Elif Şafak: "Sorunlar şimdi ve burada çözülebilir"
Elif Şafak, romanlarında hep çoğunluğun görmediği, fark etmediği, yakın bulmadığı hayatların hikâyesini anlattı.
“Âraf”la birlikte düşüncelerini İngilizce olarak döktü kağıda ve bilmediğimiz, daha mizahî, belki de muzır yanını keşfettik Elif Şafak’ın. Son romanı “Baba ve Piç”te, yine bu mizahî ve muzır bakışla, Türk-Ermeni ilişkilerindeki sorunlara, soykırım iddialarına bir edebiyatçı olarak yaklaşıyor.
Kitapta iki aile var. İstanbul’da meskûn, Feride, Cevriye, Banu teyzeler, Gülsüm nine, cicianne, Zeliha ve babasız kızı Asya’dan oluşan Kazancı ailesi ve 1915’te İstanbul’dan sürülerek Amerika’ya yerleşmiş, Şuşan nine, Surpun, Zaruhi, Varsenig halalar, Dikran dayı, Barsam ve ayrıldığı Amerikalı eşinden doğan Armanuş’tan müteşekkil Çakmakçıyan ailesi. Birbirinden habersiz, ama birbirine alabildiğine benzer hayatlar süren bu iki ailenin yolu, Armanuş’un İstanbul ziyareti vesilesiyle kesişir. Ailesinin sürekli kötülediği Türkleri ve eskiden yaşadıkları yerleri tanımak isteyen Armanuş, annesinin, eski kocasının ailesine inat olsun diye evlendiği Mustafa’nın Türkiye’deki ailesine -Kazancılar’a- bir mektup yazıp misafirliğe geleceğini haber verir. Bundan sonrası, Elif Şafak’ın kaleminden okumanın bir ayrıcalık olduğu, tespitler ve özeleştirilerle dolu bir ‘modern Türkiye’ resmi. Bu resmi oluşturan fırça darbelerini, yazarın kendisinden öğrenelim istedik. Türk-Ermeni sorunu ilgi alanına nasıl girdi? Neden cazip geldi sana?
Amerika’da Ermeni akademisyenlerle ve onların tanıştırdığı ailelerle görüştüm. O ailelerin hikâyeleri bir edebiyatçı olarak beni çekti.
Görüşmeler esnasında onların sana bakışı nasıldı?
Diaspora da yekpare değil, onun için kiminle konuştuğuna bağlı olarak tepkiler değişiyor. Türkiye doğumlu Ermenilerin, İstanbul deyince gözleri doluyor. Ama orada doğanlar hiç Türk tanımıyor. Anneannelerle çok konuştum. Türkiye’yi çok özleyen bir kuşak onlar ve hâlâ torunlarının anlamasını istemedikleri bir şey diyeceklerse Türkçe konuşuyorlar.
İki tarafın ortak hatası, genelleyen bir bakış herhalde...
Kesinlikle. Biz, bütün Ermeniler, her konuda aynı düşünürmüş ve tabii bu hep bizim kötülüğümüzeymiş gibi düşünüyoruz, onlar da bütün Türkleri aynı görüyor. Aslında muazzam benzerlikler var; mesela yemekler bizim gibi yapılıyor, komodinin üstünde semaver duruyor ve üstünde bir dantel, aynı şekilde telefonun üstünde dantel. O kadar Türkiye kokuyor ki. Ama bunları görebilmek için kadınlarla konuşmak lazım.
Neden?
Hafızayı ağırlıklı olarak kadınlar aktarıyor çünkü. Ermeni kadınları hâlâ mumbar dolması, sarımsaklı mantı yapıyor. Ama yazılı kültür erkeklerin elinde olduğundan, bunlar yazıya geçmiyor, görünmüyor. Bunun için kitapların dünyasından çıkmak lazım.
Bu bana kitaptaki, Ermeni ailelerin, çocuklarını okumaktan uzak tuttuğu bilgisini hatırlattı.
Bunu birçok aileden duydum. Çok şaşırdım başta. Tehcirden önce 250 kadar Ermeni aydın tutuklanıyor. Bu müthiş bir travma. “Önce beyinlerimizi topladılar” diyorlar. Ve o listedeki isimlerin aileleri, torunların çok okumasını istemiyor; çünkü okumak başa iş açıyor.
Türk ailenin de kendi meseleleri var. Zeliha ve babasız kızı Asya arasındaki ilişki, şu an kimselerin beğenmediği 80 kuşağı ile bir önceki neslin ilişkisini andırıyor. Aslında birbirlerine çok benziyorlar, isteseler de birbirlerinden kopamazlar; ama birbirlerini hiç onaylamıyorlar.
Romandaki ana damarlardan biri kuşaklararası çatışma. Türk-Müslüman ailenin kızı Asya ve Katolik Ermeni ailenin kızı Armanuş; ikisi de aynı dertten muzdarip. Hem ailelerini çok seviyorlar hem de ondan kopmaları lazım ki kendilerini geliştirebilsinler. Aileleri onlar üzerinde sevgiyle tahakküm kuruyor, bu en kötüsüdür. Seni sevenle nasıl mücadele edeceksin, iyilikle nasıl başa çıkabilirsin? Asya bu anlamda piç aslında. Kelimenin ilk anlamı, gayrimeşru ilişkiden doğan çocuk; ama ağacın dibinden bitiveren, gövdeden ayrılan ama hiçbir zaman gövdeden kopamayacak sürgüne de piç deniyor.
Armanuş ‘geçmiş’te, Asya ‘şimdi’de hapis. Nerede buluşup, beraber nereye gitmelerini öngörüyorsun?
Zor soru. Yazarken kendime çok sordum. Türkiye’de zamanla ilişkimiz çok farklı, aslında o yüzden Türkler ve Ermeniler konuşamıyor. Onlar geçmişi bugüne taşırlar sürekli, sarmal gibi. Bizimse geçmişle bağımız yok, Osmanlı’yla bağımızı zınk diye koparttığımıza inanarak modernleştik. O anlamda sadece 1915’i değil, koskoca Osmanlı mirasını bıraktık. Ermeniler de bunu bilmiyor ve anlamıyorlar. Nerede buluşabilirler? Bektaşi’nin zaman anlayışında buluşabilirler. “Dem bu demdir” der ya; aslolan ‘şu an’dır; ama geçmiş bilinci taşıyan ve geleceğe tohumlarını taşıyan bir zamandır. Burada buluşabilirsek birbirimizin hikayelerini dinleyebiliriz. Türkiye tam da bunun yeri. Doğulu yanımız, Batılı yanımız, modern tarafımız, geleneksel tarafımızla, tam da ârafta bir yer. Bu yüzden, çözümü bu topraklarda ve şimdi aramak gerek.
Kitapla kişisel hikâyen çok örtüşüyor. Bunları anlatırken rahatladığını hissettin mi?
Tabii; kendimi de daha iyi anlıyorum çünkü böylece.
Elif Tunca, Zaman Gazetesi, 13.03.2006
|