“BİR AN EVVEL YAŞLANMAK İSTEDİM!”
Elif Şafak’ın yeni romanı Baba ve Piç; kadınlar ve Ermeni sorunu üzerinden kimlik kavramına odaklanıyor. Kadınlarla dolu iki aileyi anlatıyor. Biri Kazancı ailesi; İstanbul’da eski bir konakta yaşıyor; diğeri ise Çakmakçıyanlar ve Amerika’da yaşıyorlar… Kahvaltı konuğumuz Elif Şafak’la son romanından çok hayat, edebiyat ve kadın olmak üzerine konuşuyoruz…
Ayşegül Sönmez
Marie Claire: Sabah nasıl uyanırsınız? Geç kalmışlık duygusu ve panikle mi mesela?
Elif Şafak: Genellikle çok neşeli kalkmam. Sabah kalktığında çok neşeli olan insanları da anlamam. Bende yok o. Geç kalkmayı sevmiyorum. Beni mutsuz ediyor. Rahatsız ediyor. Bir şeylerin gerisinde kaldığım duygusuyla uyanıyorum geç kalktığım zaman. Yatakta keyif yapan tiplerden değilim. Uyku sevmem.
M.C.: Ama ‘geç’ herkese göre değişir. On iki de, dokuz da geç olabilir…
E.Ş.: Uyanma saatim bulunduğum mekana bağlı. Mesela Arizona’dayken en geç altıda kalkıyordum. Oranın sabahı muhteşem. Güneş doğarken çok güzel yakalıyorsunuz. Sonra çok sıcak oluyor. Hani uykuyla uyanıklık arasında bir durum vardır ya onu hiç sevmem. O bana atalet gibi gelir.
M.C.: Enteresan çünkü yaratıcı insanlar, yatakta uyanık ama yatarak bütün gün ne yapacaklarını tasarlarlarmış… Siz çok şehir değiştirdiniz. En güzel sabah Arizona’nın sabahı mı?
E.Ş.: Evet… Gökyüzü çok berrak. Gökyüzünün o kadar yakın olduğunu bilmiyor insan. Hiç dikkat etmediğiniz kuş sesleri, bilmediğiniz türden çiçekler tanıyorsunuz… Doğa çok yeşil değil; kaktüslerle dolu fakat doğaya dikkat etmeyi de öğreniyorsunuz. Çölün bir ruhu var. Çöl boş değil. Onu görmeyi öğreniyorsunuz. Ben hep büyük şehir insanıydım. Arizona’ya gidene kadar doğayı bilmezdim. Ama bana çok şey öğretti.
M.C.: Ne kadar kaldınız?
E.Ş.: İki yıldır oradayım. Yardımcı Doçent olarak görev yapıyorum. Ondan önce Boston’daydım. Michigan’daydım. Üç ayrı şehirde yaşadım. Üçünün de iklimi tamamen farklı. Birden fazla Amerika var. Şimdi İstanbul’la Arizona arasında mekik dokuyorum. Yarı dönem burada yarı dönem oradayım.
M.C.: Ne öğretiyorsunuz?
E.Ş.: Benim doktoram siyaset felsefesi üzerineydi. Orada da Ortadoğu Çalışmaları’nda ders veriyorum. Hafızanın Siyaseti diye bir ders veriyorum mesela.. O kolektif bir hafıza ve kolektif amnesia üzerine… Bir başka ders de edebiyat ve sürgün üzerine… Dünya edebiyatı ve sürgün.
M.C.: Sürgündeki kim mesela?
E.Ş.: Sürgünü çok farklı şekillerde tanımlayabiliriz. Amerika’da üzerinde en çok durduğum yazar James Baldwin… Enteresan bir yazar! Siyah ve eşcinsel. Amerika içinde kendini mutsuz hissedip Avrupa’ya gelmiş bir yazar. Hatta İstanbul’a da gelmiş. İstanbul’a çok aşık. Amerika’ya dönüyor sonra. Yoksul, dindar bir aileden geliyor. Ama o Afrikan-Amerikan Kilisesi’ndeki ritim duygusu ve orada işlenen temaları edebiyatına yansıtır. Oysa kendi Agnostik’tir fakat dinden çok beslenir.
M.C.: Bu açıdan kendinize mi benzetiyorsunuz?
E.Ş.: Kendime de benzetiyorum. O; sürgün halinde yaşayan bir yazar. Avrupa’ya gittiğinde Amerikalı olduğunu hisseder. Her gittiği yerde bir ötekilik duygusunu taşır. Ve şunu fark eder; “Bu benimle birlikte nereye gidersem gideyim…” O açılardan galiba yurttaşlık hissettiğim bir yazar.
M.C.: Sizin edebiyatçı kimliğinizle akademik kimliğiniz çatışmıyor mu? Nasıl kotarıyorsunuz? Gerçek muhalifler akademi eleştirisi yaparlar. Sizin de muhalif yönünüz var…
E.Ş.: Türkiye’de bu konuda çok zorlandım. Şöyle bir beklenti var; eğer romancıysan evinde oturur roman yazarsın. Akademisyensen ne olduğunu bil ve o alanda kariyer inşa et. Ben o modele uymuyorum. Öncelikle edebiyatçıyım. Hayatla kurduğum bağ da edebiyat temelinde yükseliyor. Ben bilgiyi bir çember olarak algılıyorum. Bir bütün olarak algılıyorum. Bir derste işlediğimiz bir konu bir başka gün bana ilham olacak ya da bir romanda araştırdığım bir konu akademide beni yönlendirecek. Benim için bunlar su geçirmez kaplarla birbirinden ayrılmıyor. Bir de şöyle bir şey var; romancılık çok ben merkezci çok egoistçe bir uğraş. Kendinizi Tanrı zannediyorsunuz, her şeyin merkezine koyuyorsunuz. Roman bittiğinde size biraz haddinizi bildirecek başka alanlarınız var. O anlamda akademi iyi… Ne kadar okursanız okuyun bitmiyor. Yeni sorunsallar, yeni konular… Öğrencileriniz size bunu hatırlatıyor. Meslektaşlarınız hatırlatıyor… Ama mesela beni kaygılandıran konu da bununla ilgili. Bizde roman okumamakla övünen akademisyenler var. Roman okumamakla övünen köşe yazarları var. ‘Roman okurum ama yerli roman okumam’ diyenler de var. Birbirimizin yaptıklarını takip etmiyoruz.
M.C.: Takdir de etmiyoruz…
E.Ş.: Birbirimize karşı bir kayıtsızlık içindeyiz. Özellikle İstanbul içinde öyle bir kesim var ki, başkasının başarısını kendinden çalınmış bir hak olarak algılıyor. Beğenmemeye şartlanmışlar. Ama bence kadınsanız o hınç daha çok katmerleniyor. Kadınsanız belden aşağı vurmaya başlıyorlar. Kadınlık da gençlik de affedilen bir şey değil. Kadınsanız, yaşlıysanız ya da yaşlı algılanıyorsanız daha güvenli bir yere çekilebiliyorsunuz.
M.C.: Siz ‘genç bir kadın yazar’ olarak nasıl baş ettiniz bununla?
E.Ş.: Ne kadar baş edebildim bilmiyorum. Amerika’ya giderken bunalarak gittim. Burada genç sanatçı, kadın yazar gibi sıfatların yaptığımız işin önüne geçtiği bir durum var. Bu çok tehlikeli bir durum. Nedir o gençliğin kriteri? Bir yanıyla da ironik bir şey. Nüfusu bu kadar genç bir toplum olup da gençlere bu kadar itimat etmeyen, güvensizce yaklaşan, her zaman da bilgeliği yaşla özdeşleştiren bir toplum olmak… İnsan daha çok yaşayınca daha mı akıllı olur? Hiç zannetmiyorum. Daha mı yaratıcı olur? Edebiyatta böyle genellemeler yok. Bir kitap ne kadar sürede yazılır? Ben bundan dolayı da çok eleştirildim.
M.C.: Çok roman yazdığınız, ürettiğiniz için de…
E.Ş.: Bu bana; ‘Çok nefes alıyorsunuz’ demek kadar saçma geliyor. Ne demek çok nefes alıyorsun? O sizinle beraber gelen bir süreç. Bu işin bir formülü, reçetesi yok. Diyelim ki on yılda yazılan bir roman, bir yılda yazılandan daha iyi bir roman mıdır? Edebiyat tarihi hiç böyle değil ve bunun yüzlerce örneği var. Kimi 45 yaşına kadar yazmamış sonra üretkenleşmiş. Kimi 20 yaşında üretkenmiş. Kişiden kişiye değişir. Mesela bende süreklilik duygusu yok. Zannediyorum bunda çocukluğumun çok etkisi var. Ben bir aile ortamı içinde, yerleşik bir düzende büyümedim. Bir baba figürüm hiç olmadı. Baba merkez oysa ki…
M.C.: Babasız büyüyen kızların büyümeyenlerden farkı nedir sizce?
E.Ş.: Babaya atfedilen bir otorite vardır, değil mi? Böyle bir otoriteden yoksun büyüdüğünüzde, bu insanı çok merkezsiz kılıyor. Bir de üstüne göçebelik eklenince, hayatı ‘Şimdi buradayım yarın ne olacak bilmiyorum’ gibi algılıyorsunuz. Bu da sizi daha girişken ve yaratıcı kılabilir. Beni Tokyo’ya, hiç bilmediğim bir şehre bırakın yolumu bulurum. Bu animal bir şey. Hayatta kalma dürtüsü. Edebiyatçı için iyi bir şey. Algılarımı açık tutuyor. Ama öte yandan güvensizsiniz.
M.C.: Babayla büyümek de bir anlamda sizi korkak yapıyor o zaman…
E.Ş.: Babalarının kızları olanlar idare etmeyi öğreniyorlar. Önce babanızı idare etmeyi öğreniyorsunuz, sonra sevgilinizi idare ediyorsunuz. Bir şeyi dolaylı olarak yaptırmayı öğreniyorsunuz. Uzun vadede daha böyle dolaylı, akarak söylemeyi öğreniyorsunuz. Zamanını kollayarak, punduna getirerek…
M.C.: Kadınlık bilgisi bu olsa gerek?
E.Ş.: Evet… Bu duygu bende yok ama olmadığı için gözlemlediğim bir şey. Bir kadınlık kültürü var ki ben ona çok yabancıyım. Mahremiyetimi en yakın anneme, ablama, kız arkadaşıma anlatamam mesela…
M.C.: Çok yakın kız arkadaşlarınız olmadı mı? Sadece erkek arkadaşları olan, kız arkadaşsız kadınlardan mısınız?
E.Ş.: Aslında uzun yıllar kadınlarla arkadaşlık edemediğimi düşündüm. Ama açıkçası çok az sayıda derin dostluklar yaşadım. O düzlem başka bir şey. Beyin çok önemli. Benim için beyinlerin karşılıklı çalışması çok önemli. Az sayıda kadınla çok derin dostlukları tercih ediyorum.
M.C.: Türkiye’deki kadın hareketine feminizm açısından nasıl bakıyorsunuz?
E.Ş.: ‘Feminizm’ dendiğinde çok şey anlıyorum. O kadar çok feminizmler var ki… Kendini, birbirini eleştiren… Hem teoride hem de pratikte bereketli ve dinamik bir alan bu. Kadın hareketini çok önemsiyorum. Türkiye’de kadınlara yönelik çok fazla önyargı var. Kadınların kendilerine ilişkin de çok fazla önyargısı var. Bölünmeler de var…
M.C.: ‘Kadın yazar’ deyimi size nasıl geliyor?
E.Ş.: Sorunlu geliyor. Çünkü benim kadın olmam, elbette ki yazımda, kalemimde, dünyaya bakışımda ya da dünyanın bana bakışında önemli bir faktör. Ancak sıfatları bu kadar öne koyarak vurgulamak… Bunu sevmiyorum. ‘Yazar’ diyemiyorum. Özellikle de romancılıkta bu böyle. Romancıya biçilen bir ‘baba romancı kimliği’ var. Belli bir yaşın üzerindeki erkeklere yakıştırdığımız bir rol. Romancıysan sanki şöyle bir erkekleşmeniz gerekiyor. Bence biz kadınsılığı sevmeyen bir toplumuz.
M.C.: Bu bizim modernlik öykümüzle ilgili bir durum… Cemil Meriç diyor ya, ‘Türk kadını salondan geçmedi Avrupalı kadın gibi… Kafesten sokağın ortasına itildi. Sokağın ortasına ve hayatını kazanmak zorunda kaldı. O yüzden hâlâ nefes nefese…’
E.Ş.: Kesinlikle… Biz devlet feminizmi diye bir şey yaşadık. Devlet feminizmi olur mu? Dışarıdan bakan biri şaşırabilir ama oluyor. Devlet erkanı eliyle feminizm getirilmeye çalışılırsa… Yukarıdan aşağıya çok sorunlu bir şey olur. Yoldaş kadın modeli… Erken Cumhuriyet döneminde yeni Türk kadını yaratma projesi var. Yeni Türk kadını zamanını tırnaklarını boyayarak geçirmeyecektir. Onun karşıtı Osmanlı cariye modelidir. Bir yanıyla müthiş kazanımlar sağladılar. Onu da görüp takdir etmek lazım. Ama bir yandan da kadınsılıktan hoşlanmayan bir kültür gelişti. Ve bunu 1970 sol hareketinde görebiliriz. İzlerinin kaldığını düşünüyorum. Muhafazakar camiada da görebiliriz. Kadınsılığa saygı duymuyoruz. Onu belli mesleklere yakıştırırız. Bir kadın, beyniyle entelektüel olarak varolmak istiyorsa ona kadınsılığı yakıştırmayız mesela…
M.C.: Halide Edip Adıvar’da bu çok belirgindir. Yeditepe Üniversitesi’nden Ayşegül Güçhan’ın bu konuda Adıvar’ın fotoğrafları üzerinden yaptığı bir değerlendirmesi var.
E.Ş.: Halide Edip’in yarattığı kadınlara da yansır bu. Kadınsı hareketleri hırpalar. Onlara kötü davranır. Esas yücelttiği kadın karakterler Rabia’yı tanımladığı gibidir; ‘Baktığınızda anlayamazdınız kadın mı erkek mi olduğunu bir daha bakmanız gerekir…’ Onda kadınsı hiçbir şey yok… O kadar yücedir. Kadınsılığı bir kere maddiyatçılık, lüks düşkünlüğü, tüketim düşkünlüğü olarak görürler… Birçok yazarda var bu. Peyami Safa’da da…
M.C.: Güzel bir kadın olarak sizin serüveniniz nasıl oldu? Güzel bir kadın aynı zamanda entelektüel olamaz klişesiyle nasıl yaşadınız?
E.Ş.: Entelijansiya içinde bir kesimin böyle bir eğilimi var. Çok ilginçtir, kadın yazar bir başka kadın yazara bunu yapıyor. Onun süslenmesinden hoşlanmıyor. Ben takılardan dolayı çok laf işitmiştim. Sanki takı düşkünü olmakla yazarlık bağdaşmazmış gibi… Bu sizin daha dünyevi olduğunuzu gösteriyor. Böyle işlerle uğraşacak zamanınız olmamalı oysa. Aslında nefsi aşağılayan muhafazakar bir söylemden ne farkı var o zaman? Haz önemlidir. Hazzı da gündelik hayattaki küçük şeylerden alırız. Kendine armağan vermek istediğinizde bir ayakkabı, çanta, bir pasta alırsınız. Hayatın küçük mutluluklarını aşağılayan, hor gören ve edebiyat sanki bunlardan çok yüceymiş, uç bir yerdeymiş gibi görmek isteyen bir kesim var. Bana çok zorlama ve kompleksli geliyor açıkçası.
M.C.: Sizi bizim dergideki arkadaşlar çok beğeniyorlar ama hep kapalı şeyler giydiğinizi, güzelliğinizi ortaya çıkartacak kıyafetler yerine kapatmaya çalıştığınızı düşünüyorlar. Hiç hem yazar hem de güzel bir kadın olmaktan utandınız mı?
E.Ş.: Ben uzun zaman, bir an evvel yaşlanmayı istedim. Belki de hâlâ öyle. Çünkü yaşlandığım zaman daha ‘olgun’ algılandığımda huzura kavuşacağımı düşündüm. Zamanı hızlandırmak istedim. Öte yandan ben saklanmayı seven bir mizaca sahibim. Kitap isimlerimde de bu vardır. Pinhan örtüklük demektir. Mahrem’de vardır bu. Hepsinde bir kapalılık, görünmeme ihtiyacı… Bu benim sarkacım. Diyalektiğim, çelişkim ve benimle beraber gelecek. Ben istiyorum ki yazım görünür olsun, ben o kadar görünür olmayayım. Ben o kadar konuşmayayım. Ama bizim ortamımız yazar odaklı, yazı odaklı değil. Kitap hariç her şeyi konuşuyoruz.
M.C.: Peki son romana gelelim. Baba ve Piç… Nasıl yazdınız?
E.Ş.: Ben hep risk alarak yazmayı seviyorum. O tekniği seviyorum. Kafamda kurgulamam. Sezgilerimle yazıyorum. Sezgi çok önemli. Öbür türlü; kendini karakterlerin üzerine yerleştiren romancı modelini sevmiyorum. Karakterlerini kuklalar gibi oynatmak zorunda hisseden… Yazı sizden daha güçlü olmak zorunda. Yazarken ben eksiliyorum, yazı güçleniyor. Kendimi çok yaralanmış, eksilmiş hissediyorum.
M.C.: Bunu hep söylerler… Hakikaten oluyor mu? Ağlayarak yazdım. Ölerek, dirilerek yazdım gibi…
E.Ş.: Hakikaten oluyor. Fiziksel olarak da perişan oluyorsunuz. Sinirleriniz bozuluyor. Dengeniz şaşıyor. Ben her gün aynı tempoyla yazan biri değilim. Altı ay çok yoğun tempoda çalışıyorum. Sonra ara veririm. İnsanlıktan çıkarak yazarım. Sonra sosyalleşme sürecim başlar. Normalleşme sürecim…
M.C.: Baba ve Piç’in ilk yazılı kahramanı Asya mıydı?
E.Ş.: Önce Zeliha vardı. Zeliha Teyze tiplemesi… Onun şehre, kendini taciz eden erkeklere olan öfkesiyle yağmur altında yürüme sahnesi açılış sahnesidir bana gelen… Zeliha karakteri başlı başına birçok şeyi tetikledi. Ama gerisi kendiliğinden şekillendi. Hangisinin kişiliğinin nasıl olacağını bilmiyorsunuz. Yazdıkça kendilerini yaratıyorlar. Bazıları bazılarından daha güçlü oluyor. Ön plana geçiyor. Onu çok şaşırtıcı buluyorum. Ben karakterlerimin beni şaşırtmasını çok seviyorum.
Marie Claire Türkiye, Mayıs 2006
|