. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Bir Anlatıcı Olarak Kadın

 

Bir Anlatıcı Olarak Kadın

 

Bejan Matur: Şimdi Elif Şafak’a dönmek istiyorum. Elif Şafak, Türkiye’nin en önemli romancılarından. Aynı zamanda bir akademisyen. Onun söyledikleri hem bir anlatıcının hem de akademisyenin perspektifini yansıtacak.

 

Elif Şafak: Teşekkür ediyorum. Ben konuştuğumuz konuya daha farklı bir yoldan yaklaşmaya çalışacağım. Üç senedir Arizona’da kadın dersleri veriyorum. Dersi seçen öğrencilere ilk söylediğim şeylerden bir tanesi şu: Ortadoğu kelimesini unutun, kadın kelimesini unutun, terk edin, parçalayın, yıkın. Dersin sonunda tekrar o kavramlara dönebilmek için. Çünkü bazı şeyleri daha rahat görebilmek için, onlardan uzaklaşmamız gerektiğine inanıyorum. Ortadoğu veya Doğu gibi, kadın da çok büyük, kallavi genellemeler ve bazen görememeye itiyor bizi, görmeye değil. Benim düşünce sistematiğimde şöyle bir yaklaşım var; bir yönüyle ben siyaset bilimciyim. Siyaset bilim bize hep makro teorilere bakmayı öğretir, fısıldar. Ama ondan önce romancıyım. Roman ise mikroya bakar, bireye bakar, insan hikayelerine bakar. Benim için esas olan mikro alan, küçük olan. Ben makroyu parçalamayı seviyorum. O parçalılık içinde bazı şeyleri daha iyi görebildiğimizi düşünüyorum. O yüzden bana, öğrencilerim mesela, ‘İslam’da kadın nasıldır?’ diye sorarlarsa, ben açıkçası onlara soruyorum. ‘Hangi İslam’dan söz ediyorsun? Hangi Ortadoğu’dan? Hangi ülke, hangi mekan, hangi zaman, keza hangi kadın, hangi sınıf? Kır mı? Kent mi?’ Parçala, sürekli soruları parçala. Bugünkü uluslararası ortam, küçüğü sevmeyen bir ortam, küçüğü küçümseyen bir ortam. Şimdi asıl olan büyüklerden konuşmak, makrolardan konuşmak. Bugünkü ortam muğlaklığı sevmeyen bir ortam. Çok net ayrımlarımızın olması lazım. Onlardan mısın, buradan mısın? Doğu’dan mısın, Batı’dan mısın? Oysa bence edebiyatçının görevi tam da o kalıpları sorgulamak, tam da o kategorilerin sahteliğini, yapaylığını ortaya koyabilmek. Dolayısıyla benim düşünce sistemim, daha parçalayıcı, parçalamaktan yana bir düşünce sistemi. Bir de zannediyorum, kendi hayatımın, hayat hikayemin de bunda etkisi var. Çünkü ben Fransa’da doğdum. Ama ondan sonra annemle babam ayrıldı. Ben babamı görmeden büyüdüm. Aslında bir tek annenin eseriyim. Bir aile ortamı içinde büyümedim. Şimdi bu benim yazılarımda da, kişiliğimde de önemli bir rol oynadı. Tek anne, tek kız evlat. Onun çok izi var benim edebiyatımda. Yaklaşık 10-11 yaşlarındayken annem Dışişleri’ne girdi, diplomat olarak. Aslında müzisyendir. Ve şartlarımız elverseydi yine müzisyen olarak kalırdı muhtemelen. Ondan sonra çok dolaştık. Mesela, İspanya’da okudum, çocukluğumun önemli bir kısmını İspanya’da geçirdim. Tekrar Türkiye’ye döndüm, ondan sonra Ürdün, Amman’da bulunduk. Tekrar Türkiye. Almanya Köln, tekrar Türkiye. Sonra annem Japonya’ya gitti, ben İstanbul’a geldim. İstanbul’a yerleştiğimi düşündüm. Romanlar burada yazıldı. Ama dördüncü sene, Amerika’dayım. Amerika’da benim karşıma en sık çıkan kategori Ortadoğu’dan gelen kadın yazar kategorisiydi. Amerikalılar, konuşmalarımda ya da okumalarda beni dinlemeye geldiklerinde bunu duymak istiyorlar. Eğer kategoriniz, kimliğiniz, size yapıştırılan yafta, ‘Ortadoğulu kadın’ kimliği ise ona uygun şeyler yazmanız bekleniyor. Diyelim Cezayirli bir kadın romancısınız. Batı’da yaşayan veya ezkaza Batı’yı ziyaret eden. Ne yazacaksınız, sizden beklenen ne? İşte töre cinayetleri. Kapağında türbanlı kadın resmi olan bir kitap anlatmanız, yazmanız bekleniyor. Bunun dışında bir şey yok. Çünkü üzerinize giydirilen zırh, rol o. Ben bunu çok sakıncalı buluyorum. Kimliklerin önden gitmesi ve edebiyatın kalitesinin iki adım arkadan gelmesini çok tehlikeli buluyorum. Sanat için de sanatçı için de. Peki Amerikalılar bunu beklerken, oradaki Türkler ne bekliyor? O da ayrı bir ironi bence. Amerika’da verdiğim okumalarda Türkler geldikleri zaman çok sık duyduğum şeylerden bir tanesi de şu: Bir kısmı şöyle bir beklenti içinde; Amerika’da Türk kadınını temsil edin. Kemalizm’in Türk kadınlarına ne kadar çok şey kazandırdığını anlatın. Araplardan ne kadar farklı olduğumuzu gösterin onlara. Sürekli bu tür tartışmalarla geçiyor okumalar. Bence biz Türkler aslında Ortadoğu’ya, Ortadoğu’nun geri kalan ülkelerine, kültürlerine çok sırtımızı döndük, Batılılaşmayı tek bir hedefe odaklanmak olarak okuduk, anladık. Ve ciddi kültürel, toplumsal önyargılar içindeyiz. Dolayısıyla bunları görme fırsatım da oluyor. Devamlı böyle bir beklenti var, oradaki Türklerde. İşte ‘bizim en büyük sıkıntımız’ diyorlar, ‘buraya Ermeniler, Rumlar bizden evvel geldi, o yüzden onların beynini yıkadılar. Onlara gösterin gerçek Türk kadınının ne kadar özgür olduğunu’. Ama bunu diyen insan kendi coğrafyasını bilmiyor. Bunu diyen insan, mesela Arap diye kafasında bir genelleme var ama Arap edebiyatı üzerine ne okumuş, İran’dan kimleri takip etmiş belli değil. Hiçbir şey yok. Osmanlıca’yı Arapça zanneden insanlar var bu ülkede. Yani böyle bir tarihsel kopukluk üzerine inşa ediyoruz bence kimliklerimizi. Ben bunlardan rahatsızlık duyuyorum. O yüzden kategorileri sorgulamaktan, parçalamaktan, mümkün mertebe terk edip uzaklaşıp sonra tekrar yaklaşmaktan, gene uzaklaşıp tekrar yaklaşmaktan, mümkünse böyle bir diyalektik ilişki kurmaktan yanayım. Anlatıcı olmaya gelince; Roman çok özel bir kategori, çünkü Batılılaşmanın aracı, Batılılaşmanın sesi olarak, aynı zamanda bir yüksek edebiyat, bir elitin edebiyatı olarak geldi Türkiye’ye. Şimdi böyle bir çerçeve içinde, kadın yazar, kadın romancı kendini, cinselliğini, cinsiyetini nasıl anlatabilir? Bu mesela benim çok önemsediğim bir soru. Birtakım damarların Türkiye’de çok net kesildiğini görüyorum, gözlemliyorum. Mesela Doğu’dan gelen, daha doğrusu eski, geleneksel, sözlü kültüre de yansıyan pek çok öykü vardı, biz bunları romana taşımayı başaramadık. Mesela “Bin Bir Gece Masalları” bunun en iyi bilinen örneğidir ama, muhakkak tek örnek değildir. Koskoca bir külliyat var, sözlü kültürü de besleyen. Biz bunu romana taşıyamadık. Ama ikincisi, yani aydınlarımızın taşıyamadığı ikinci damar bence tasavvuf olageldi. Ben bunları önemsiyorum. Yani bu tür sorular sormayı, deşmeyi önemsiyorum. Belki şöyle bir karşılığı da var, aslında kendi hayatımda. Yaklaşık altı-yedi yaşımdayken ben iki ayrı nineyle büyüdüm. Çok kısa bir süre için de olsa. İlk bakışta, dışardan bakan bir insan için ikisi de Türk, ikisi de Müslüman, ikisi de aynı sınıftan gelen, ikisi de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde giyinen, konuşan iki kadın. Ama bir tanesi çok daha farklı bir İslam anlayışına, daha çok korku temelli bir İslam anlayışına sahipti. Mesela babaannem için Allah sürekli seni izleyen bir gözdü. Devamlı gören ve günahlarını kaydeden bir göz. Ve ben oradan döndüğüm zaman, kendi bedenimi taşıyamadığımı hatırlıyorum. Cinselliğimden utandığımı, mesela banyoya giremediğimi hatırlıyorum çocukken. Sürekli beni izleyen bir göz varsa yukarda, görülmek istemiyorum banyoda. Ama anneannemin yanında kaldığımda, -bahsettiğim gibi çok benzer sınıftan, benzer şehirlerde, iklimde yetişmiş iki kadından söz ediyorum- onun İslam anlayışı tamamen farklıydı ve aşk üzerine kuruluydu. Korku üzerine değil. Ben ondan çok etkilendim. Onun da çok etkisi var benim yazımda. Kimisi buna ‘batıl inanç’ der, benim anneannem cinlerle konuşan, kahve fallarını okuyan bir insandı. Ama bu gündelik hayatına serpiştirilmiş durumda. Dolayısıyla o damarı da alıyorsunuz. Ve tüm bu damarları roman denilen ve çok yükseğe niyeyse yerleştirdiğimiz ve sadece Batılılaşmayla beslediğimiz kategorinin içine sızdırmak, benim için önemli bir gaye. Ama açıkçası ben şunu gözlemliyorum: Kadın romancı bütün kopuşlar, kültürel ve tarihsel bütün kopuşlar içinde Türkiye’de kendini ve cinselliğini nasıl ifade ediyor, diye baktığımda, belki biraz genelleme olacak ama, üç tane ana yol görüyorum. Bence ilk yöntem kadın yazar için, ‘biz bunlardan bahsetmiyoruz’ demek. İlk yol bu. Cinselliği anlatmıyorsun, mümkün mertebe örtüyorsun üstünü, erteliyorsun ve yazmıyorsun. İkinci yöntem, yazıyor, kimliğini deşiyor ve yazıya döküyorsun ama, bu arada kendini mümkün mertebe erkekleştirerek, kadınsı yanını göstermeyerek. Çünkü bizde bunlar küçümsenir, böyle bir kültürel yanımız var bizim. Kemalizm’in de paylaştığı bir şey bu. Bir ‘yoldaş kadın’ imgesi var; sert duracaksın, kaşların çatık olacak. Dolayısıyla yazının içinde cinselliğe ve cinsiyete yer var, ama mümkün mertebe kendi suretinden bunları silmeye çalışıyorsun. Bu da bir yöntem. Çokça izlenen bir yöntem. Üçüncü yol da, bence yine çokça izlenen bir yöntem. Zamanı hızlandırmak. Kadın yazarların ve belki de birçok kadının Türkiye’de bu kadar hızlı yaşlanmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Bizler bir kategoriden bir başka kategoriye zıplıyoruz. Bakirelikten, bir bakıyoruz yaşlı kadınlar kategorisine sıçramışız. Arada ne oldu, ne bitti, ne zaman sıçradık bir kategoriden öteki kategoriye? Bu sadece bize toplumun dayattığı bir şey değil. Biz de kendi kendimize bu süreci hızlandırıyoruz. Ben otuzlarında birçok kadın tanıyorum, kırklarında gibi davranıyor. 20’lerinde birçok kadın tanıyorum, otuzlarında gibi davranıyor. Biz de zamanı hızlandırmaya çalışıyoruz; çünkü yaş çok önemli bir kriter bu toplumda ve yaşlandıkça kadın daha saygı görüyor. Yaşlandıkça kadın gibi görülebiliyor. Cinselliğinden ve cinsiyetinden arındırılabiliyor. Dolayısıyla bu da insanı güçlendirebilen bir faktör. Bütün bu yollara baktığımda açıkçası bu üç yoldan hiçbirini izlemek istemiyorum. Yazımın da bunları izlemesini istemiyorum. Benim kendi kendime yaratmaya çalıştığım belki bir dördüncü yol, bunun için tasavvufa da dönüyorum, tarihe de dönüyorum bakıyorum, kültürel tarihten de birtakım damarlar çekmeye çalışıyorum. Benim için edebiyat zaten kategorilere sahip çıkmanın aracı değil, kategorileri yıkmanın, sorgulamanın, deşmenin, bulandırmanın yolu. Çok sevdiğim bir hikayedir. Araf’ta da epigraf olarak kullandım onu. Mesnevi’de biliyorsunuz bir topal kuşlar hikayesi vardır. Bu kuşlar önemli bir metafor. Her türlü milliyetçilik için, her türlü Doğu-Batı çatışmasına inanan insan için, sürüler, kamplaşmalara inanan insanlar için bunlar önemli metaforlar. Ama Mesnevi’de nasıl anlatıldığına baktığınızda bambaşka bir yerden yaklaşıyor. Biliyorsunuz, hikayede bir alim yolda yürürken bir leylekle bir karganın beraber uçtuğunu görür, beraber yaşadığını görür ve çok şaşırır. Çünkü leyleksen leyleklerle uçacaksın, kargaysan kargalarla uçacaksın. Hangi kategoriye aitsen onlarla beraber barınacaksın. Aynalarla yaşayacaksın. Yani kendi suretinle yaşayacaksın. Sağım, solum, önüm, arkam bana benzeyen insanlarla. Oysa bunlar beraber uçuyorlar, farklı sürülerden olmalarına rağmen. Ve yaklaşır yakından bakar ve o zaman anlar ki, aslında ikisi de topaldır. İkisi de kendi sürülerinin gerisinde kalmıştır. Ve öyle bir ortaklık yakalamışlardır. O yüzden Doğu, Batı, Türk, Arap, bütün bu kategorilerin ötesinde ben edebiyatın şu topal kuşların hikayesini araştırmak, yazmak olduğuna, bu anlamda kategorileri deşmek, sorgulamak için önemli bir araç olduğuna inanıyorum. Teşekkürler.

 

 

 

“Bir Anlatıcı Olarak Kadın”, Doğunun Kadın Mirası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş., İstanbul 2005

 

 

İzlenme : 4428
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us