Elif Şafak, romancı. Michigan Üniversitesi’nde kadın araştırmaları konusunda dersler de veren Şafak NPQ’nun sorularını yanıtladı..
NPQ: Fransa’da doğdunuz, Türkiye’de büyüdünüz, İspanya’da eğitim gördünüz, Ürdün’de, Almanya’da yaşadınız ve Boston ile Michigan’dan sonra şimdi de Arizona’dasınız. Pek çok kimliği işlemeyi, daha küçüklükten öğrendiniz. Romanlarınızda hiçbir şeyin göründüğü kadar katı olmaması da bundan mı? Olay kişileriniz sürekli ülke, zaman, cins, ad değiştiriyorlar.
ELİF ŞAFAK: Bazen kendimi katı mekandan yoksun bir konar-göçer gibi hissediyorum. Eski bir İslami anlatıya göre, cennette kökleri havada olan bir ağaç vardır. Bazen geçmişimi bu ağaca benzetiyorum. Köklerim var ama tek bir yerde değiller; ne toprakta ne havadalar. Çok farklı kültürlerle ilişkiliyim ve çokkültürlülüğün, çokdilliliğin ve çokinançlılığın mümkün olduğunu düşünmemin nedeni de kısmen bu sanırım. Öte yandan, çokkültürlü olmak için iyi bir dönemde yaşadığımızdan da emin değilim; çünkü doğrusunu söylemek gerekirse, sanki her tarafta kapılar yüzünüze kapanıyor -bu çok zor. Belli bir yere kadar, Türkiye’deki pek çok şeye oldukça bağlıyım; kadınların kültürüne, halk İslamına vb. ama ulusal kimliğe hiçbir biçimde bağlı değilim. Orada olduğumda bazen kendimi uyumsuz biri gibi hissediyorum.
Yaşamımdaki yegane süreklilik, yazmak olmuştur. Çok erken yaşlarda yazmaya başladım; bunun nedeni, yazar olmak istemem değil, kültürel yabancılaşmayla dolu çok yalnız bir çocukluk geçirmiş olmamdı. Dolayısıyla yazmak da bir yerden başka bir yere giderken yanımda götürebildiğim yegane şeydi. Bu anlamda yazmanın bana bir tutarlılık ve birlik duygusu verdiğini düşünüyorum. Parçalarımı bir arada tutuyor.
Son kitabımı “The Saint of Incipient Insanities” adıyla, İngilizce yazdım. Bundan önce Türkçe yazıyordum. Dil benim için her zaman merkezi bir sorun olmuştur; bu Türkiye’deki romancılar arasında pek rastlanan bir durum değil. Eğer romancıysanız, söyledikleriniz önemlidir nasıl söylediğiniz değil. Yalnızca şairseniz, belki dilin incelikleriyle ilgilenirsiniz, yoksa niye zahmet edesiniz ki? Romancıların, sanki bir tür entelektüel mühendislik gibi, çok zihinsel bir şey yaptıkları düşünülüyor. Dolayısıyla biçem değil, mesaj önemli hale geliyor. Bu, bana kesinlikle çok uzak. Günümüzde de biraz ironik.
Pek çok edebiyat eleştirmeni, dilimin zenginliğini övüyor ama bunun nedeni, anadilimle olan bağlantımın birkaç noktadan kesilmiş olması. Bazen insanlar anadillerini hiç sorgulamadan kabul ediyorlar. Anadilin olması, o dili bildiğin ya da ona hakim olduğun anlamına gelmez. Dili, kendisine hakim olacağımız bir şey olarak görmüyorum; onu bir araç, bir alet olarak görmüyorum. Onu, içine girdiğimiz bir mekan, bir kıta olarak görüyorum. Ve kıtalar batar. İmgelemimiz de batıyor. Düşünce tarzımız batıyor.
NPQ: Türk dili, fiilen batmış dillere iyi bir örnek. İşaret ettiğiniz üzere, Osmanlı alfabesinin kaldırılması, yenilikçilerin bile bile gerçekleştirdikleri bir hareketti. Bu konuyu da biraz açar mısınız?
ŞAFAK: Osmanlı döneminde, çoğunluğu Arap harflerinden oluşan bir alfabe kullanılıyordu; ama Farsça ve Arapça’dan da çok sayıda sözcük barındırıyordu. Pek çok şeyin bir karışımıydı, çokırklı bir kumaştı. Ne var ki, 1925’te Kemalist yenilikçiler bir günde bu alfabeyi değiştirdiler; gene de bu değişim, bence dildeki değişim kadar devasa değil. Alfabe daha teknik bir şeydir ama bir dili nasıl değiştirebilirsiniz? Arapça ve Farsça’dan gelen sözcükleri attık. Sonuç olarak günümüzde, dilin Türkiye-fikasyon’u sürecini sorgulayan pek az insan var. Bunu tehlikeli buluyorum çünkü dilsel temizliğin etnik temizlikle kıyaslanabilir bir şey olduğunu düşünüyorum. İmgelem battı, kültür ve bilgi bir kuşaktan öbürüne akamadı. Dedelerinin, ninelerinin bildiklerini bilmeyen, yazdıklarını okuyamayan, adları okuyamayan ya da sokak adlarının anlamlarını bilmeyen kuşaklarımız var. Osmanlı dönemindeki dil oldukça büyülüydü ve eşsizdi. Ve bugün bu dili öğrenmek, başka bir dili öğrenmekle aynı zamanı alıyor.
İngilizce’yi İspanya’da, gittiğim İngiliz kolejinde öğrendim; burası belki de benim için pek doğru bir yer değildi. Diplomat çocuklarının gittiği bir yerdi; çok kozmopolit, elit bir okuldu. Bense farklı bir çevreden geliyordum. Uyum sağlayamadım. Ama orada şunu gördüm: başkalarının gözünde kim olursanız olun, siz, her şeyden önce ve her şeyden çok, milliyetinizsiniz. O okuldaki tek Türk çocuktum; bir Türk teröristin Papa’yı öldürmeye çalıştığı zamanı canlı biçimde anımsıyorum; okuldaki tüm çocuklar benden uzaklaşmıştı, sanki Papa’yı öldürmeye çalışan bendim! Orada, bir uluslar hiyerarşisinin varlığını gözlemlediğimi anımsıyorum; Hintli bir kız ile ben en aşağıdaydık. Türk ya da Hintli olmanın hiçbir ilgi çekici yönü yoktu -Hollandalı olmak iyiydi!
Böyle şeyler üzerinizde etki bırakıyor ve başlıyorsunuz sorgulamaya: “Bu ne anlama geliyor, neden milliyetimi temsil etmem gereksin ki?” Küçük yaşlarda kendinize küçük sorular soruyorsunuz. Sonradan Türkiye’ye döndüğümde kendimi her zaman tepeden inmiş biri gibi, bir yabancı gibi hissettim. Türk kültürünün içindeydim ama aynı zamanda da Türkiye’de pek çok insanın sahip olmadığı ilişkilere sahiptim; dolayısıyla, kendi ülkenizde bir yabancı olma duygusuyla nasıl başa çıkabileceğinizi bilemiyorsunuz.
Dil, benim için sürekli ve neredeyse aralıksız bir keşif oldu; bu keşfe, Türk dili konusuyla başladım. Bana verilen dilden memnun değildim ve sürekli olarak onu keşfetmeye çalıştım. Tüm Osmanlıca sözcükleri, sofu ifadelerini keşfettim; bu, bir sonraki adımda yeni bir dil keşfetmeye vardı. İngiliz diline de Türk dilinde izlediğim bu yol beni götürdü. Önüme çizilmiş sınırlar olup olmadığını merak ederim hep. O sınırları aşmak ve ötesindekileri görmek isterim. Bu, bana özgü bir içgüdüdür; hayvansal içgüdü gibidir: Belli bir dilbilgisel kategoride tıkılıp kalmışsınız ve tek isteğiniz o kategoriden çıkıp kaçmak. Bununla birlikte ikincisi, bir romancı olarak Türkiye’den Amerika’ya gelmemdi.
Türk dilinden İngiliz diline gelmek, bir kıtaya olmaktan çok, bir dile yolculuktu. Bunu böyle yaşadım; başlangıçta oldukça zorluydu çünkü ressam olsanız, resimlerinizi beraberinizde getirebilirsiniz. Ama yazarsanız ve henüz çevrilmemişseniz, yapıtlarınızı beraberinizde getiremezsiniz. Onları geride bırakırsınız ve bir anda hiç kimse olursunuz. Türkiye’de birisiydim ama Amerika’da hiç kimse oldum. Bu varoluşsal mücadeleyi seviyorum. Söz konusu olan, dilsel bir mücadele olmaktan çok, varoluşsal bir mücadeleydi. Amerika’ya geldiğimde Türkiye’de dördüncü romanım basılmıştı. Tüm dikkatlerin odak noktasındaydım. Ama Amerika’ya geldim ve hiç kimse oldum. Bu çok hoşuma gidiyor! Bir çocuk gibi, karalamalarla başlıyorsunuz. Kendinizi bir başka dilde keşfediyorsunuz. Riskler, tehlikeler ama aynı zamanda böyle bir adımla gelen özgürlük, çok eğlenceli, büyüleyici.
NPQ: Kısa süre önce Amerikan yurttaşlığına geçen İngiliz yazar Christopher Hitchens, “Birleşik Devletler’de enternasyonalizm, sizin yurtseverliğinizdir” demişti. Bunu çok ilginç ve ikinci ev olarak Amerika’yı seçen hepimiz için çok gerçek buldum.
ŞAFAK: Doğru. İronik ama Amerika’da artık kendimi yabancı gibi hissetmiyorum. Oysa Türkiye’de, yerli olmama rağmen kendimi yabancı gibi hissettiğim zamanlar oluyordu ve bununla nasıl başa çıkabileceğimi bilmiyordum. Bunu söylerken, hâlâ İstanbul’a çok bağlıyım. Örneğin, üniversitede Doğu Avrupa bölümlerindeki insanlar, gözlemlerime göre, geçmişleriyle gelecekleri arasında çok net bir çizgi çekiyorlar. Bende böyle değil. Aynı anda iki yerde yaşıyor gibi hissediyorum, İstanbul’da ve Arizona’da.
NPQ: Bu, gerçekliği iki farklı açıdan sergileyen bir denge.
ŞAFAK: Ve buna gereksinmemiz var. Yazmak çok ben-merkezli bir iş. Sonunda kendimizi Tanrı sanabiliriz. Olay kişisi yaratıyoruz, kurgu yaratıyoruz, kendimizle çok tatmin olmuş bir duruma gelebiliriz. Sınırlarımızın farkına varmak için başka bir şeye, bir dengeleyiciye gereksinmemiz var.
NPQ: Yurttaşlarınızdan bazıları, örneğin Orhan Pamuk, sizi son on yılda Türkiye’den çıkmış en iyi yazar olarak niteledi. Türk entelektüel topluluğunun sizi desteklediğini düşünüyor musunuz?
ŞAFAK: İroniktir ki, Türk entelektüellerinden genel olarak çok az destek görüyorum. Bu beni üzüyor. Son PEN konferansında birlikte çalışan İranlı romancılar vardı; bir romancı, bir çevirmenin çalışmasını, bir çevirmen de bir akademisyenin çalışmasını övebiliyordu. Türk entelijensiyasında buna hiç rastlanmaz. Türkiye’deki, daha çok yazar-odaklı bir dünyadır. Bir bakıma, çoğunlukla İstanbul’a yaslanan, küçük bir dünyadır. Coğrafi hareketlilik yoktur. ABD’de çok sağlıklı bulduğum bir şey de hareketlilik. San Francisco’da doğuyorsun, Chicago’da öğrenim görüyorsun, Boston’da çalışmaya geliyorsun ve Wisconsinli bir kadınla tanışıyorsun. Türkiye’de ise entelijensiyanın çoğu İstanbul’da doğmuştur. İstanbul’da yaşar, İstanbul’da ölür. Tek bir dar çevre söz konusudur. Belli kafelere gidersiniz, herkes birbirini tanır. Bu bazı yazarların hoşuna gider çünkü kolaylıkla o küçük havuzun kralı olabilirler. Ama ben üzülüyorum çünkü entelektüel dinamizm ve yaratıcılık toplumda dolaşıma girmiyor ve oldukça elitist bir hal alıyoruz.
Benim için çok önemli bir mesele de geçmişimiz. Türkiye’de buna geçip gitmiş bir şey olarak bakılıyor. Osmanlı geçmişimizle aramıza olabildiğince mesafe koyarak modernleşmeye, Batılılaşmaya ve laikleşmeye çalışıyoruz. Böylece Türkiye’de her şey 1923 yılından başlatılıyor. Söz konusu tarihten önce olmuş hiçbir şey ilgi alanımıza girmiyor. Bu, büyük bir sorunun parçası aslında. Örneğin, Ermenilerin katledildiği 1915 yılı hakkında konuşamıyoruz; pek çok insan o olay hakkında bir şey bilmiyor ve onunla ilgilenmiyor. Geçmişe yönelik merakımızı yitirdik.
NPQ: Bu, Pamuk’un yapıtlarıyla da ilgili bir şey. Bir keresinde bana “Baskı altında alınmış olan her şey, mutlaka geri döner” demişti. Aynı biçimde, siz de romanlarınız aracılığıyla unutulmuş geçmişi yakalamak üzere sürekli geri dönen birisiniz. Pamuk’la aynı gemide misiniz?
ŞAFAK: Evet, kesinlikle; ama ben bunu iki yolla yapıyorum. Hem romanlarımın içeriğiyle, başka deyişle, işlediğim öykülerle hem de biçemimle. Kemalistler tarafından toprağın altına gömülmüş öyküleri yeryüzüne çıkarmaya çabalamakla kalmıyorum. Aynı zamanda Türk dilinden kovulmuş sözcükleri yeryüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Onları geri getiriyorum.
NPQ: Türkiye’de modernleşme yukarıdan geldi. Bugün de modernleşme, bir ılımlı İslam ideolojisi biçiminde, başka deyişle, Türkiye’yi AB’ye alması için Avrupa’yı teskin etmeye çalışan bir ideoloji biçiminde gene yukarıdan geliyor.
ŞAFAK: Sanırım, Türklerin pek çoğunun bazen çok farklı nedenlerle AB’ye katılmayı istediği gerçeğini hesaba katmalıyız. Ama bu yalnızca siyasal bir karar değil. Türkiye toplumu da AB’ye katılmak istiyor. Hepimiz bunun için mücadele etmeliyiz çünkü bu katılım pek çok nedenle önemli. Türkiye’de ordunun ve devlet aygıtının rolünün kırıldığını, ortadan kalktığını görmek istiyorum. Türkiye’nin devlet-merkezli olmaktan çok sivil topluma yaslanan bir ülke olmasını istiyorum. Akademilerdeki entelektüeller bile öyle devlet-odaklı ki, her zaman sivil toplumun değil, devletin iyiliğini düşünüyorlar. Ama ilginç olan şu ki, Türkiye değişik açılım türlerine tanıklık etti. En kötü askeri darbelerden biri yaşandıktan sonra 1980’li yıllarda Türkiye’de pek çok özel televizyon, radyo kanalı ve yayınevi ortaya çıktı. Bir bakıma, merkezileştirilmiş ideoloji, parçalanmaya uğradı. Popüler kültürün bazen ilginç bir potansiyeli oluyor.
Türkiyeli bir AB, Türkiye’nin AB’ye girmesi, her iki taraf için de iyi olacak. Çok tehlikeli bir zamanda yaşıyoruz. Dünyanın iki kampa bölünmesi tehlikesi var. Müslüman ile Batı dünyası arasında bir uygarlıklar çatışmasının yaşanacağına inanan insanlar var. Türkiye’nin AB’ye girmesi, iyi bir köprü olacak; hepimiz bir ortak varolma biçimi bulmak için mücadele etmeliyiz. Türkiye bunları, yalnızca AB’ye girebilmek için yapmamalı, artık kendimizi demokratikleştirme zamanı geldiği için yapmalı. Bununla birlikte, Türkiye’nin rolü de AB için önemli. Benim görüşüm şu: Bu, bir uygarlıklar çatışması değil, fikirler çatışması.
Bir yanda, yabancılara düşman olan ve aynadaki görüntüleriyle yaşamak isteyen milliyetçilerimiz var; öte yandan farklı arka plana sahip ötekilerle yaşamak isteyen kozmopolitlerimiz var. Bu, Avrupalılar için de büyük bir sınama çünkü pek çok Avrupalı “AB’nin ortasındaki bunca Müslüman azınlıkla ne yapacağız?” diye kendi kendine sorup duruyor. Bu hepimiz için büyük bir ortak varolma sorunu. Ama elbette, günümüzde uluslararası ilişkiler, belirsizliğe tahammül göstermiyor. Diplomasi dünyası her şeyi çok net biçimde çizmek istiyor ve Türkiye’nin durumunu zorlaştıran da bu; ne de olsa Türkiye, geçiş halindeki bir toplum. Çok büyük bir potansiyeli var. Bu, sorun olarak görülmediği sürece, çok yaratıcı, doğurgan bir potansiyel olabilir. Benim sorun olarak gördüğüm şey, ulusal dinsel kimliklere duyulan gereksinme; tüm o kozmopolit çoğulculuğu tek bir sese indirme gereksinmesi. Türkiye toplumu, bunun incelenebileceği iyi bir vaka oluşturuyor; biz, bir zamanlar çok ırklı bir imparatorluktuk, ama sonraları monolitik olduğu varsayılan bir ulus-devlet yaratma adına tüm o etnik azınlıklar kovuldu ve sesleri susturuldu. İşimin bir parçası da bu sesleri geri getirmek.
NPQ: Sözcülük konusunda -bazı yazarların kendilerini uluslarının sözcüleri olarak göstermeleri, böylece de kendilerini bir ulusun sesi olarak kurmaları konusunda- ne düşünüyorsunuz?
ŞAFAK: Karşılaştığım ikilemlerden biri de, her zaman size eklenmiş bir etiketin, bir kimliğin olması; özellikle de Ortadoğu’dan geliyorsanız ve özellikle de kadınsanız. Eğer Cezayirli bir kadın romancıysanız, sizden Cezayir’de kadın olmakla ilgili sorunları yazmanız bekleniyor. Özellikle Amerika’da bu işlev kurmacaya atfedilmiş durumda. Bunları hem baskıcı hem ilerlemeci çevreler olarak adlandırıyorum çünkü Üçüncü Dünya denilen bölgeden geliyorsanız, sizden bunları bekleyenler genelde ilerici çevreler oluyor. Bastırılmış kız kardeşe söz hakkı verme adına size bir ulusal kimlik yapıştırıyorlar. Bu kimlik alıp başını gidiyor, kurmacanızın niteliği ise, peşinden onu takip etmeye çalışıyor.
Öte yandan, siyasetle estetik arasındaki ilişki çok önemli. Bu siyah ya da beyaz değil; ya siyaseti ya estetiği seçeceksiniz diye bir şey yok. Estetiği seçerseniz, siyasal konular sizin için önemsiz hale geliyor ama siyaseti seçtiğinizde, o zaman da estetik dünyası sizin için bir lüks oluyor. Eğer Afganistan’dan gelen bir yazarsanız, New York’ta tartışılan edebiyat geleneklerini sorgulama lüksünüz var mıdır? Sanatın, Batı dünyasındaki çok seçkin bir azınlığın mülkü haline gelmesi tehlikeli. O zaman diğerlerimiz bundan dışlanıyoruz. Dolayısıyla siyaset ile estetik arasında evliliği gerçekleştirebilmek oldukça önemli.
NPQ: Türban Türkiye’de uygarlıklar arasında yaşanan ayrılığın büyük bir göstergesi. Buna tepkiniz ne oluyor?
ŞAFAK: Türkiye’de imza günlerim olduğunda, sırada bekleyen pek çok türbanlı kadınla karşılaşıyorum. O kamptan pek çok okurum var. Ayrıca Türkiye’nin en çok okunan ikinci gazetesinde köşe yazarlığı da yapıyorum; bu, muhafazakar bir gazete ve halen söz konusu gazetede yazan birkaç solcu yazar var. Bunu yapmamın nedeni, adalara bölünülmesini sevmemem. Adalara bölünmek, Türkiye’de çok yaygın. Türkiye çok kutuplaşmış bir toplum: Kemalistler karşısında İslamcılar var ve aralarında hiç diyalog yok. Sözcükler ya da haberler bir adadan öbürüne ulaşmıyor. Yahudi entelektüellerin, özellikle de Frankfurt Okulu’nun, eleştirel okul kuramının başardıklarını Türkiye’de hiçbir zaman başaramadık. Bu entelektüeller 1940’lı yıllarda agnostik, ateist, Marksist ve sosyalistti; bununla birlikte Yahudi mistisizmi geleneğini de biliyorlardı. Yahudi din tarihiyle ve felsefesiyle ilgileniyorlardı. Türkiye’de bunu hiç yapamıyoruz.
Eğer laikseniz, dinle her ne türden olursa olsun hiçbir ilişkiniz olamaz; öte yandan dinsel düşünceyle ilgileniyorsanız bu bir inanç meselesi haline gelir ve artık eleştirel bir gözle bakamazsınız. Üçüncü bir yol geliştirmeye çalışıyorum. Yahudi mistisizmi, İslam mistisizmi ve Hıristiyan mistisizmi arasında büyük benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Özellikle her üç dinde de heretik akımların pek çok ortak özellikleri var. İlgilendiğim yollar bunlar. Bu yönde hareket ettikçe, hem solcu okuyuculara hem de türban takan kadın okuyuculara ulaşabiliyorum. Türkiye devletinin, bu kızları ve kadınları üniversiteye kabul etmeme, laikliği tepeden dayatma siyasetine kesinlikle karşıyım. Bu kabul ettiğimiz Fransız modelidir ve giderek geri tepiyor.
NPQ, Cilt: 7, Sayı: 3, 2005
|