Ella kendini koruyamadı bile Tabii insanın kendini aşktan koruması mümkünse
Bir taş nehre düşmeyegörsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı.
Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, ol tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, tá ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.
Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.
Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, tá dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz.
Kendini bildi bileli durgun bir göl gibiydi Ella Rubinstein ın hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi. Nicedir tüm alışkanlıkları, ihtiyaçları ve tercihleri tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı; öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan. Bilhassa son yirmi yıl boyunca hayatındaki her ayrıntıyı evliliğine göre ayarlamıştı. İçinden geçen her dilek, edindiği her yeni arkadaş, hatta en önemsiz kararları bile buna bağlıydı. Hayatına yön veren yegáne pusula evi ve evliliğiydi.
Kocası David tanınmış bir dişçiydi; mesleğinde hayli başarılı ve çok para kazanan bir adam. Aralarındaki bağ pek derin sayılmazdı. Ella bu durumun farkındaydı ama doğrusu evliliklerde (bilhassa onlarınki gibi uzun süren evliliklerde) önceliklerin farklı olduğuna inanırdı. Aşktan ve tutkudan daha önemli şeyler vardı bir evlilikte: Karşılıklı hoşgörü, şefkat, anlayış, saygı ve sabır gibi... Ve tabii bir de her evlilikte elzem olan bir başka nitelik: Affedicilik! Geliyorsa şayet elinizden, ki gelmeli, kusur etti mi kocanız, ki edebilir, ne yapıp edin, affedin!
Aşkmış meşkmiş, ne gam! Ne önemi var? Aşk dedikleri, Ella nın öncelikler sıralamasında gerilerde bir yerde kalmıştı çoktan. Ancak filmlerde olurdu aşk. Ya da hayal ürünü romanlarda. Bir tek oralarda esas kız ve esas oğlan ölesiye sevebilirdi birbirlerini, masallardan süzülmüş efsanevi bir tutkuyla. Ama hayat, hakiki hayat ne filmdi, ne de roman!
Ella nın öncelikler listesinin başında çocukları gelirdi. Güzel mi güzel kızları Jeannette üniversitedeydi. İkizleri (kız olan Orly, erkek olansa Avi) tam buluğ çağındaydı. Bir de on iki yaşında bir golden retriever köpekleri vardı: "Gölge". Bu eve geldiğinde minnacık bir enikti henüz. O gün bugündür Ella nın şaşmaz yürüyüş arkadaşı, yoldaşıydı. Gerçi artık ihtiyarlamış, şişmanlamış, neredeyse kör ve sağır olmuş Gölge nin vadesi doluyordu. Ama köpeğinin bir gün öleceğini düşünmeye Ella nın yüreği el vermiyordu. Ne de olsa Ella böyle biriydi, hiçbir zaman kabullenemezdi sonları; İster bir dönem, ister eskimiş bir ádet, isterse çoktan tükenmiş bir ilişki olsun ölümü tanımaktan acizdi. Bir türlü yüzleşemezdi bitişlerle, görmezden geldiği o son burnunun ucunda dikilirken bile.
Rubinstein Ailesi Amerika da, Northampton da, krem rengi Viktorya tarzı kocaman bir evde yaşardı. Her ne kadar tadilata, tamirata ihtiyacı olsa da, hálá görkemliydi yapı: Tam beş yatak odası, üç arabalık garajı, masif parkeleri ve Fransız usulü kapıları vardı; üstüne üstlük bahçesinde de harikulade bir jakuzisi. Ailecek tepeden tırnağa sigortalıydılar: Hayat sigortası, araba sigortası; hırsızlık, yangın ve sağlık sigortası, emeklilik hesapları, çocuklara üniversite eğitimi birikimleri ve müşterek banka hesapları... Oturdukları evin yanı sıra biri Boston da, diğeri Rhode Adası nda iki lüks daireleri daha vardı. Tüm bunları elde edebilmek için, Ella da David de epey alın teri dökmüşlerdi. Her katında çocukların mutlu mesut koşup oynadıkları, fırından zencefilli-tarçınlı kurabiye kokularının yayıldığı büyükçe bir ev hayali bazılarına klişe gibi gelebilir ama onların gözünde hayatların en idealiydi. Bu ortak amaç üstüne kurmuşlardı evliliklerini ve zamanla hayallerinin hepsini olmasa da çoğunu gerçekleştirmişlerdi.
Geçen sene Sevgililer Günü nde, kocası Ella ya kalp şeklinde bir elmas kolye hediye etmişti. Yanına da balonlu, ayıcıklı bir kart iliştirmişti:
Sevgili Ella,
Sessiz sakin, müşfik, cömert, evliya sabırlı kadın...
Beni olduğum gibi kabul ettiğin ve karım olduğun için minnettarım.
Seni ilelebet sevecek kocan,
David
Ella kimseye bilhassa kocasına itiraf edememişti ama işin doğrusu, bu satırları okurken kendi ölüm ilanını okur gibi olmuştu. "Ben ölünce arkamdan bunları diyecekler herhalde" diye geçirmişti içinden. Ve eğer samimi ve dürüstseler, şu sözleri de eklemeliydiler:
"Ella cığımızın tüm yaşamı, kocası ve çocuklarından ibaretti. Kaderin türlü zorluklarına tek başına kafa tutacak ne bilgisi vardı ne tecrübesi. Hiçbir zaman risk almayı bilmezdi. Tedbiri elden bırakmazdı. İçtiği kahvenin markasını değiştirmek için bile uzun uzun düşünmesi gerekirdi. O kadar utangaç, öylesine munis ve ürkekti; tabiri caizse, pısırığın tekiydi."
İşte tüm bu malum sebeplerden dolayı, kendisi de dáhil olmak üzere hiç kimse anlayamadı, tam yirmi yıllık evlilikten sonra Ella Rubinstein ın nasıl olup da bir sabah kocasına boşanma davası açtığını ve kendini evliliğinden azat edip, tek başına sonu belirsiz bir yolculuğa çıktığını...
*
Ama elbet bir sebebi vardı: Aşk!
Aşık oldu Ella hiç beklenmedik bir biçimde, beklemediği bir adama.
İkisi ne aynı şehirde yaşıyordu ne de aynı kıtada. Aralarındaki fersah fersah uzaklık bir kenara, kişilikleri en az gündüz ile gece kadar farklıydı. Yaşam tarzları ise alabildiğine başkaydı. Arada tam bir uçurum vardı. Normal şartlar altında birbirlerine tahammül etmeleri bile zor iken, aşk odu nda yanmaları beklenmedik bir hadiseydi. Ama oldu işte. Hem de öyle çabuk oldu ki, Ella başına ne geldiğini anlayıp, kendini koruyamadı bile. Tabii şayet insanın kendini aşktan koruması mümkünse!
Aşk, Ella nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüveren bir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti.
Bir taş nehre düşmeyegörsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı.
Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, ol tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar, ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğurur, tá ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.
Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.
Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, tá dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz.
Kendini bildi bileli durgun bir göl gibiydi Ella Rubinstein ın hayatı. Kırk yaşına basmak üzereydi. Nicedir tüm alışkanlıkları, ihtiyaçları ve tercihleri tekdüzeydi. Şaşmaz bir çizgiydi günlerin akışı; öylesine yeknesak, düzenli ve sıradan. Bilhassa son yirmi yıl boyunca hayatındaki her ayrıntıyı evliliğine göre ayarlamıştı. İçinden geçen her dilek, edindiği her yeni arkadaş, hatta en önemsiz kararları bile buna bağlıydı. Hayatına yön veren yegáne pusula evi ve evliliğiydi.
Kocası David tanınmış bir dişçiydi; mesleğinde hayli başarılı ve çok para kazanan bir adam. Aralarındaki bağ pek derin sayılmazdı. Ella bu durumun farkındaydı ama doğrusu evliliklerde (bilhassa onlarınki gibi uzun süren evliliklerde) önceliklerin farklı olduğuna inanırdı. Aşktan ve tutkudan daha önemli şeyler vardı bir evlilikte: Karşılıklı hoşgörü, şefkat, anlayış, saygı ve sabır gibi... Ve tabii bir de her evlilikte elzem olan bir başka nitelik: Affedicilik! Geliyorsa şayet elinizden, ki gelmeli, kusur etti mi kocanız, ki edebilir, ne yapıp edin, affedin!
Aşkmış meşkmiş, ne gam! Ne önemi var? Aşk dedikleri, Ella nın öncelikler sıralamasında gerilerde bir yerde kalmıştı çoktan. Ancak filmlerde olurdu aşk. Ya da hayal ürünü romanlarda. Bir tek oralarda esas kız ve esas oğlan ölesiye sevebilirdi birbirlerini, masallardan süzülmüş efsanevi bir tutkuyla. Ama hayat, hakiki hayat ne filmdi, ne de roman!
Ella nın öncelikler listesinin başında çocukları gelirdi. Güzel mi güzel kızları Jeannette üniversitedeydi. İkizleri (kız olan Orly, erkek olansa Avi) tam buluğ çağındaydı. Bir de on iki yaşında bir golden retriever köpekleri vardı: "Gölge". Bu eve geldiğinde minnacık bir enikti henüz. O gün bugündür Ella nın şaşmaz yürüyüş arkadaşı, yoldaşıydı. Gerçi artık ihtiyarlamış, şişmanlamış, neredeyse kör ve sağır olmuş Gölge nin vadesi doluyordu. Ama köpeğinin bir gün öleceğini düşünmeye Ella nın yüreği el vermiyordu. Ne de olsa Ella böyle biriydi, hiçbir zaman kabullenemezdi sonları; İster bir dönem, ister eskimiş bir ádet, isterse çoktan tükenmiş bir ilişki olsun ölümü tanımaktan acizdi. Bir türlü yüzleşemezdi bitişlerle, görmezden geldiği o son burnunun ucunda dikilirken bile.
Rubinstein Ailesi Amerika da, Northampton da, krem rengi Viktorya tarzı kocaman bir evde yaşardı. Her ne kadar tadilata, tamirata ihtiyacı olsa da, hálá görkemliydi yapı: Tam beş yatak odası, üç arabalık garajı, masif parkeleri ve Fransız usulü kapıları vardı; üstüne üstlük bahçesinde de harikulade bir jakuzisi. Ailecek tepeden tırnağa sigortalıydılar: Hayat sigortası, araba sigortası; hırsızlık, yangın ve sağlık sigortası, emeklilik hesapları, çocuklara üniversite eğitimi birikimleri ve müşterek banka hesapları... Oturdukları evin yanı sıra biri Boston da, diğeri Rhode Adası nda iki lüks daireleri daha vardı. Tüm bunları elde edebilmek için, Ella da David de epey alın teri dökmüşlerdi. Her katında çocukların mutlu mesut koşup oynadıkları, fırından zencefilli-tarçınlı kurabiye kokularının yayıldığı büyükçe bir ev hayali bazılarına klişe gibi gelebilir ama onların gözünde hayatların en idealiydi. Bu ortak amaç üstüne kurmuşlardı evliliklerini ve zamanla hayallerinin hepsini olmasa da çoğunu gerçekleştirmişlerdi.
Geçen sene Sevgililer Günü nde, kocası Ella ya kalp şeklinde bir elmas kolye hediye etmişti. Yanına da balonlu, ayıcıklı bir kart iliştirmişti:
Sevgili Ella,
Sessiz sakin, müşfik, cömert, evliya sabırlı kadın...
Beni olduğum gibi kabul ettiğin ve karım olduğun için minnettarım.
Seni ilelebet sevecek kocan,
David
Ella kimseye bilhassa kocasına itiraf edememişti ama işin doğrusu, bu satırları okurken kendi ölüm ilanını okur gibi olmuştu. "Ben ölünce arkamdan bunları diyecekler herhalde" diye geçirmişti içinden. Ve eğer samimi ve dürüstseler, şu sözleri de eklemeliydiler:
"Ella cığımızın tüm yaşamı, kocası ve çocuklarından ibaretti. Kaderin türlü zorluklarına tek başına kafa tutacak ne bilgisi vardı ne tecrübesi. Hiçbir zaman risk almayı bilmezdi. Tedbiri elden bırakmazdı. İçtiği kahvenin markasını değiştirmek için bile uzun uzun düşünmesi gerekirdi. O kadar utangaç, öylesine munis ve ürkekti; tabiri caizse, pısırığın tekiydi."
İşte tüm bu malum sebeplerden dolayı, kendisi de dáhil olmak üzere hiç kimse anlayamadı, tam yirmi yıllık evlilikten sonra Ella Rubinstein ın nasıl olup da bir sabah kocasına boşanma davası açtığını ve kendini evliliğinden azat edip, tek başına sonu belirsiz bir yolculuğa çıktığını...
*
Ama elbet bir sebebi vardı: Aşk!
Aşık oldu Ella hiç beklenmedik bir biçimde, beklemediği bir adama.
İkisi ne aynı şehirde yaşıyordu ne de aynı kıtada. Aralarındaki fersah fersah uzaklık bir kenara, kişilikleri en az gündüz ile gece kadar farklıydı. Yaşam tarzları ise alabildiğine başkaydı. Arada tam bir uçurum vardı. Normal şartlar altında birbirlerine tahammül etmeleri bile zor iken, aşk odu nda yanmaları beklenmedik bir hadiseydi. Ama oldu işte. Hem de öyle çabuk oldu ki, Ella başına ne geldiğini anlayıp, kendini koruyamadı bile. Tabii şayet insanın kendini aşktan koruması mümkünse!
Aşk, Ella nın ömrünün o durgun gölüne gaipten düşüveren bir taş misali indi. Ve onu sarstı, silkeledi, darmadağın etti.
ROMAN 5-6 MART TA RAFLARDA OLACAK
İki zaman, iki mekan, iki aşk, roman içinde roman: Elif Şafak ın mart başında yayınlanacak yeni kitabı "Aşk", ilk bakışta birbiriyle ilgisiz gibi gözüken iki öyküyü anlatıyor. Öyle ya, 2000 lerde ABD de Boston da yaşayan Yahudi bir ailenin üyesi, orta yaşlı ev kadını Ella Rubinstein ile, 1200 lerde Konya da yaşayan Mevláná nın ne ilgisi olabilir? Bu iki öykü, Aşk ta birleşir: Ella çocukları büyüdükten sonra zamanını değerlendirmek için çalışmaya başladığı bir yayınevinde, A. Z. Zahara isimli, esrarengiz bir yazarın 1240 ların Bağdat ve Konya sında geçen, Mevláná ile Şems arasındaki birliği anlatan bir tarihi roman dosyasını okumaya başlar. O andan itibaren Zahara nın peşine düşen Ella, artık aşk yolculuğuna çıkmıştır... Romanın içindeki diğer roman ise bizi 13. yüzyıla, Mevláná ve Şems in dünyasına taşır. Elif Şafak ın ilahi ve dünyevi yüzüyle bir bütün olan Aşk ı anlatan romanından iki bölümünü bugün ve yarın yayınlıyoruz. İlk bölüm, bizi Ella nın dünyasına taşıyan romanın önsözü.
Hürriyet
14 Şubat 2009
Şems olmasa buralardan çoktan gitmiştim
Elif Şafak’ın mart başında çıkacak romanı Aşk’tan bir bölümü dün Hürriyet Cumartesi’de yayınlamıştık. Bugün ikinci bir bölüm veriyoruz. Bağdat’a, 29 Eylül 1243’e gidiyoruz, bir çömeze kulak veriyoruz.
Bana sorarsanız zaviyede derviş olmak kolay. Ne var ki bunda? Sabah akşam otur mır mır dua et, tespih çek, zikir çek. Çocuk oyuncağı! Esas zorluk çömez olmakta! Herkes dervişliğin zahmetlerinden dem vurur ama nedense kimse biz zavallı saliklerin çektiklerinden bahsetmez. Buraya geldim geleli it gibi çalışıyorum. Bazı günler o kadar yoruluyorum ki döşeğe düştüğümde kolumun bacağımın ağrısından uyuyamıyorum. Ama kimin umurunda? Kimseden ne bir teselli duydum, ne müşfik bir bakış gördüm. Ne kadar çalışırsam çalışayım bir türlü yaranamıyorum. İsmimi dahi bildiklerini sanmıyorum. "Cahil talip" diye sesleniyorlar bana, sanki adım sanım yokmuş gibi. Arkamdan da fısıldaşıyorlar: "Havuç kafalı gafil oğlan!"
Ama en kötüsü Aşçı Dede’nin emrinde mutfakta çalışmak! Göğüs kafesinde kalp yerine taş taşıyor adam. Dergáhta aşçı olacağına, savaşın kitabını yazmış Moğol Ordusu’na komutan olsa daha isabetli olurdu. Bir kerecik olsun ağzından tatlı bir söz çıktığını duysam, sağ kolumu keseceğim. Gülümsemeyi bildiğinden bile şüpheliyim.
Bir seferinde dayanamadım, meydancıya sordum. "Bu zaviyeye gelen tüm çömezler merasim hırkası giydirilmeden evvel benim gibi Aşçı Dede’nin zorlu imtihanına tábi tutulur mu?"
Meydancı müstehzi bir edayla gülümsedi. "Hepsi değil evlat, yalnızca katır kutur ham olanlar" dedi.
Katır kutur ham olanlar ha, öyle mi? Neden diğer çömezlerden daha çok çile çekecekmişim? Nefsim onlarınkinden daha mı büyük, daha mı kötü yani?
Her sabah en erken ben kalkıyorum; dereden kova kova su taşıyorum. Sonra ocağı yakıyor, yüzüm gözüm is içinde kalana dek ekmek pişiriyorum. Kahvaltıda içilen çorbayı hazırlamak gene benim vazifem. Kolay değil, elli kişilik kazanlarda pişiyor her şey. İçine beş kişi girer rahat rahat yıkanır, öyle devasa. Ya sonrasında kim yıkar, ovalar kazanları? Gene ben tabii ki! Bulaşıkçı da benim burada, temizlikçi de, çamaşırcı da. Gün doğumundan gün batımına durmadan emir yağdırıyor Aşçı Dede:
Havuç kafa, yerleri sil! Tezgáhları parlat! Merdivenleri temizle! Avluyu süpür! Git odun kes! Ahşapları cilala! Tencereleri kalayla! Reçel kaynat, acı sos hazırla. Hıyar, patlıcan doğra, ezme yap, turşu doldur -aman tuzu ne eksik ne fazla olsun, suyun üstünde bir yumurta durabilecek kadar olsa yeter. Her şeyi tam istediği gibi yapmazsam Aşçı Dede cinnet geçirir, çanak çömlek eline ne geçerse kafama atar. Haydi, işin yoksa sil baştan.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, eksiksiz her işte, dua üstüne dua okumamı emreder. Yüksek sesle okurum ki, Aşçı Dede beni daha rahat denetlesin. Bir kelime atlayacak olursam vay hálime, canıma okur. İşte ben böylece, her Allah’ın günü bir yandan dua ezberler, bir yandan harıl harıl çalışırım.
Mutfaktaki zorlukları yenersem, bu yolda daha çabuk olgunlaşırmışım! Böyle diyor Aşçı Dede. "Hiç etrafında ateş olmazsa kaynar mı kazan? Pişebilir mi nohut? Sen de aynen öyle, ateşin içinde oflaya poflaya, kaynaya kaynaya pişeceksin elbet!"
Lafa bak! Nohut muyum ben? Bir keresinde dayanamadım, soruverdim: "İyi de ne zamana kadar sürecek bu ateşten imtihan?"
"Binbir gün binbir gece" demez mi gaddar adam! Ardından da pişkin pişkin ekledi: "Masallardaki Şehrazat her gece başka bir öykü uydurabildiyse, sen de onun kadar dayanabilirsin herhálde."
Kafayı yemiş bu adam! Benim şu perişan hálimle o çenesi düşük Şehrazat arasında ne tür bir benzerlik olabilir ki? Hanımefendinin tek yaptığı kadife yastıklara, atlas yorganlara yaslanıp bacak bacak üstüne atmak ve bir eliyle zalim hükümdara hurma, incir, üzüm yedirirken bir yandan çılgın hikáyeler uydurmak! Bunun neresi zor Allah aşkına? Gelsin benim çektiğim eziyetlerin yarısına katlansın, değil binbir gece, bakalım bir hafta dayanabiliyor mu?
İmtihanım bitmesine çok var daha. Sayan var mı bilmiyorum ama ben her gün bir çentik atıyorum duvara: Şafak altı yüz yirmi dört!
Bu zaviyedeki ilk kırk günümü ufacık, basık ve karanlık bir hücrede geçirdim. Ne yayılabilir, ne doğrulabilirsin. Ne sağına ne soluna dönebilirsin. Sürekli dizüstü hazır vaziyette oturmak durumundasın. Sıkı sıkı tembihlediler: Olur da karanlıktan korkarsan, açlıktan miden kazınırsa, ya da maazallah, ıslak rüyalar görür bir kadın vücudu arzularsan, hemen tavandaki çanı çal, manevi destek ara!
Kırk gün kaldım o hücrede. Bir kez olsun çanı çalmadım. Aklıma fena fikirler gelmediğinden değil, Allah biliyor ya sürüsüyle geldi ama o daracık yerde sıkışmış, serçe parmağımı dahi kıpırdatamazken azıcık fena fikirden kime zarar gelir ki?
Çilehaneden kurtulunca bu kez de Sertarik geldi, "eti senin, kemiği benim" diyerek Aşçı Dede’ye teslim etti beni. Meğer mutfakta çekilen çile en beteriymiş. Gene de, ne kadar garez edersem edeyim, aşçının kaidelerinden dışarı hiç çıkmadım, ta ki Şems-i Tebrizi gelene dek. Onun geldiği gece mutfaktan sıvıştım diye Aşçı Dede feci bir dayak attı. Sırtımda sıra sıra kızılcık sopaları kırdı. Sonra ayakkabılarımı aldı, uçları dışarı bakacak şekilde kapının önüne koydu. Böylece tekke adabına uygun biçimde "evlat, gitme vaktin geldi" diyordu.
"Eğer gönlün emin değilse, boş yere kendini de yorma, beni de" diye ters ters buyurdu Aşçı Dede. "Dere eşeğin ayağına gelmez. Su içmek isteyen eşek kendisi dereye gider, unutma. Tasavvuf da derya deniz sudur kana kana içmek isteyene!" Bu durumda ben de eşek oluyorum tabii.
İşin doğrusu, Şems-i Tebrizi olmasa çoktan buralardan gitmiştim. Bu gezgin derviş öyle acayibime gidiyor ki, sırf ona olan merakımdan zaviyeye demir attım. Daha evvel hiç böyle bir abdal görmemiştim. Kimseden korkusu yok, kimselere boyun eğmiyor. Aşçı Dede bile ona hürmet ediyor. Ben de içimden karar verdim: Bundan böyle ibret alacağım kişi, Şems olacak. Cazibesi, sivri dili, serkeşliği, asi mizacıyla o olmalı benim mürşidim. Bizim yaşlı, uyuşuk pir efendi değil.
Evet, Şems-i Tebrizi benim kahramanım. Onu gördükten sonra kendi kendime dedim ki "ne demeye munis bir derviş olacağım. Şayet onun yanında feyiz alacak kadar kalırsam, ben de Şems gibi gözüpek, isyankár olurum." Böyle dedim ve güz gelip de Şems’in temelli gideceğini anlayınca, ben de onun peşinden Konya’ya gitmeye karar verdim.
Hürriyet
15 Şubat 2009
|