“Katı Laik Kesim Korkularla Büyümüş”
Son kitabı ‘Baba ve Piç’le dikkatleri ve dolayısıyla bazı şimşekleri de yeniden üzerine çeken Elif Şafak, bundan böyle her hafta Tempo okurları için yazacak. Siyaseti edebiyatla harmanlamayı önemseyen Şafak’ın önemli özelliklerinden biri de değişik zamanlarda Türkiye’deki her görüşün tepkisini çekmeyi başarabilmiş nadir isimlerden olması. Şafak’la son romanı, Tempo’daki müstakbel yazıları ve Türkiye üzerine konuştuk.
Yakında Tempo dergisinde de yazmaya başlayacaksınız. Önce bunu soralım. Ne yazacaksınız Tempo’da?
İnsan hikayeleri yazacağım. Beni en çok cezbeden sıradan görünüm içindeki sıra dışılığı yakalamak, bilhassa kenara itilmiş, daha az göze çarpan veya önemsenen insanların hikayelerini, hafızalarını deşmek istiyorum. Şimdiye kadar siyaset ağırlıklı, günceli yakından takip eden yazılar yazdım. Siyaseti farklı tariflerle tanımlamak mümkün. Siyasetin konuştuğu dille edebiyatın konuştuğu dil aynı değil. Bu zor izdivaç beni cezbediyor. İkincisi, bu ülkenin sanatçıları olarak apolitiklik gibi lüksümüzün olmadığını düşünüyorum. Bunun ötesinde, kadın hareketinin de bana öğrettiği şeyler var. Siyaset Meclis’te birtakım kravatlı adamların ürettiği bir şey değil. Böyle bakınca, günlük hayatın içindeki siyaseti yakalayacağım ben Tempo’da. En önemlisi sentezleri göstermek istiyorum. Türkiye bir sentezler ülkesi. Öyle bir algıladık ki Batılılaşmayı, ya hep ya hiç. Batılı algılıyorsan, Doğululuğundan adeta utanmalısın. Geleceğe varmak istiyorsan, geçmişi unutmak zorundasın. Bu anlamda hafızasız bir toplumuz. Oysa aslolan sentezdir. Melezlik iyidir. Bu ülke karışık kültürlerin izdivacıyla büyüyen bir ülke. Sentezlerin mümkün ve gerekli olduğuna inanıyorum.
Yazılarınız edebiyat mı içerecek?
Edebiyatın sınırlarını geniş tutarak yazacağım. Öykünün analitik yazıya kaymaya başladığı, beyinle kalbin aynı anda çalıştığı yazılar olacak. Farklı sesleri konuşturmayı seviyorum. Bizdeki baba romancılık geleneğini benimsemiyorum. Romancılık mühendislik değildir. Benimki daha ilkel bir şey. Koklayarak yazıyorum ben. Bir de kadınların dilini takip etmek lazım. Maalesef çok erkek ve hamasi ifadelerle yoğrulmuş bir tehditkar söylem var. Ama kadınlar bir şekilde o söylemin kenarından geçerek bir şeyler üretiyorlar. Bu ülkede hafıza varsa, büyük oranda kadınlara borçluyuz. “Kalemin cinsiyeti olur mu, olmaz mı?” tartışmasına dönerek, önemli bir farklılık yaratacak Tempo’daki yazılarım.
Kadın olarak mı yazacaksınız?
Kadın yazar, genç yazar lafını sevmiyorum. Yazarlığı önceleyen sıfatları istemiyorum. Yazar olarak anılmak istiyorum. Ama elbette kadınlık önemli faktör. Bununla beraber cinsiyet hudutlarını sorgulamayı da seviyorum. Bence biseksüel yazılar yazıyorum.
Tansu Çiller, Golda Meir, Thatcher birer kadın mıydı?
Erkekleşmiş kadınlar. İronik olan da o. Türkiye’de özel alandan kamusal alana çıkarken bir bedel ödendi ve kadınsılığı küçümseyen bir toplum olduk. Beyniyle var olabilmesi için önce kadınsılığını öldürmesi gerekir bir kadının. Ya kıyafetlerinizi erkeklere uydurursunuz, ya da yaşlanırsınız. Ben üçüncü bir yol olduğuna inanıyorum. Edebiyat ortamında da var bu yargılar. Beyniyle var olmayı isterken, güzel olmamalı, belli bir görünüşe sahip olmamalı, bunalım olmalı.
Peki hem küfür yemenizi hem satışlarda bir numara olmanızı neye bağlıyorsunuz?
Bu ülkede yazar gibi yazar olup da küfür yememek mümkün değil. Ruhunda sevgiye aç olan insanlar yazarlık yapmamalı. Yoksa çok kötü oluyor.
Az önce siyaset dediniz. Politika ve siyaseti ayrı kefeye koyanlardan mısınız?
Ayrıştırmakta fayda var. Siyaset, tehlikeli addettiğimiz bir kelime. Siyasete bulaşan adam sevilmez. 12 Eylül’den sonra gündelik dilimizden silinen bir kelime siyaset. Politika daha bir meslek gibi algılanıyor. Siyasette bir ruh var, ideoloji var. Tehlikeli yani.
Sıradanlığın içindeki sıra dışılık nedir?
1968’in sloganlarından biri de “Küçük güzeldir”di. Küçük olanı okuyabilmek bir yazar için çok önemli. Değişim de bana göre küçükleri yan yana getirmekle mümkün. Tepeden inme kallavi değişimlere inanmıyorum. Bu da özellikle sanatın işi gibi geliyor bana.
Bizim ülkemizde bir resmi görüş, bir de sohbet görüşü vardır. Bunun da o tepeden inmeci değişim mantığı ile alakası var mı?
Ben bu ülkede kendi halkından korkan bir elit olduğunu düşünüyorum. O kadar korkuyor ki, o halkı kendi haline bırakırsa yanlış yapacağına inanmış, dizginleri elinde tutmak istiyor. Beni kültürel elitin, en aydın görünenin sert refleksleri ve muhafazakarlığı korkutuyor. Ben bunu yeni kitabımda da tecrübe ettim. İstanbul’dan çıktıkça, sıradan addedilen insanlarla çok daha önyargısız ve rahat konuşabiliyorsun; ama filanca köşe yazarı fikirsel serbesti içinde olmuyor. Muktedirlerin muhafazakarlığından korkarım. Ambalajı Batılılaşmış ama içi bir o kadar ataerkil ve muhafazakar yapıdan söz ediyoruz.
Buna ne diyeceğiz?
İğreti modernleşme. Art niyet olduğunu sanmıyorum. Türkiye’de ne söylediğin önemli ama nasıl söylediğin daha önemli. Biz üslup toplumuyuz. Bu yüzden, “Yazarlar beni anlayamadı” derken, aslında biraz da ‘anlatamadım’ demektir bu. Kültürel elit, üslubu bilmeyebiliyor. Bu yüzden halkıyla konuşamıyor, konuşamadıkça halkına dair korkuları büyüyor. Yabancıdan daha rahat korkarsınız, kendi halkınızı yabancılaştırdığınız zaman korkmanız da daha kolay.
Ötekileştirmek de bunun gibi mi?
Önyargı ve korku çok önemli. Ama daha da önemlisi, sağır olman lazım ötekine. Eğer duyarsan, empati oluşmaya başlar, vicdanında bir şeyler hareket eder. Bir de hepimiz bunun içindeyiz. Bazen İstanbul’daki bazı entelektüeller, kendileri ile toplum arasında hiçbir ortak nokta yokmuş gibi hareket ediyorlar.
Peki sizce Aziz Nesin o meşhur ifadesinde ne demeliydi?
Elit halkına bu kadar mesafeli yaklaşırsa, halk da aşağılandığı duygusuyla daha muhafazakar, daha tepkisel olur; daha büyük hınç besler. Bu çok tehlikeli. Ama bu, bizim aydınımızda ta başından beri olan bir şey. Yakup Kadri’nin mektuplarında da vardır bu. İsviçre’de otelde kalırken, bir öteki Türk gelir ve höpürdeterek çorbasını içmeye başlar. Yakup Kadri ecel terleri döker, kendisinin o höpürdetenle aynı ülkeden geldiği anlaşılacak diye.
Batı’nın durumu ne sizce, benzer kompleksler var mı onlarda da?
Batı’nın kafası da çok karışık. 11 Eylül sonrası Amerikalıların da kafası karışık. Ama Bektaşi’nin de içinde bulunduğu gemi fırtınaya yakalanır, herkes koşuştururken, o sakindir; “Baba erenler dünyanın altı üstüne geliyor, sen nasıl bu kadar sakinsin?” diye sorarlar. “Durun canlar” der ve ekler; “belki altı üstünden iyidir, paniklemeyin bu kadar”. Beni korkutan karışıklık değil önyargılar. Zenofobi ve İslam fobisi var tırmanan. Bu, karşıtını da yaratıyor. Ama ben temelde her insanın içinde benzer çatışmaları yaşadığına inanıyorum. Batı’da yabancılarla yaşamayı kabullenen kozmopolitler ve bunun üzerine korku siyaseti üreten, steril alanlarda yaşamak isteyenler var. Bunlar çatışacak. Milliyetçilik, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman muhafazakarlığını ekleyebilirsiniz buna. Hepsi benzeşiyor. Ben muhafazakarların çok iyi arkadaş olmaları gerektiğine inanıyorum. Mantık silsilesi aynı çünkü. Bir de kozmopolitler var. Ben kozmopolit kelimesinin itibarının iade edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Türk milliyetçiliğinin en önemli isimlerini en çok korkutan kavramdır bu. Ömer Seyfettin, bir hikayesinde babanın ağzından oğla öğüt verir ve “Her kuş kendi türüyle uçar” der. Şimdi sormak lazım, böyle bir dünya mı istiyoruz?
Dindar arkadaşlarınız var. Onların yanında diyelim içki içmeniz ya da başınızın açık olması bir sorun yaratıyor mu?
Bence dünyayı soldan okumak ve tasavvufa da açık olmak mümkün. Tabi dindar derken bunu da ayrıştırmak lazım. Öyle mutasavvıf dostlarım var ki kendileri de içer, kimisi de içmez ama sen bira seviyorsan bira çıkarır önüne. Ben bu gönül genişliği ve rahatlığını seviyorum. Din bence herkesin senin gibi olmasını beklemek değil. Onun adı tahakkümdür. Din sonuçta seninle yaradan arasında bir sohbet. Herkesi kendine benzetmeye çalışan insan narsisttir.
Bugün Türkiye’nin durumu laiklerin korktuğu kadar vahim, dindarların korktuğu kadar yoz mu?
Katı laik kesim, korkularla büyümüş. O korkuyu da bulaştırmaya devam ediyor. ‘Kubilay Sendromu’, üç tarafımız düşmanla çevrili sendromu. Bunun zıddı da muhafazakar dindarlar. Onlar da tepki mahiyetinde kendilerini, reflekslerini donduruyor. Ama iyi ki bunların dışında da yollar var. Sonuçta Kur’an’ın da bir kitap olduğunu ve farklı yorumlara açık olduğunu unutmamak lazım. Onun batıni okuması ile zahiri okumasını yapanları aynı kefeye koymamak lazım. Korkuyla dine bakanla, aşkla yaklaşanın sonuçları aynı olmaz.
Sizce yoğunluğu nedir İslam’ı aşkla okuyanların?
Bütün dünyada korku ağır basıyor. Korku politikaları yaratanlar, Hıristiyanlık içinde de var. Korku üzerine kurulu bir din tasviri üretiyorlar ve onların sesi daha gür çıkıyor. Din benim için Mevlana’nın üzüm hikayesine benzer. Mevlana yeşil, sarı ve kara üzüm satan üç satıcıya rastlar yolda. Hepsi benimki daha iyi demekte ve kavga etmektedirler. Mutasavvıf, üç üzümü de alır ve ezerek suyunu çıkardıktan sonra ikram eder. Özü aynıdır. Kalanı kabuk kavgasıdır.
Kitabınız da hayli tepki topladı. ‘Baba ve Piç’e siyaseten aldığınız tepkiler nedir?
Kapağa negatif tepkiler geldi, raflarına koymak istemeyen kitapevi sahipleri; ‘Piç’ kelimesinden rahatsız olan medya mensupları oldu. Tabularla oynamak hoşuma gidiyor. Ben argoya da küfre de açık bir insanım. Hayatın içinde olan her ifade ve durum edebiyatın içinde olmalı. En az hayat kadar sahici olmalı edebiyat. Onun dışında ilk dalga olumlu oldu kanaatimce.
Tempo, Sayı 17/960, 27 Nisan 2006
|