. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Tarafsız Bölge – 14 Mart 2006

 

Tarafsız Bölge – 14 Mart 2006

Ahmet Hakan: Hepinize iyi akşamlar diliyoruz. Tarafsız Bölge’ye hoş geldiniz. Sayın seyirciler, bu akşam Tarafsız Bölge’de ünlü bir yazarı ağırlıyoruz, Elif Şafak bizlerle. Elif Şafak son romanıyla bugünlerde gündemde. Biz bu akşam Elif Şafak’la hem son romanını, hem de genel olarak yazarlığını, romancılığını konuşacağız, hayata bakışını öğrenmeye çalışacağız. Hoş geldiniz Elif Şafak, merhaba!

Elif Şafak: Hoş bulduk.

Ahmet Hakan: Son roman Baba ve Piç adını taşıyor. Kitap hakkında konuşacağız. Kaçıncı roman?

Elif Şafak: Altıncı roman.

Ahmet Hakan: Artık ustalaştık, diyebilir misiniz, ustalaştım, diyebilir misiniz?

Elif Şafak: Bilmiyorum biraz böyle yazdıkça kolaylaşmıyor yazı, o anlamda bir ustalaşma var mı, yazıda ilerleme var mı, pek zannetmiyorum. Bir ilerleme duygusuyla da yazmıyorum açıkçası, her kitapta ilk ve sonmuş gibi, öyle bir duyguyla yazıyorum.

Ahmet Hakan: Peki bir periyoda bağlamış hissediyor musunuz kendinizi? İşte hani ben iki yılda bir, bir roman çıkartırım, böyle bir hesap var mı?

Elif Şafak: Yok. Sadece şunu biliyorum: Mesela senenin her günü aynı ritimle, aynı üretkenlikle yazan biri değilim. O anlamda çok düzenli olarak yazmıyorum. Yani yazı hayatımın her anında mevcut. Ama roman hayatımın her anında mevcut değil. Biraz, zaman içinde zannediyorum şunu gözlemledim: Adeta bir sarkaç var. Onun için med cezir diyorum ona. Roman yazma mevsimi var benim için. O mevsim altı ay da sürebiliyor, iki yıl da sürebiliyor. Ama o bittiği zaman, hemen öbür tarafa geçmek istiyorum. Açıkçası biraz uzaklaşma gereği duyuyorum, arınmak istiyorum. Sonra tekrar sarkaç bir şekilde geri geliyor. Onun ne kadarını ben kontrol ediyorum, ne kadarı kendiliğinden işleyen bir mekanizma, bilmiyorum.

Ahmet Hakan: Arınma ne kadar sürüyor?

Elif Şafak: Arınma, yazma sürecinin şiddetine bağlı olarak değişiyor. Ama her seferinde o süreçten geçmem lazım. Ve genellikle bu benim kitabı editöre teslim edip kitapla ilgili hiçbir şey duymak istemediğim aşama. O epey bir sürüyor.

Ahmet Hakan: Peki şu ana kadar yazma şiddeti en yüksek kitabınız hangisiydi?

Elif Şafak: Mahrem çok şiddetliydi. Mahrem benim için birçok açıdan dönüm noktası oldu. Yani bana en azından şunu gösteren kitap: Ben yazının hakimi değilim. İstediğim kadar kontrol etmeye çalışayım, karakterlere veya hikayeye istediğim kadar yön vermeye çalışayım, son tahlilde adeta o kendi gideceği yönü tayin ediyor. Ve benim bilmediğim şeyleri biliyor sanki elim. Efendisi değilim, sahibi değilim yazma sürecinin. Onu bana öğreten kitap Mahrem. O anlamda çok şiddetliydi. Ama Baba ve Piç’te de aynı şiddeti yaşadım ve bu sefer belki bir anlamda daha derin oldu. Çünkü buradan da uzaktım, İstanbul’dan uzaktım; Amerika’dayken yazıldı bu kitap. Belki onun artırdığı bir yalnızlık, bir inziva hali de vardı. O yüzden Baba ve Piç’in yazma süreci de şiddetli yani muhakkak. Biz yaratıcılığı sadece yapmak, eklemek olarak bazen düşünüyoruz ama yıkmadan yaratılmıyor ve yıkıyorsunuz, kendinizi de yıkıyorsunuz, tahrip edici bir yanı var.

Ahmet Hakan: Ama sizin kitaplarınızda hep bir inzivaya çekilerek yazılmışlık intibaı vardır. Haklı mıyım?

Elif Şafak: Doğru. Doğru ama bu sadece hani yalıtılmış, steril bir ortam demek değil, eve çekilmek değil. Mesela ben sessizliği sevmem. Bana çok ürkütücü gelir. Hatta Amerika’ya ilk gittiğim zaman üç sene evvel, şeyi hatırlıyorum böyle çok tedirgin olmuştum. Müthiş, işte kadın hareketinin çok güçlü olduğu, müthiş elinizin altında kaynaklar olduğu, kütüphaneler olduğu bir kampus ortamından bahsediyorum ama çok sessiz, yalıtılmış. Oranın kadın çalışmaları merkezinin başındaki kişi de böyle büyük bir gururla demişti ki, burası o kadar sessizdir ki bayılacaksın. İşte istediğin gibi yazabilirsin. Yürürken saçının hışırtısını, çıkardığı sesi dahi duyabilirsin. Ve çok tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Yani ben bu sesi duymak istemiyorum.

Ahmet Hakan: Hemen müziği sonuna kadar açsaydınız.

Elif Şafak: Müzik. Her zaman müzik olur yazarken. Bir de sokağın sesleri, şehrin sesleri, yani çok şehre bağlı bir insanım. O anlamda sokakta, yolculuk ederken, istasyonlarda, hava alanlarında, bir yerden bir yere giderken de yazarım. Yani öyle yalıtılmış bir ortam değil. Ama yalnızlık, evet bence roman süreci epey bir yalnızlaşmayı gerektiriyor. Hatta sadece roman yazarı için değil, bence roman okuru da, mesela Benjamin de öyle der, okurların en yalnızıdır, der. Yani okurken de bence yalnızlaşma gerektiriyor.

Ahmet Hakan: Yalnızlaşarak, hem yazar hem okur yalnızlaşarak romanın derinliklerine girebilirler.

Elif Şafak: Bence öyle.

Ahmet Hakan: Bir hesapsız kitapsızlıktan bahsediyorsunuz, bütün bu anlattıklarınızdan ben onu anlıyorum kitaplarda ama bu son romana baktığımızda, yani yine de biz Türkiye’nin son dönemlerde çokça konuştuğu bir sorunu genel olarak ele alıyor. İşte Ermeni meselesini tartışıyor. Onun yanında kadın meselesi var, cinsiyet meselesi var. Ve yine romanın içerisinde güncel birtakım gelişmelere de küçük de olsa göndermeler de var. Bütün bunlar o hani hesapsızlığı kitapsızlığı biraz sorgulamamızı bence gerektiriyor. Yani sanki bugüne özgü, bugünün okuruna hitap eden bir romanmış gibi bir izlenim alıyoruz. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

Elif Şafak: Aslında hesapsız kitapsızlık derken hani ne yaptığını bilmeden bir yazma hali değil bu. İşin içinde akıl var, birikim var, okuduklarınız, düşündükleriniz, kafa yorduğunuz meseleler var. Ben o anlamda hem akademide yaptıklarımı belki edebiyata aktarmayı her zaman çok önemsedim. Yani belli bir entelektüel birikimden de romanın her zaman beslendiğini, onun üzerine inşa edildiğini düşünüyorum. Ama şu noktada bir ayrışma benim için önemli: Bizde roman daha çok bir kültürel mühendislik, daha doğrusu bir akli mühendislik gibi algılanır. Hani sanki çok hakimsiniz, hatta romancı değil de, kuklacısınız, karakterleri kukla oynatır gibi oynatıyorsunuz. Öyle bir şey yaşamıyorum ben. O anlamda bir hesapsız kitapsız yazmadan ziyade, belki bir vecd halinden bahsediyorum. Çok da bilmeden ne yaptığını, nereye gittiğini. Belki bir aşkınlaşma arayışı, kendi hudutlarının dışına çıkma arzusu. Ve biraz irrasyonel bir şey; çünkü bilinçaltınızla yüzleşiyorsunuz. O anlamda sadece akli bir şey değil. Ve daha çok sezgilerimle yazdığımı düşünüyorum. Ama sezgi de akıldan beslenen bir şeydir.

Ahmet Hakan: Yani konunun bugün günümüzde tartışılan bir konu olmasının bütün bu anlattıklarınızla çelişen bir tarafı yok. Siz o konuyu alırsınız ve bu halle yazarsınız. Onu mu anlatmak istiyorsunuz?

Elif Şafak: Tabi. Tabi. Bu ruh haliyle yazarsınız. Bir de zannediyorum şunun çok etkisi oldu: Bu kitap Amerika’da yazıldı. Ve benim orda gördüklerimden, gözlemlediklerimden, yaşadıklarımdan da çok etkilenerek oluşturuldu. O anlamda ben yazarken belki daha sakınmasız oluyorum, daha cesur bir insan oluyorum. Roman bittiği zaman gerçek hayatta daha endişeli, daha evhamlı, daha mütereddit biriyim. Ama yazarken adeta ya beyninizin farklı bir yerini kullanıyorsunuz, ya kişiliğinizin bilmediğiniz yanları çıkıyor. Çok da düşünmüyorum nasıl algılanacak, sevilecek mi, sevilmeyecek mi? O iyi bir şey. O daha böyle sağlıklı, zinde tutuyor yazma sürecini. Ama ne zaman ki metin bitiyor, bu sefer tabi kaygılar başlıyor. İşte nasıl algılanacağını düşünüyorsunuz ve endişe ediyorsunuz kitabınız hakkında.

Ahmet Hakan: Peki siz -yine son romana birazdan değineceğiz- bütün bir yazarlık serüveniniz açısından baktığımızda, hakkınızın yendiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa teslim edildiğini mi düşünüyorsunuz?

Elif Şafak: Bence buna çok bireysel olarak da cevap vermek mümkün değil. Yani biz yazarlar kendimizi biraz böyle sıra dışı addetmeyi, biraz ben ve onlar ayrımı yapmayı severiz açıkçası. Ama bence birilerinin de bize hani üçüncü bir göz olarak daha nesnel bir şekilde bakıp şunu teslim etmesi lazım: Hepimiz sonuçta içinden çıktığımız kültürün çocuklarıyız, belli bir dönemin aslında ürünleriyiz ve belki yazılarımız arasında çok büyük benzerlikler var, ortak sorunlar var tartıştığımız. Ve toplum tarafından algılanma biçimimize baktığınızda da benzerlikler var. Yani hakkımızın yenip yenmediğini biraz daha kolektif, daha makro düzeyde tartışmak gerektiğini düşünüyorum.

Ahmet Hakan: O açıdan bakarsak.

Elif Şafak: Ama bunun yanı sıra, yani bu çerçevenin içinde kendimi yerleştirdiğimde, açıkçası çok da rahat konuşamadığımız, daha örtük birtakım ayrımların da işlediğine inanıyorum. Bence bunların arasında cinsiyet var. Yani yazarın cinsiyeti onun nasıl algılandığında, ne kadar saygı görüp görmeyeceğinde önemli bir faktör. Ve bir o kadar belki önemli olan, yaşı. Biz yaşa hürmet eden bir toplumuz. Kadınsanız ve gençseniz, yaşlı değilseniz toplumun gözünde, aklınızla, beyninizle var olmanız ve öncelikle bununla kapıdan geçmeye çalışmanız bence daha zor.

Ahmet Hakan: O zaman bütün bu söylediklerinizden size bir haksızlık yapıldığını mı anlamış olacağız?

Elif Şafak: Hayır, illa da haksızlık değil. Bence bunu birçok kadın yazar yaşıyor, hissediyor ve aslında hepimiz kabuklanıyoruz, kabuklanma gereği duyuyoruz. Çok da tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Yani birtakım hayatta kalma veya mücadele stratejileri geliştiriyoruz. Madem öyle diyorsunuz, o zaman ben de böyle bir strateji geliştiririm. Yani bir cevabınız oluyor.

Ahmet Hakan: Mesela şunu sorabilirim size, bir kadın yazar, genç bir kadın yazar olarak, genç bir erkek yazara göre ne tür bir zorlukla karşılaştınız, yani ne tür bir problemle, sorunla karşılaştınız?

Elif Şafak: Bunlar algılarla ilgili şeyler. Mesela işte bazen aldığınız mektuplardan tutun, yaptığınız konuşmalarda, imza günlerinde gelen sorulara, tepkilere kadar veya bir eleştirmen bir şey yazacaksa, sizin ve diyelim bir erkek yazarın hakkında, kadın yazar hakkında yazılırken bazen bir müstehzi ifade, illaki bir kondurma. Ama örtük bir şeyden bahsediyorum. Zaten bence hani daha erkek egemen kültürleri analiz etmenin zorluğu da burada yatar. Çünkü somut olsa baskı aracı, hani birisi size silah çevirse ve başınızı açmanızı veya açmamanızı telkin etse elinde silahla, siz o baskıyı tanımlayabilirsiniz. Ama bu öyle bir şey değil. Çok daha soyut, her yerden gelen ve daha da karmaşık hale getiren bence şu: Bizim de içselleştirdiğimiz bir işleyiş. O yüzden hani bunları söze dökmesi çok zor. Ama ben bunu gözlemliyorum. Ve birçok kadın yazarın da bunu yaşadığını düşünüyorum. Yani kuşak be kuşak bu devam ediyor.

Ahmet Hakan: Bu hissedilir bir şey o zaman.

Elif Şafak: Hissedilir bir şey ve bence biz tam da bu yüzden biraz çabuk yaşlanmak istiyoruz. Yani zihniyle var olan, zihniyle ön plana çıkmaya çalışan kadın akademisyenler, yazarlar, şairler bence biraz zamanı hızlandırma gereği duyuyorlar. Yaşlandığınızda veya yaşlı addedildiğinizde bir şey geliyor, rahatlıyorsunuz.

Ahmet Hakan: Bir korunak.

Elif Şafak: Tabi. Tabi.

Ahmet Hakan: Yaşlanmak mı istiyorsunuz?

Elif Şafak: Yaşlanmak istiyorum evet hızlandırmak istiyorum. Yani bu ihtiyacı hissettiğim zamanlar oldu.

Ahmet Hakan: Hissettirildiği zamanlar oldu.

Elif Şafak: Öyle. Öyle.

Ahmet Hakan: Peki. Siz 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde bu kitabı çıkarttınız. Neden?

Elif Şafak: Özellikle seçtik 8 Mart’ı. Çünkü bu ağırlıklı olarak kadınların ön planda olduğu ve kadınların hafızalarından, suskunluklarından, sırlarından beslenen bir kitap. İçinde çok az erkek karakter var. Bu Türk ve Müslüman aile için de böyle, Kazancı ailesi; Ermeni diaspora ailesi için de geçerli, Çakmakçıyanlar. Daha çok kadınlar üzerinden zaten ben bu diyaloğu takip etmeye çalıştım. Kadınlar üzerinden iki kültüre biraz ayna tutmaya çalıştım. Ve başlangıçtan beri hareket noktam buydu. Yani ben birkaç senedir zaten ağırlıklı olarak kadınların anlatıcısı olduğu bir hikaye yazmak istiyordum. Ve böyle gelişti.

Ahmet Hakan: Peki Ermeni meselesine nerden kafayı taktınız?

Elif Şafak: Çok net bir milat, başlangıç noktası var mı bilmiyorum. Ama mesela geriye dönüp düşündüğümde şunu hatırlıyorum: Hani hepimizin bence kişisel lügati var, sözlüğü var ve orada yazan kelimeler var, onları zaman içinde, bazen perçinliyoruz, bazen değiştiriyoruz. Benim çocukluğumun sözlüğünde mesela Ermeni kelimesinin anlamı çok olumsuzdu. On bir on iki yaşımın evreninde bana sorsanız, annemi öldürmeye çalışan insan diye tanımlardım. Çünkü bir diplomat çocuğuyum ben. Ve biz o dönemde Madrid’deydik. Tam da ASALA’nın Türk diplomatlarına karşı eylemlerini artırdığı bir dönem, işte Portekiz Büyükelçiliği basıldı, Fransa’da cinayetler oldu. Böyle çok çok gergin bir dönemdi. O zamandan bende kalan izlenim mesela çok olumsuzdur. Sonra sonra kendinize soruyorsunuz: Niye bu kadar öfke, niye hedef alıyorlar? Belki bunların da bilinçaltında etkisi vardır. Ama ben sadece hani bir Ermeni meselesi diye mutlaklaştırılmış, yalıtılmış bir şeye inanmıyorum. Benim tarihe ilgim var, kültürel tarihe. Ve hafıza benim için bir dert. Önemli bir dert. O anlamda meraksız olmamızı, hafızasız olmamızı bir sorun olarak görüyorum. Yani açıkçası ben resmi tarihin dışladığı, susturduğu veya kenara ittiği birçok sese, benzer bir ilgi duyuyorum. Buna mesela rahatlıkla tasavvufu ve birçok İslam heteredoksisinin birçok yüzünü de bence katabiliriz. Yani o anlamda saplantılı bir şekilde veya tekil bir şekilde Ermeni meselesine takılmak değil. Ama resmi tarihin es geçtiği suskunluklarına yönelik bir merak diyebiliriz.

Ahmet Hakan: O merak. Biraz o yaşadığınız olaylardan kaynaklandı. Başka bir nedeni var mı? O merakı kışkırtan?

Elif Şafak: Tabi. Zannediyorum Amerika’da olmamın da etkisi var. Çünkü yurtdışında yaşayan hem Avrupa’da hem Amerika’da bilhassa Amerika’daki birçok Türk akademisyen veya orada yaşayanlar zannediyorum bunu teslim edecekler: Sürekli karşılaştığımız bir mesele. Bilhassa üniversite ortamında.

Ahmet Hakan: Ermenilerle mi karşılaşıyorsunuz?

Elif Şafak: Ermenilerle tabi.

Ahmet Hakan: Ne diyor Ermeniler sizi görünce, ya da Türkleri görünce?

Elif Şafak: Mesela benim hiç unutmuyorum Boston’a gidişim, ilk hafta daha. Böyle akademik bir ortamda, kokteylde tanıştığım feminist bir kadın akademisyen, siyaset bilimci. Sohbet ediyoruz. Gayet de güzel bir sohbet geçti aramızda. Ben onun ismini görmedim, yaka kartına dikkat etmemişim demek ki. Ertesi gün bir e-mail: “Çok keyif aldım tanışmaktan, daha sohbet etmek isterim ama bir şeyi bilmem gerekiyor. Sen bir Türk’sün, bense 1915zede bir ailenin çocuğuyum. Bu benim için çok önemli. Kimliğimin önemli ayrılmaz bir parçası. O yüzden bilmem lazım. Ne düşünüyorsun? Tanıyor musun, tanımıyor musun soykırımı?” Mesela böyle bir e-mail alıyorsunuz.

Ahmet Hakan: Ermeni soykırımını tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz?

Elif Şafak: Tanıyor musun, tanımıyor musun? Bunun gibi birçok öykü aktarabilirim, hem bizzat benim yaşadığım hem de başkalarının. Devamlı bir soru olarak karşınıza çıkıyor. Kimi Türklerde bu anlaşılır bir şekilde de çok ciddi bir tepki yaratıyor. Ben buna çok rastladım. Ama zaman içinde şunu gördüm, bana belki ilham olan anlardan biri de buydu. Orada verdiğim okumalara Türkler kadar Ermeniler de gelmeye başladı bir süre sonra. Ve genelde bu öğrenciler aynı kampusun öğrencileri, aynı üniversitelerin öğrencileri diyelim; ama hiç konuşmamışlar, bir diyalog oluşmamış aralarında. İlk defa ilk defa böyle birbirleriyle konuşmaya başladıklarını görmek, benim için olumlu bir sinyaldi.

Ahmet Hakan: Peki ne cevap verdiniz size o maili atan kişiye?

Elif Şafak: Ben şöyle bir cevap verdim, tesadüfen İstanbul’dan New York’a uçarken de elimde Amerikan edebiyatının çok sevdiğim, önemsediğim isimlerinden Kurt Vonnegut’ın bir kitabı vardı, onun romanlarından birinde Rabo Karabekian adında bir Ermeni Amerikalının hikayesi anlatılır. Kitaptaki Ermeni de Anadoluludur, 1915’te tehcirden sonra Amerika’ya gelenlerdendir. Ve kitabın bir noktasında oğlu babasına şöyle bir şey sorar: “Günün birinde bir Türk karşına çıksa ondan ne duymak istersin?” Baba da cevaben der ki: “En azından biz gittikten sonra memleketin daha çorak bir yer haline geldiğini duymak isterim.” Ben de bunu yazdım.

Ahmet Hakan: Bu anekdotu mu anlattınız?

Elif Şafak: Bunu anlattım. Ve siz gittikten sonra bence biz kültürel olarak, toplumsal olarak, vicdani olarak daha çorak bir yer haline geldik, dedim. Ve o oldu. Ondan sonra ne benden soykırım lafı etmemi istedi, ne böyle, o katılığı gitti. Çünkü ben bunu çok gözlemledim. İnsani düzeyde bir şey söylediğinizde, yani acını tanıyorum, yasını senle beraber tutuyorum dediğinizde epey bir buz eriyor aslında.

Ahmet Hakan: Biz belki de o acıyı tanımamak, o yası tutmamak nedeniyle bu kadar tepki alıyoruz. Türkiye olarak.

Elif Şafak: Bence öyle. Ve en büyük herhalde hatayı da orda yapıyoruz. Çünkü maalesef o kadar kutuplaşmış bir şekilde ki Ermeni milliyetçiliğine karşı Türk milliyetçiliği. Ve ikisi de birbirini çok besliyor aslında. Mesela tesadüfi değil, bugün Amerika için de baktığınızda görece bazen şeydir yurtdışındaki Türkler Türkiye’deki Türklerden daha muhafazakardır, daha milliyetçidir, daha böyle köşeli düşünür. Mesela Amerika içinde Türk milliyetçiliği nerelerde daha güçlü diye bakıyorum? Boston’da çok güçlü, Boston etrafında.

Ahmet Hakan: Ermenilerin yoğun olduğu yer.

Elif Şafak: Los Angeles’te çok güçlü. Her ikisi de Ermeni milliyetçiliğinin çok güçlü olduğu yerler. Yani birbirlerini üretiyor bunlar aslında.

Ahmet Hakan: Evet, aslında bu son cümlenizle aslında bunu da anlamamız gerekir. Yani çok sinir bozucu bir şey. 1915 yılında olmuş bitmiş bir olayla ilgili olarak Amerika’da sizin hiç olayla ilginiz yok, bu nedenle hesap veriyor duruma düşmeniz, sizinle yapılacak olan dostluğun sürüp sürmeyeceğinin o konuyla ilgili takınacağınız tutuma bağlı olması da çok gerginlik yaratıcı, sinir bozucu bir şey değil mi?

Elif Şafak: Tabi.

Ahmet Hakan: Yani o tepkiyi de anlamalıyız, oradaki doğan tepkiyi de. Ama zaten siz, onu anlıyorum, diyorsunuz.

Elif Şafak: Evet.

Ahmet Hakan: Burada aslında diaspora Ermenilerinin bir ruh hali de var galiba. Romanda aslında büyük ölçüde o ruh halini de anlıyoruz. Yani bence bu romanın en önemli, yani benim açımdan, bana çok çarpıcı gelen tarafı, o Ermenilerin ruh halini anlamak, diaspora Ermenilerinin ruh halini anlamak. Ve onlara nasıl yaklaşılması gerektiğini ve onların ne düşündüklerini algılamak noktasında oldu. O çok önemli bence.

Elif Şafak: Evet.

Ahmet Hakan: Nasıl bir ruh hali bu? Yani insanların 1915 yılına takılıp kalması, kendi kimliğini o tarihte meydana gelen olayla anlamlandırması nasıl bir şeydir? Bunu konuşalım ama kısa bir aradan sonra.

Elif Şafak: Tamam.

Ahmet Hakan: Kısa bir aradan sonra Elif Şafak’la söyleşimiz sürüyor.

***

Ahmet Hakan: Evet, Elif Şafak bizlerle. Baba ve Piç adlı romanla gündemde Elif Şafak. Ve biz de hem o romanı, hem de Elif Şafak’ı konuşuyoruz. Romanda yine seyircilerimize izin verirseniz kısa bir bilgi daha verelim. Tam da Türklerin Ermenilere soykırım yapıp yapmadığının tartışıldığı bir dönemde çıkan bu kitapta bir Ermeni ailesinin tehciri nasıl gördüğü, Türklere bakış açısı, korkuları, istekleri anlatılıyor. Bir yandan da bir Türk ailesinin bütün bu olaylarla ilgili yaklaşımı ortaya konuyor. Şimdi biz en son diaspora Ermenilerinin ruh hallerinden bahsediyorduk. Size onu sormuştum. Nasıl tanımlıyorsunuz, nasıl görüyorsunuz?

Elif Şafak: Tabi yani diaspora da kendi içinde öyle yekpare tek renkli bir bütün değil. Sınıfsal farklılıklar, ideolojik farklılıklar, dini bütünlüklerine göre çok epey bir renklilik var.

Ahmet Hakan: Soykırıma bakışta da bir farklılık var mı?

Elif Şafak: Muhakkak. Tabi. Beklentilerde de bir farklılık var. Açıkçası ben daha katı milliyetçi kesimin ciddi bir azınlık oluşturduğunu düşünüyorum. Bence büyük çoğunluğunun öfkesi veya hüsranı biraz önce konuştuğumuz o acının hiç tanınmamış olmasından kaynaklanıyor. Ve bu önemli bir ayrıntı. Yani insani bir diyalog kurduğunuzda, insanı, bireyi temel alan bir söylem geliştirdiğinizde epey bir buz eriyecek, önyargı eriyecek demektir bu diasporanın büyük çoğunluğunda. O anlamda önemsiyorum bu bilgiyi, bu gözlemi.

Ahmet Hakan: Peki bu söylediklerinizden, 1915 yılında olup bitenleri bir kimlik haline getirmek, o acının tanınmamasından mı kaynaklanıyor? Onu besleyen o kimlik yapma mı?

Elif Şafak: O onu besliyor, büyük ölçüde besliyor. Yani çok enteresan…

Ahmet Hakan: Ama tamam Türkiye tanımıyor. Ve fakat buna mukabil Avrupa’nın birçok ülkesi tanıyor ve Türkiye’ye de tanınması yönünde baskı yapıyor. Ve Türkiye bu konuda son derece yalnızlaşmış bir noktada ve bir büyük baskıya maruz kalıyor. Bu durum mesela, bir tatmin duygusu yaratmıyor mu?

Elif Şafak: Bence pek yaratmıyor. Kuşaklar açısından baktığımızda da ilginç şeyler çıkıyor ortaya. En yaşlı kuşak, yani 1915’i doğrudan yaşayan kuşak, belki en fazla acıyı çeken kuşak. Bununla beraber bence Türkler hakkında en az genellemeyi yapan da onlar. Çünkü ömrü hayatlarında iyi Türkler de tanımışlar, kötü Türkler de tanımışlar. Komşuları olmuş. Mesela öyle hikayeler duyuyorum ki, işte diyor ki “Benim baba tarafımın yok olmasından Türkler mesuldür; anne tarafımın hayatta kalması ve sağ salim Amerika’ya gelmesi de Konya’daki diyelim imam filanca sayesinde olmuştur.” Ve onu da rahmetle anıyor. Yani o anlamda genellemiyor Türkleri.

Ahmet Hakan: Sonraki kuşaklar mı genellemeye daha yatkın?

Elif Şafak: Sonraki kuşak, ikinci kuşaksa aslında bu tür meselelerle çok ilgilenmemiş; daha çok Amerikalı olmak derdinde veya 68’i zaten yaşamış bir kuşak. Yani onun meseleleri daha farklıydı. Üçüncü kuşak, en gençler arasında, o anlamda çok yaşlı bir hafıza var. Bunu önemli buluyorum ben. Yani mesela 19 yaşında, 20’li yaşlarında bir Ermeni genciyle tanışıyorsunuz, çok yaşlı bir hafızayı sahiplenmiş, kendi anneannesinin, dedesinin hafızasıyla konuşuyor.

Ahmet Hakan: Peki neye bağlıyorsunuz bunu?

Elif Şafak: Ama o hafızayla konuşurken, hiç Türk tanımamış ömründe. Yani dolayısıyla Türkler hakkında maalesef çok büyük genellemeleri rahatlıkla yapabiliyor. Aynı şey bence bizim için de geçerli. Biz de kendi anneannelerimizin, dedelerimizin, o anlamda tanıdığı Ermeni komşuları tanıyarak büyümedik. Bizde de müthiş genellemeler var, özellikle Ermeni diasporasına karşı. Öncelikle tanımanın birçok şeyi değiştireceğine inanıyorum. Bir de bence çoğu zaman gözden kaçan tam arafta olan bir başka kimlik var, o da Türkiye doğumlu Ermeniler. Yani mesela İstanbul’da doğmuş, ilk yirmi senesini ömrünün burada yaşamış, ama daha sonra pek çok sebepten ötürü ve kendini belki de çok evinde hissetmediği için, hissettirilmediği için yurtdışına gitmiş. Diaspora Ermenilerinden farklı olarak onun Türk dostları var, arkadaşları var, belki ilk sevgilisi Türk, oturup beraber rakı içtiği insan Türk ve Boğaz dediğinizde, İstanbul dediğinizde, hâlâ gözleri dolu dolu oluyor. Bir de öyle arafta bir kimlik var; kendini ne tam diasporaya ait hisseden ama ne de Türkiye’ye dönebilen. Onların hikayeleri de hiç anlatılmadı.

Ahmet Hakan: Bu romanla ilgili olarak isterseniz bu kadarla bırakalım, bütün bunların doğurduğu merak duygusu belki seyircilerimizin kitabı okumalarına vesile olabilir. Ve böylece bunu tamamlamış olalım. Satışı nasıl gidiyor? Yani çok yeni.

Elif Şafak: Çok yeni tabi. 8 Mart’ta çıktığı için. Ama şimdilik gayet iyi gidiyor. Çok ilginç tepkiler alıyorum. Kapağından tutun, isminden tutun içeriğine kadar. Ben önemsiyorum yani bu kitabın okurla kuracağı ilişkiyi çok önemsiyorum.

Ahmet Hakan: Türk milliyetçileri “Ne yapıyorsunuz, ne demek anlayışla karşılamak” filan, hani “Bu Ermeni tezlerini işliyorsunuz” filan türünden tepki aldınız mı?

Elif Şafak: Alıyorum. Ama ben bunu uzun zamandır alıyorum. Yeni bir şey değil. Yani aslında epeydir devam ediyor. Ve ilginçtir, daha çok yurtdışındaki Türklerden alıyorum. Yani Amerika’dan çok alıyorum. Bakü’den çok alıyorum, mesela. Nefret dolu e-mailler alıyorum. Kadınlardan özellikle, yani kadınların kullandığı bir nefret dili var, o çok ilginç geliyor bana. Bir de şunu çok duyuyorum: Mesela, diyorlar ki, “Bu kitap için gidip veya işte başka yazılarınız için gidip Ermeni anneannelerle konuşmuşsunuz, peki hiç Türk Müslüman anneannelerin acısını duydunuz mu? Ya bizim acılarımız ne olacak?” Ben de bu “ya hep ya hiç” yani “ya bunu alırsın ya bunu bırakırsın”cı mantığı anlamıyorum.

Ahmet Hakan: İki annenin acısını birden duymak sanki imkansızmış gibi.

Elif Şafak: Sanki mümkün değil! Yani bu ne demek o zaman? “Benim vicdanım o kadar dar ki, içinde sadece bir kişinin yasını tutmaya veya acısını konuşmaya yer var” demek. Ya da “Beynim ve ufkum o kadar dar ki, sadece bir konuyu sahiplenebilirim” Onu anlamıyorum. Ona çok tepki duyduğumu söyleyebilirim.

Ahmet Hakan: Bu kitabı İngilizce mi yazdınız?

Elif Şafak: İngilizce yazdım.

Ahmet Hakan: Bu sizin İngilizce yazdığınız ikinci roman mı?

Elif Şafak: İngilizce yazdığım ikinci roman.

Ahmet Hakan: Birincisi Araf’tı, değil mi?

Elif Şafak: Araf’tı. Evet.

Ahmet Hakan: Peki bir Türk yazarın İngilizce yazmasını nasıl açıklıyorsunuz? Neden İngilizce yazıyorsunuz?

Elif Şafak: Açıkçası ben İngilizce yazmaya başlarken bu soruyu kendi kendime hiç sormadım. Sorsaydım ne cevap verirdim, bir cevap bulabilir miydim, bilmiyorum. Daha sonra bana soruldukça geriye dönüp anlamlandırmaya çalıştım. Benim için daha şeydi, akıldan ziyade daha sezgisel, nerdeyse böyle hayvani bir içgüdüyle ben kendimi bir süre İstanbul’un dışına çıkartma gereği duydum. Ve bunu yaşadığım dönem, tam Bit Palas’tan sonraki dönem. Aslında varoluşsal bir kırılmaydı benim için. Çünkü yani burada birisi konumundasınız, İstanbul’da bir yeriniz, bir konumunuz, Türkiye’de bir konumunuz var. Onu bırakıp sıfırlamak, belki ibreyi tekrar hiçliğe doğru çevirme gereği duydum. Bunu nasıl tam olarak açıklayabileceğimi bilmiyorum. Ama bende iki uç da çok güçlüdür. Yani romancılık bir yanıyla bence çok güçlü egolar, şişkin egolar isteyen bir sanat. Yaptığınız işin çok özel olduğuna inanacaksınız. Yazdığınız kitabın hiç yazılmamış bir şey olduğuna inanacaksınız. Kendinizi pek bir yetenekli bulacaksınız. Yani ego isteyen bir şey. O damar bende güçlü. Ama karşıtı da çok güçlü. Belki o tasavvuftan da beslenen, o Neyzen Tevfik’i çok seven, işte hiçliği o anlamda basıp bütün bunları o kadar da önemsemeyen bir damar daha var. Ve bu iki ses bende çok çatışır. Ben de bundan beslenirim. Ama o dönemde ikinci sesin daha baskın çıktığı bir dönemdi ve ben biraz kendimi dışarı çekme gereği duydum. Zannediyorum onun etkisi var. Çünkü başka bir dilde aslında yeniden çocuk oluyorsunuz, sıfırlanıyorsunuz. Ve edebi sesinizi yeniden yaratmaya çalışıyorsunuz. O süreç benim için öğretici oldu.

Ahmet Hakan: Peki bu romanlar sonuçta Türkçe’ye çevrildi. Ve Türkiye’deki okurlarınız onu Türkçe’sinden okudular.

Elif Şafak: Evet.

Ahmet Hakan: Yani bir tür çeviri Elif Şafak romanları okumuş oldular. Tepki göstermediler mi hiç? Çünkü çeviriyle orijinal aynı tadı vermiyor, biliyorsunuz edebiyatta, romanda.

Elif Şafak: Doğru. Doğru. Ama ben zaten şuna inanıyorum: Bence birebir çeviri olmaz. Her dilde aslında yeniden yaratırsınız o eseri. O anlamda çevirmenlik çok yaratıcı bir alan.

Ahmet Hakan: Tamam ama yani o sizin yarattığınız bir şey olmaktan çıkıyor. Çevirmenin yarattığı, yeniden yarattığı bir şey oluyor.

Elif Şafak: Evet. Özellikle bu kitapta zannediyorum okurlar onu hemen hissedeceklerdir, çeviri bittikten sonra aslında ben kitabı yeniden yoğurdum, yeniden yazdım.

Ahmet Hakan: Öyle mi, aldınız mı elinize?

Elif Şafak: Tabi tabi, tabi başından sonuna kadar. Araf’ta bu kadar müdahale etmemiştim metne. Ama burada tamamen yeniden yazıldı. Yani çok farklı aşamalardan geçti.

Ahmet Hakan: Bu soru biraz da seyircilerimizden gelen bir soru. Seyircilerden de sorular geliyor. Araf’ta çok fazla müdahale etmemiştiniz, o daha bir çeviriydi.

Elif Şafak: Doğru.

Ahmet Hakan: Belki burada Elif Şafak sesi, Elif Şafak romanı olduğu daha bir anlaşılmış oldu, ortaya çıkmış oldu.

Elif Şafak: Doğru. Bana da geliyor bu tepkiler. Yani bu tür yorumlar okurlardan.

Ahmet Hakan: Bu tür yorumlar geliyor. Bu o kadar yadırganmadı o zaman, Araf kadar. Yani dili bakımından.

Elif Şafak: Dili bakımından evet. Fakat şöyle bir önyargı var. Yani kitabın içeriğini, dilini bir kenara bırakalım. Neredeyse kategorik olarak tepki gösterenler oldu. Onu ilginç buluyorum.

Ahmet Hakan: Ama onu biraz anlayışla karşılamanız gerekmez mi? Bilmiyorum Türk edebiyatında bir örneği var mı? Var mı başka bir dille yazıp da…

Elif Şafak: Var. En bilinen, daha doğrusu akla ilk gelen örnek, Halide Edip Adıvar. Sinekli Bakkal mesela İngilizce kaleme alınmıştır. Onun öyle İngilizce’yle Türkçe arasında mekik dokuduğu bir dönemi var. Ama ben kategorik olarak karşı çıkmak derken, özellikle şunu kastediyorum: Sanki başka bir dilde yazmak, insanın kendi anadiline ihanet etmesiymiş gibi algılandı. Dolayısıyla böyle çok enteresan, çok olumsuz, zehirli yazılar çıktı. O zaman Amerikan edebiyatının parçasısınız diye.

Ahmet Hakan: Peki bu algıya ne diyorsunuz? Bu tepkiye cevabınız nedir?

Elif Şafak: Aslında o tepkiyi şey bulmuyorum. Sadece dille sınırlı bir tepki olarak görmüyorum. Bence her türlü milliyetçi ideolojinin zaten temelinde yatan kalıp budur. Ve bunu da özellikle söylüyorum. Çünkü bu insanlar kendilerine illa da milliyetçi diyen insanlar değil. Nitekim sözünü ettiğim tepki -ilginçtir- daha çok liberallerden, daha sol kesimden geldi. Muhafazakar kesimden bana İngilizce yazdığım için böyle bir tepki gelmedi. Onu da ilginç bir ayrıntı olarak ben gözlemledim.

Ahmet Hakan: Ama dil çok önemli değil midir? Tamam ben de o tepkiyi göstermiyorum. Yani o anlamsız bir tepki. Hani sonuçta yazar hangi ruh halinin sesini veriyorsa biz ona bakarız. Hangi dilden yazarsa yazsın hiç önemli değil. Fakat yine de bir edebiyat ürünü için, yani edebiyat dille yapılan bir şey ve sizin anadiliniz Türkçe ve İngilizce yazıyorsunuz kitabınızı. Hani burada tuhaf bir durum çıkmıyor mu ortaya. Yani sizin cevabınız nedir buna?

Elif Şafak: Benim için aslında mesela benim Osmanlıca kelimelere olan ilgim tutkum var.

Ahmet Hakan: Ki evet, o da bilinen bir şey.

Elif Şafak: Tabi. İngilizce’ye olan merakım ve belki böyle bir keşif yolunda böyle bir adım atmam arasında bağ var. O pek düşünülmüyor. Sanki bunlar tamamen alakasız şeylermiş gibi algılanıyor. Ama hepsinin özünde benim kelimeye olan, harfe olan aşkım ve merakım var. O anlamda benim romancılığımda zannediyorum her zaman içerik kadar üslup ve dil de önemli oldu. Yani ne anlattığım kadar, neyi nasıl anlattığımı da hep önemsedim. Ve dille beraber yazdım. Benim için çok farklı, su geçirmez kategoriler değil bunlar. Kaldı ki şuna inanıyorum: Ya hep ya hiç olmak durumunda değiliz. Yani çok dilli olmak da mümkün, çok kültürlü olmak da mümkün, hatta ve hatta çok dinli ve çok inançlı dahi olmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Benim yazımın, hayata bakış açımın önemli mayası zaten kozmopolitlik. Ve açıkçası şunu söyleyebilirim: Bazen başka bir dil, burada dilin iktidarıdır, gücüdür, her dilin kendine ait bir labirenti var, bence bizdeki reformistlerin, reformist elitin görmeyi reddettiği şey de buydu. Onlar biz dil üzerinde hakimiz, efendiymişiz gibi algıladılar ama esas dildir bizi biçimlendiren. O anlamda ben öztürkçeleştirme sürecine çok eleştirel bakıyorum.

Ahmet Hakan: Ama kullanıyorsunuz öztürkçe kelimeler.

Elif Şafak: Şunu yapmıyorum, zaten eski kelimenin yerine yeniyi mi kullanmalıyım, yeninin yerine eskiyi mi almalıyım paradigması bana çok anlamsız geliyor. Seçim yapmamalıyız. İkisini de kullanacaksın ama açıkçası dilden çıkartılan kelimelerin yeniden dile girmesini arzu ediyorum. Ve o anlamda daha Osmanlıcacı olduğumu söyleyebilirim.

Ahmet Hakan: Çok da Osmanlıca değil aslında. O kadar yabancılaşmışız ki biz o kelimelere, sanki onları böyle bir eski dönem Türkçesi gibi, eski dönemlerde kalmış Türkçe gibi algılıyoruz. Halbuki hani mütereddit kelimesi çok eski bir kelime midir, mesela kullanıyoruz. Çok eski bir kelime değil.

Elif Şafak: Kullanıyoruz ama bu arada yitirdiğimiz çok fazla kelime var. Bir de tabi sadece kelimeler ya da harfler değil, onların taşıdıkları manalar da gitti. O anlamda bence nüanslarını kaybetmiş bir dil bugünün Türkçesi. Ve çok net mesela karşılaştırmalar yapabiliriz. Diyelim lise sondaki Amerika’daki bir öğrenci ne kadar genişlikte bir kelime haznesiyle konuşuyor; biz Türkiye’de aynı yaşlarda bir öğrencinin kelime dağarcığı ne kadar? Öyle baktığınızda muazzam bir daralma var, çoraklaşma var.

Ahmet Hakan: Size tepki var mıydı eski romanlarınızda, bundan önceki romanlarınızda. Yani “Ne kadar ağır bir Türkçe bu, Tanrım hiçbir kelimeyi anlamıyoruz” filan.

Elif Şafak: Var, var. Özellikle tabi Pinhan’dan itibaren, ilk Pinhan’la çok belki billurlaştı bu eleştiriler. Beni Kemalizm’in geliştirdiği dil projesine ihanet etmekle, bir kuşağın acılarını anlamamakla eleştiren çok çok fazla eleştirmen oldu.

Ahmet Hakan: Hiç girmeyelim oraya. Anladım.

Elif Şafak: Yani dil konusu bizde çok politize olmuş bir konu.

Ahmet Hakan: İmza günü soruyorlarmış. Yapıyor musunuz imza günü?

Elif Şafak: Yapıyorum. Daha da yapacağım. 19 Mart’ta Diyarbakır’da var.

Ahmet Hakan: Öyle mi, Diyarbakır’a gideceksiniz?

Elif Şafak: Evet, Diyarbakır’a gideceğim. Yani biraz bu İstanbul, Ankara, İzmir üçgeninin de dışına çıkartmak istiyorum edebiyat söyleşilerini.

Ahmet Hakan: Yurtdışında tanınıyor musunuz?

Elif Şafak: Yurtdışında daha çok, açıkçası adım adım, yani ben bunların çok uzun zaman alacak süreçler olduğunu, yolculuklar olduğunu düşünüyorum. Amerika’da başka türlü sığlıklarla karşılaşıyorsunuz. Açıkçası orda kimlik politikaları çok hakim edebiyat ortamına. Fazlasıyla işlev atfediyorlar edebiyata. O anlamda umduğumdan, daha doğrusu zannettiğimden çok daha sığ bir ortam bulduğumu söyleyebilirim. Çünkü Amerika’daki zaten çok ilgi duymuyor kendi ülkesi dışında üretilen edebiyata. Ama ilgi duyanlar da öncelikle kimlik politikaları açısından bakıyorlar.

Ahmet Hakan: Şunu merak ediyorum: Bizde yavaş yavaş… Hani eskiden bir Yaşar Kemal vardı, değil mi? Yani yurtdışında tanınan, bilinen, önemli romancımız olarak bildiğimiz.

Elif Şafak: Tabi.

Ahmet Hakan: Fakat son zamanlarda yavaş yavaş Türk yazarlar yurtdışında tanınmaya başladı. İşte Orhan Pamuk bu işin büyük ölçüde öncülüğünü yaptı.

Elif Şafak: Tabi.

Ahmet Hakan: Özel bir çalışma mı gerekiyor bunun için, özel bir çaba sarf etmek gerekiyor mu? Hani bir romancı yurtdışında kitaplarının çevrilmesi için, yabancı dillere çevrilmesi için, orada satılması için, özel oturup böyle planlanmış bir çalışma yürütmesi gerekiyor mu sizce?

Elif Şafak: Bence yalnız olmaması lazım yazarın. Bizdeki en temel duygu, bu süreçte yalnızım duygusudur. Yani romancı, yazar kendi imkanlarıyla baş başadır. O yüzden imkanlarınızın ne olduğu da çok belirler maalesef. Bu tabi çok büyük bir haksızlık yaratıyor.

Ahmet Hakan: Evet. Yani bu edebiyat dışı etken demek.

Elif Şafak: Tabi. Tabi. Çünkü bizde şey yok. Ne özel kuruluşlardan, diyelim girişimcilerden kültüre yönelik böyle bir yatırım görürsünüz; ne devlet düzeyinde Kültür Bakanlığında böyle bir destek görürsünüz. Oysa ben pek çok örnek sıralayabilirim. Fin edebiyatından tutun, Kore edebiyatına kadar seslerini tam da böyle devlet desteğiyle, hükümetlerinin bu işe öncelik vermesiyle duyurmuşlardır. Bir de buna ek olarak, bence bizde maalesef pek birbirini destekleyen bir ortam yok. Yani bakıyorum…

Ahmet Hakan: Bizde tam tersi. Yani çekememezlik duygusu.

Elif Şafak: Tam tersi. Haset, çekememezlik.

Ahmet Hakan: Birinin kitabı yurtdışında çevrildi mi hemen onun arkasında başka nedenler aranır.

Elif Şafak: Tabi. Sanki o sizin cebinizden çalmış gibi. Böyle ilk tepkimiz bu oluyor. Onu çok düşündürücü buluyorum.

Ahmet Hakan: Ama orda biraz da… O dediğiniz duygu gerçekten var insanlarımızda. Hani biz mesela Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bir Türk yazarın kitabının işte İngilizce’ye çevrilmesi, Fransızca’ya çevrilmesi, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da çok satması, bize ancak ve ancak gurur vermeli, biz bundan gurur duymalıyız. Fakat bizdeki o eksik duyguların yanı sıra, yazarların tutumunda da bir problem yok mu orda? Yani sanki oralarda kitapların satışı için gerekli olan birtakım çabalar sarf edilmesi, edebiyat dışı şeylerden bahsediyorum, çabalar sarf edilmesi gerekiyor ve onlar da bu rolü oynuyorlar gibi bir hava estirilmedi mi sizce? Siz böyle bir şey gözlemliyor musunuz?

Elif Şafak: Yani toplumsal algıda böyle bir şey gözlemliyorum ama…

Ahmet Hakan: Yazarların yaptıklarında gözlemliyor musunuz?

Elif Şafak: Ama bunun acımasız bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ahmet Hakan: Acımasız mı olduğunu düşünüyorsunuz?

Elif Şafak: Olabilir belki tek tük yazarlar için, yani tek tük örnekler böyle verilebilir. Ama bunu böyle genellemek ve ilk tepkiyi bunun üzerine oturtmak, bana çok büyük bir haksızlık gibi geliyor. Yalnız yazarların da şu açıdan eleştirilmesi gerektiğine inanıyorum: Mesela Hint edebiyatı İngiltere’de nasıl tanındı? Yani Hindistan’dan çıkan ve İngilizce yazan çok geniş bir yazarlar kuşağı var. Onlar nasıl tanındılar? Aslında birbirlerini tanıttılar. Mesela bakıyorsunuz işte bir antoloji düzenleniyor, daha ünlü bir yazar diğerlerinin de tanınmasına önayak oluyor. Amerika’da da bunun örnekleri var.

Ahmet Hakan: Bizde peki tanınan bir yazar, ülkesinde yetenekli, güzel kitaplar yazan etkileyici yazarların tanıtılmasına katkıda bulunuyor mu?

Elif Şafak: Bizde pek bulunmuyor ama bu sadece yazarlar arasında geçerli bir şey de değil. Mesela benim kafamı kurcalayan bir karşılaştırma var epeydir İran diasporasını biraz yakından belki gözlemleme fırsatım oldu. İran tabi müthiş böyle kültürüyle özelikle Amerika’da inanılmaz atağa geçmiş durumda. Sinemasıyla, felsefesiyle, siyaset bilimcisiyle. Ama ben bunu özellikle şuna borçlu olduklarını düşünüyorum: Kültürün ve entelektüel birikimin, bilgi birikiminin bir çember olduğunu, belki bir bütün olduğunu bir şekilde idrak etmişler. Dolayısıyla mesela bunlara çok tanık oldum, diyelim İranlı bir yazara ödül veriliyor, çıkıyor sahneye, diyor ki “Filanca o kadar iyi bir çevirmendir ki, işte Farsça’daki bilmem ne kelimesini kaybettirmeden İngilizce’ye çevirmiştir. Ona saygım şu kadar büyük.” Aynı çevirmenle yapılan bir röportajı dinliyorum, İranlı bir siyaset bilimcinin bir makalesine atıfta bulunarak konuşuyor. O makaleye bakıyorum, diyelim Hayyam’dan bir rubaiyle başlıyor. Yani sürekli birbirine atıfta bulunan ve birbirinin eserlerini okuyan ve en önemlisi de hakkını teslim eden, önemseyen bir şey var. Biz bunu kuramadık bir türlü.

Ahmet Hakan: Bir de bütün bu söylediklerinizden, kendi kültürlerine duydukları o müthiş güven ve özümseme.

Elif Şafak: Tabi. Aynen.

Ahmet Hakan: Bizde belki biraz da o yok.

Elif Şafak: Tabi. Öyle bir özgüven de yok. Tabi.

Ahmet Hakan: Kısa bir ara verelim, devam edelim. Kısa bir aradan sonra yeniden birlikteyiz.

***

Ahmet Hakan: Evet, artık tamamlıyoruz. Elif Şafak bizlerle. Sizlerden gelen bir soru var, hemen onu da soralım kısaca. Tasavvufa göndermeler yaptınız konuşmanızda, zaten başka yazdıklarınızda da tasavvufla olan ilintinizi ortaya koyuyorsunuz. Seyircilerimiz soruyorlar: Yani bu ilgi nerden? Ve hangi düzeyde?

Elif Şafak: Benim tasavvufa olan ilgim daha kişisel bir serüven, yani kişisel bir arayışın sonucunda ortaya çıktı. Ve kademe kademe tabi ortaya çıktı. Ama başlangıç noktasında daha kitabiydi, daha entelektüel bir ilgiydi, onu rahatlıkla söyleyebilirim. Zaman içinde evet okudukça, tanıdıkça, değdikçe belki, ıslandıkça, daha yüreğimle de zannediyorum bağlı hissetmeye başladım kendimi. Yani şu anda sadece akli veya sadece entelektüel bir birikimden ibaret değil. Ama şöyle bir beklenti var bizde, hani kimlerdensin, nerden yetiştin? Biraz böyle tasavvufu da sahiplenme eğilimini çokça gözlemliyorum. Yani benim anladığım anlamıyla tasavvuf aslında çok damarlı bir harita, çok kapılı bir ev. O anlamda tek bir sese indirgemeye çalışmak, tek bir okumayı esas doğru okuma kabul edip diğerlerini reddetmek, bana bizzat tasavvufun özüne aykırıymış gibi geliyor.

Ahmet Hakan: O zaman hangi tarikattansınız diye sormayalım.

Elif Şafak: Sormayalım. Çünkü yani bence “Ne kadar çok yürek varsa Allah için çarpan, o kadar çok yol vardır” diyen bir haritayı tek bir okumaya indirgeyemeyiz.

Ahmet Hakan: Evet. Sizinki daha bütün o, belki o haritanın bütününe bakarak ortaya çıkan bir şey.

Elif Şafak: Evet. Ve tam da o çoğulluğu ve esnekliği, akışkanlığı için de seviyorum ben.

Ahmet Hakan: Belki de o çarptı sizi.

Elif Şafak: Doğru. Doğru.

Ahmet Hakan: Çarpan taraflarından biri de o.

Elif Şafak: Tabi, tabi.

Ahmet Hakan: Bu arada bundan sonraki kitap için herhangi bir planınız var mı?

Elif Şafak: Şimdilik yok. Şimdilik yok. Böyle küçük küçük fikirler var.

Ahmet Hakan: Racona ters bir soru mu bu? Yok değil mi?

Elif Şafak: Değil racona ters bir soru değil. Ama genellikle böyle küçük fikirler bazen mesela bir resim, bir… görsellik çok önemli, bir de ses çok önemli yazarken. Kelimeler, müzik, ritim. O anlamda şeyi bilmiyorum yani büyük anlatıyı, çerçeveyi hiçbir zaman bilmiyorum zaten yazmaya başlamadan evvel. Ama böyle küçük küçük hissiyat düzeyinde birtakım şeyler var.

Ahmet Hakan: Ne zaman başlarsınız yeni bir kitaba?

Elif Şafak: Tamamen bundan arınayım, o zaman başlarım.

Ahmet Hakan: Peki bütün bu konuşmalar, imza günleri filan, o arınma duygusunu erteliyor mu, yoksa…

Elif Şafak: Yok iyi geliyor,

Ahmet Hakan: İyi mi geliyor?

Elif Şafak: Çünkü o arınmanın da iki aşaması var benim için. Birinci aşama, dediğim gibi pek de değmek istemediğim, editöre teslim edip uzaklaşmak istediğim, aslında benim normalleşip sosyalleştiğim dönem. Ondan sonra gelen dönem de okurlardan, işte okuyan insanlardan gelen yorumları aldığınız ve biraz daha soğukkanlı, serinkanlı bir şekilde kitaba yaklaşabildiğiniz dönem ki onu çok önemsiyorum. Bizde bence yazarların en çok ihtiyacını duydukları şey kitap eleştirisi, edebiyat eleştirisi. Maalesef kitapları kitap hariç her şeye odaklanarak konuşuyoruz. O anlamda yazar odaklı bir ortamımız var; yazı odaklı değil. Ama istiyorsunuz ki yazı konuşulsun. Yazıyı okuyan insandan size olumlu veya olumsuz eleştiriler gelsin. O çok besleyen, onaran bir süreç. Ve açıkçası ben de o süreçten besleniyorum, yararlanıyorum.

Ahmet Hakan: Elif Şafak, çok teşekkür ederiz.

Elif Şafak: Sağ olun.

Ahmet Hakan: Katıldığınız için sağ olun. Sayın seyirciler, Tarafsız Bölge burada sona eriyor. Yarın akşam yine birlikte olalım diyoruz, CNN Türk’te kalın diyoruz.

 

 

İzlenme : 5507
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us