırsarım. Hele sekiz, hele 10, hele 30 gazeteci varsa yan yana… Kalabalık bir grup olduklarında gazeteciler ve hep beraber tek bir konuya odaklandıklarında sabit bir biçimde, ürkütücü bir hal geliyor üzerlerine. Bakışları değişiyor. Şimdi olduğu gibi.
Beynimden hızla bir mesaj geçiyor, ışıklarını yaka yaka: “Bu kadar gazeteci bizim cumhurbaşkanıyla öğle yemeğinde ne konuştuğumuzu sormak için gelmiş havaalanına!” Beynimden gelen mesaj bedenimi tamamen donduruyor. Ayaklarım gitmiyor ileriye. Bana kalsa şimdi gerisin geri döner, havaalanı tuvaletlerinden birine saklanır ve gazeteciler gidene kadar da çıkmam oradan. En yakın kadınlar tuvaletinin nerede olduğunu düşünüyorum.
Ama tam ben geri dönüp koşmaya başlayacakken, senelerin tecrübesi ve olgunluğuyla sevgili Doğan Bey koluma girip, “Hadi Elifçiğim, hadi yürü” diye yüreklendiriyor. Olanca cesaretimi toplayıp onun arkasına saklanarak yürüyorum. Ah şimdi görünmez olabilsem. Bir görünmezlik iksiri olsa cebimde, bir yudum alıp, hooop bunca gazetecinin içinden su gibi akarak geçsem. Kimseye bir şey söylemeden. Paltom filan kalabilir, içindeki beden görünmez olsa yeter. Hızlı adımlarla yürüyorum. Ne sağıma bakıyorum ne soluma. Gözüm ilerideki çıkış kapısında. Ah bir varabilsek oraya. Bu arada dört bir koldan mikrofonlar uzatılıyor, kameralar tutuluyor, yorumlar isteniyor. Böyle sahneler Amerikan filmlerinde olur sanıyordum. Bir tuhaf filmin ortasına düşmüş gibi hissediyorum kendimi. Öylesine sürreal. Ben otomatik robot adımlarıyla hiç durmadan ve bir kez olsun etrafıma bakmadan yürüyüp çıkıyorum. Oh, dışarıdayım. Dışarıdayız. Sevinç ve hayret içinde, “Çıktık, yaşasın” diyorum Doğan Hızlan ile Selim İleri’ye ama nedense ses gelmiyor onlardan.
Usulca dönüyorum geriye. Bir de bakıyorum ki yalnızım. Meğer ben haldır huldur kaçarken Selim İleri ile Doğan Hızlan kaçamamışlar. Görüş vermek için kalmışlar. Etrafları çevrili. Bir kamera halkasının ortasındalar. Geri dönsem dönemem. Çaresiz biniyorum arabaya. Doğan Bey’in çantasını da beraberimde götürdüğümü fark etmeden… Cumhurbaşkanlığı dönüşü iki dolmakaleminin ardından deri çantasını da işte böyle kaybediyor sevgili Doğan Hızlan.
301 haftaya kalkıyor ama…
Altı yazar var Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yemeğinde. Doğan Hızlan, Selim İleri, Hilmi Yavuz, Rasim Özdenören, Adalet Ağaoğlu ve ben. Bir de cumhurbaşkanının genel sekreteri ve edebiyat konusunda önemli çalışmalarıyla yakından tanıdığımız Profesör Dr. Mustafa İsen bizlerle toplantı boyunca. Mönümüz hayli zarif. Her konuğun önündeki şık dosyaların içinde, dört sayfalık bir mönü yer alıyor. İlk sayfada, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından yazar ve edebiyatçıların onuruna verilen öğle yemeği/ Camlı Köşk, 4 Şubat 2008 Ankara” yazıyor. Ardından yemek listesi:
Zeytinyağlı Kereviz Portakal Sos İle
Puf Böreği
Lagos Şiş
Roka Salatası
Limonlu Parfe
Türk Kahvesi
Mönünün hemen altında ince bir yazıyla şarap mönüsü yer alıyor: Doluca Sarafin Chardonnay ve Doluca Karma-Gamay Boğazkere. İki kişi şarap, birkaç kişi meyve suyu, kalanlar ise suyla yetiniyor. Masadaki hemen her yazar, yemeğin bir noktasında, er ya da geç önündeki mönüyü zarfından çıkarıp çantasına koyuyor. Bu halimiz, cumhurbaşkanının da ilgisini çekmiş olacak ki bir ara durup ne yapıyoruz diye bakıyor dikkatle. Açıklıyoruz. “Hatıra olsun diye mönüleri topluyoruz.” “İyi fikir. Hiç düşünmemiştim” diyor nezaketle.
Alabildiğine dostane, sevecen ve mütevazı bir hava var yemek masasında. Cumhurbaşkanı tek tek herkesle yakından ilgileniyor, AB konusunda ne kadar inançlı ve ısrarcı olduğunu tekrar ve tekrar dile getiriyor, Türkiye’nin kaydettiği ilerlemeyi analiz ediyor ve bilhassa kültür-sanat-edebiyat sahasındaki gelişmelerin bir toplumun gelişimi açısından ne denli büyük bir değer olduğuna inandığını söylüyor. Sohbet yumuşak ve keyifle ilerliyor. Adalet Ağaoğlu tüm yemek boyunca en çok konuşanımız. Önce ev sahibesi Hayrünnisa Gül’ün neden aramızda olmadığını sorguluyor, ardından kendi yaşam ve yazarlık tecrübelerinden kesitler sunuyor, vaktiyle nasıl yargılandığını anlatıyor, toplumsal dokumuz ve kültür hayatımız üzerine kaygılarını aktarıyor, 80 küsur senelik ‘Cumhuriyet Projesi’ni ve 150 senelik ‘modernite projesi’ni değerlendiriyor, 301’inci maddeye dikkat çekiyor, Frankfurt Kitap Fuarı için yapılan hazırlıkların yetersizliğinden şikayet ediyor, yeterince çeviri yapılmamasından dert yanıyor, yurtdışındaki Türkiye imajından ne kadar muzdarip olduğunu dile getiriyor, Batılıların Türk kadınlarını hep türbanlı zannettiğini söylüyor, bizleri hiç tanımadıklarını anlatıyor…
Ben susup dinliyorum…
Tüm bunlar dile getirilirken, Doğan Hızlan ara ara tatlı tatlı kesiyor sözünü. Çeşitli konularda farklı fikirlerini ortaya koyuyor, “Tam olarak öyle değil Adalet” diyerek hep dostane, hep son derece sevecen, kültür ve sanat, yemek ve müzik konularında engin bilgisini ortaya koyuyor. Her zamanki gibi nüktedan, pozitif enerji saçıyor etrafa. Sohbeti dikkatle dinleyen Hilmi Yavuz, edebiyatın, siyasetin gölgesinde kalmasından duyduğu sıkıntıyı dile getiriyor, henüz temel kavramlar konusunda anlaşmaya varamamış ve birbirini anlamayan bir toplumsal doku olduğunu belirtiyor ve böyle dar zamanlarda özerk bir edebiyat-sanat alanı açmanın önemini vurguluyor. Bir süredir devam etmekte olan ve ayda bir yapılacak Taksim Divan toplantılarını anlatıyor ardından. İlgiyle dinliyoruz. Rasim Özdenören son derece mütevazı bir üslupla yazarlara yönelik baskılardan şikayet ediyor, 301’inci madde de dahil olmak üzere ifade ve düşünce özgürlüğünün önündeki engellerin kalkması gerektiğini vurguluyor. Cumhurbaşkanı da 301’inci maddenin bir hafta gibi kısa bir sürede kalkmasını beklediğini söylüyor ama hemen ardından ekliyor: “Esas değişim zihniyetlerde yaşanmalı.” Selim İleri, Türkiye’de son zamanlarda yaşanan laik-dinci kamplaşmasından derin kaygı duyduğunu söylüyor. Son derece samimi, mütevazı, sakin ve paylaşımcı, her zamanki gibi. Ona cevaben Cumhurbaşkanı Gül hem hak veriyor hem de bu kamplaşmanın daha ziyade yüzeyde olduğunu, toplum ve halk düzeyinde böyle bir gerilim görmediğini söylüyor. Mustafa İsen de bizlere ufuktaki yeni projeler ve kültür-sanat hayatımızdaki gelişimin boyutlarıyla ilgili bilgiler veriyor.
Bana gelince, doğrusu ben genellikle susuyor, dinliyorum. Masadaki en genç yazar olmanın verdiği ruh haliyle, daha çok dinlemeyi, gözlemlemeyi tercih ediyorum.
İnanıyorum ki edebiyat ve sanat bir köprüdür özünde. Duygusal, entelektüel ve ruhani bir köprü. Ayrı gibi duran insanları buluşturan, hikayeleri ve hakikatleri bir kesimden bir kesime akıtan, insana saygıyı, bireyi anlamayı ve anlatmayı, empatiyi temel alan bir saha, önyargısız bir vahadır edebiyat. Bölmez yapıştırır, ayrıştırmaz buluşturur. Ama şu da var ki biz yazarlar şişkin egoların insanlarıyız. Ben-merkezci, BEN-temelli, nefsi şımartan bir alan bizimkisi. Yediden fazla gazeteci yan yana gelse ne olur dedim ama bakmayın, yediden fazla edebiyatçı yan yana gelse daha beter olabilir. Buna rağmen son derece güzel ve dostane, mütevazı ve pozitif geçiyor Çankaya yemeğimiz.
Elif Şafak, Tempo, 7 Şubat 2008
|