İsrailli şef Daniel Barenboim yönetimindeki Doğu-Batı Divanı Orkestrası 16 ağustosta Aya İrini de bir konser verdi. Şef Barenboim, konser öncesi yazar Elif Şafak ın sorularını yanıtladı.
Röportajın tam metni şöyle:
Elif Şafak (E.Ş) - Siz harika çocuk olarak nitelendiriliyordunuz. 5 yaşında ilk piyano derslerini almaya başladınız , 10 yaşınızdayken ilk uluslararası çıkışınızı yaptınız, 11 yaşınızdayken ise bir fenomen olarak nitelendiriliyordunuz. Çok merak ediyorum bütün bu tabloya baktığınızda hatıralarınızda ve hayatınızın ilk yıllarına döndüğünüzde… Daniel Barenboim (D.B) - Açıkçası kendimi hiçbir zaman harika çocuk olarak nitelendirmedim ve benim ailemde beni bu şekilde nitelendirmedi. Çünkü genel olarak harika çocuk fikrine baktığınız zaman harika çocuğun aşırı yetenekli bir çocuk olduğunu görürsünüz. Belli bir alanda aşırı kabiliyetli çocuklar harika çocuk olarak nitelendirilir ve bu çocuklar bu kabiliyetle yaşar ve bununla ölürler. Bana gelince benim zeki bir anne babam vardı, beni çok iyi okullara gönderdiler ve kendi yaşıtlarımla arkadaşlık ettim. Bu benim açımdan büyük bir talihti, tabii tamamen normal bir hayatım olduğunu söylemek doğru olmaz çünkü sürekli yılın ortasında konserlere gidiyordum, kısa süreliğine de olsa konserler veriyordum. O nedenle normal bir hayatım yoktu ama çocukluğumu yaşayamadım yada gençliğimi yaşayamadım demekte yanlış olur benim açımdan. Harika çocuk dediğiniz zaman bu çocuk başka bir dünyada yaşar, ama benim açımdan durum böyle değildi. Ben hep iki dünyayı bir arada yaşadım ayrı bir alemde yaşamadım. Açıkçası benim açımdan bu son derece hayatı kolaylaştırıcı bir unsurdu. 11,12, yaşlarında henüz bir çocukken sabahları okula giderdim daha sonra diğer çocuklarla birlikte sokakta top oynardık futbol oynardık, daha sonra saat beşte örneğin kalkıp eve giderdim duşumu alırdım kıyafetlerimi giyerdim ve konsere hazırlık yapmaya başlardım. O nedenle benim açımdan konsantrasyon gibi bir sorun ortada yoktu. Çünkü ben çocukluğumdan bu yana o kadar çok şeyi bir anda yapmaya hazırım ki yani müzikle alakası olmayan çocukça diye nitelendirilebilecek pek çok şeyi aynı anda yaptığım için konsantrasyon sorunu hiç yaşamadım. Benim meslektaşlarımın pek çoğu konsantrasyonu zor yakalıyorlar ama benim açımdan böyle bir sorun yoktu, ama kendimi hiç harika çocuk olarak nitelendirmedim. Tabii ki gayet iyi biliyordum benim hayatımın büyük bir kısmınının çocukların hayatından farklı olduğunu, arkadaşlarımdan farklı bir hayat sürdüğümün farkındaydım ve yetişkinlerle sürekli haşır neşirdim ama bir harika çocuk değildim.
E.Ş - Sizin ziyaret ettiğiniz yerlere bir bakıyorum da Buenes Aires te doğmuşsunuz, 10 yaşınızda ailenizle birlikte İsrail e yerleşmişsiniz ve birçok ülkeyi gezmişsiniz. Aynı zamanda geçmişinize baktığımda Chicago ve Berlin de de çalıştığınızı da görüyorum. Şimdi size kutsal kitaplardan atıfla bir soru sormak istiyorum. Kuran a ve Tevrat a baktığınız zaman en eski ikilemlerden biri yerleşik hayata geçebilen kişiler ile konar göçerler arasındaki ikilemdir. Yani aslında burada göçebeler ve yerleşik yaşayanlar yada çiftçiler arasındaki bir ikilemden söz edilebilir. Siz kendinizi bir çiftçi olarak mı yoksa bir göçebe olarak mı nitelendiriyorsunuz? Yada şu şekilde sorayım kökleriniz nerde?
D.B - Açıkcası hayatımda çok farklı soru soruldu bana ama böyle bir soru hiç sorulmamıştı gerçekten harika bir soru o nedenle gülümsemekten kendimi alamıyorum. Açıkcası farklı bir soru bu. Benim ailemin İsrail e yerleşmesinin sebebi benim İsrail de yetişmemi istemeleriydi. Çünkü bendeki kabiliyeti fark etmişlerdi. Açıkcası benim bir azınlığın parçası olarak büyümemi istemiyorlardı. Bildiğiniz gibi Arjantin de durum böyleydi. İsrail de okula gittim ben. Tabii ki o zamanki İsrail bu zamanki İsrail den her açıdan farklıydı. O zamanın İsrail i 1967 savaşının öncesinin İsraili ydi, işgalden önceki İsrail di. Yani aslında bu dönemden sonra İsrail de pek çok şey oldu . 1950 lerin İsrail i ise son derece idealist bir ülkeydi ve bunun en önemli kanıtı da aslında sosyalizmin dünyanın herhangi bir yerinden çok daha iyi bir şekilde o dönemin İsrail inde işlenmesiydi. Çünkü aklı selim herhangi bir kişi bence sosyalizme yada sosyal adalet kavramına karşı çıkmayacaktır ama burada asıl sorun sosyalizmin uygulanmasıyla başlıyor. Sovyetler Birliği ne yada sosyalizmi uygulamaya çalışan ülkelere baktığımız zaman pek çok kişi hükümet ve devlet için çalıştıklarını düşündüklerinden kendilerini özgür hissetmiyorlardı. O nedenle bu ülkelerde sosyalizm işlememişti. Ama İsrail 1950 lerin başına bakıldığı zaman kurulma aşamasında bir ülkeydi o nedenle insanlar ülke için çalıştıklarında kendileri için de çalışıyorlardı aynı zamanda. O nedenle herhangi bir çıkar çatışması söz konusu değildi ve benim yetiştiğim döneme bakacak olursanız ben son derece ilerici bir okulda yetişmiştim, Tel Aviv deydi okulum ve benim fikirlerim benim düşünce tarzım orada yeşermeye başladı ve doğrusunu isterseniz toplumun bu yapısı benim düşüncelerimi çok etkiledi. O nedenle şu dönemde İsrail de olup biten şeyleri kabul etmekte çok zorluk çekiyorum. Aslında kendimi ne toprağa yerleşmiş bir kişi ne göçebe olarak nitelendirebilirim, kendimi melekelerini geliştirebileceği yerlere giden bir müzisyen olarak nitelendiriyorum. Öncellikle İngiltere ye yerleştim, 15 yıldan fazla İngiltere de yaşadım daha sonra Paris te 15 yıl yaşadım, orada Paris orkestrasında müzisyen olarak çalıştım, 15 yılda Chicago ve Berlin arasında adeta mekik dokudum o nedenle kendimi ne göçebe ne de bir çiftçi olarak nitelendirebilirim. Belki şöyle demek mümkün ziraatle uğraşan bir göçebeyim ben…
E.Ş: Merak ettiğim bir şey daha var. Sizin Beyrut la ilgili hisleriniz neler? Ya da İstanbul gibi Beyrut gibi eski bir tarihi olan eski anıları olan şehirler… D.B: İstanbul a tabii ki ilk kez geliyorum o nedenle benim söyleyeceklerim burada şehrin kendisiyle alakalı olmayacaktır olsa olsa benim önyargılarımı yansıtabilir ama asya ve avrupa da olması beni çok etkiliyor.
E.Ş: Şu şekilde sorayım; bu tür şehirlere baktığınız zaman sizce hafıza, bellek önemli bir güdü mü? Yani geçmişi hatırlamak önemli bir faktör mü? Bu geçmiş acılı bir geçmiş olsa dahi bu geçmişi sürekli hatırda tutmak şehirlerin yeniden kurulması ile ilgili önemli bir faktör mü? Yoksa hep geleceğe bakmalı, geçmişi unutmalı mıyız?
D.B: Geleceği geçmişi unutarak kuramazsınız tabii ki geleceği unutarak sadece geçmişle yaşamakta sağlıksız bir şey ama müzisyenler olarak hep şunu öğreniyoruz hayat akışkan bir şey, müzikte her şey geçiş içindedir aynı zamanda zaman da geçiş halindedir. Geçmiş, bugün ve gelecek de bir geçiş halindedir, bir akışkanlık halindedir. Tabii laik bir kişi olarak ben geleceğin de ötesi olduğunu söylemek istemiyorum. Burada geleceğin ötesini düşünemiyorum ama şunu söyleyebilirim gayet iyi hatırlıyorum Kudüs e gittiğim zaman sürekli etrafıma bakınıyordum ve Osmanlı İmparatorluğu nun 500 yıl boyunca orada hakim olduğunu gayet iyi görebiliyordum 1417-1917 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu orada hüküm sürmüştü bu tabii ki benim pek çok alanda merakımı uyandırdı. Her şeyden önce İsrailli olsun Filistinli olsun Musevi, Hristiyan ya da Müslüman olsun buradaki çatışmaların kimin arasında olduğu önemli değil, önemli olan burada Osmanlı İmparatorluğu nun 500 yıl boyunca hakim olması ve çevresindeki kültürleri etkilemiş olması. Bunun müzikte de yansımalarını görmek mümkün. Örneğin Mozart ı Türklerin nasıl etkilediğine bir bakacak olursak şunu söylemek mümkün; Türklerin 18 YY da Avrupalılar açısında ne anlam ifade ettiği çok da önemli değil, her şeyden önce çok önemli bir müzisyen Beethoven, Brahms, Schubert gibi birçok müzisyen türklerle ilgilenmişler, bildiğiniz gibi bunlar umumi müzisyenlerdi bir anlamda. Avrupa kimliğini taşıyan kişilerdi ve Mozart örneğin gerçek anlamda Avrupalı olarak nitelendirilebilecek ilk kişiydi. Alman olmasına rağmen İtalyanca ve Fransızca da biliyordu. Mozart aynı zamanda şarkı sözlerini de bu üç dilde de yazabiliyordu, 18.yy da Mozart gerçekten muhteşem bir insandı, tabii bu yüzyılda üç dil bilmek çok anlaşılabilir bir şeydi, ama o dönemde öyle değildi. O nedenle Türklerin etkisi hakikaten her daim ritmik enerjinin bir yansımasıdır, özellikle Mozart ın müziğine bakacak olursak Türklerin etkisi aynı zamanda egzotik, tuhaf yada garip olarak nitelendirilebilecek bazı unsurların simgesidir. Mozart ın Türk etkisini kokuyla özdeşleştirebiliyorum, ama tabii kokunun müzikle bir alakası yok, ama egzotizmin karışımı ve ritmin karışımı bana koku duyusunu çağrıştırıyor, tabii aslında bu çocukça gelebilir kulağa. Ama ben bunu kokuyla özdeşleştiriyorum ve bu koku unsurunu fark ettikten sonra müzisyen açısından ne kadar önemli olduğunu fark ettim, burada kokudan kastettiğim bir parfüm kokusu değil, ya da bir çiçek kokusu değil, ancak burada benim kastettiğim koku; bir şeyleri sezme yada önceden tahmin etmekten kaynaklanan bir koku, örneğin müzik, hızlanmaya başlamadan önce adeta müziğin hızlanacağının kokusunu alıyorsunuz, şimdi anlatabiliyor muyum kokudan ne kastettiğimi. Bu tür düşüncelerin hepsi bugün uçakta İstanbul a gelirken aklıma geldi, bu üç unsur hakikaten çok önemli. Bir tarafta ritim ve egzotikliğin müzikte yer alması, Osmanlı İmparatorluğu nun bölgedeki etkisi ve bir yandan da İstanbul un her iki kıtada da yer alması. Bugünün dünyasına baktığımız zaman küresel ya da küreselleşme sözcüğünü burada telaffuz etmek istemiyorum, çünkü bu iki sözcükten de nefret ediyorum. Ama kozmopolitan sözcüğü burada çok doğru bir sözcük olur, çünkü kozmopolitan sözcüğü çok yapıcı bir sözcük. İstanbul kozmopolitan sözcüğünün en önemli temsilcisi diye düşünüyorum.
E.Ş: İsterseniz konuyu birazcık değiştirelim. Siz aynı zamanda Arap İsrail çatışmasının askeri boyuta taşınmasınıda son derece şiddetli bir şekilde eleştirdiniz, İsraillilerin komşu halkların acı çekmesine gözlerini kapatmaması gerektiğini söylediniz. İsrail de görüşleriniz destekleniyor mu yoksa yalnızmısınız bu konuda? İsrail sivil toplumu konusunda biraz bilgi verir misiniz? Çünkü biz sürekli her iki toplumla ilgili aşırı genellemelere gitme hatasına düşüyoruz.
D.B: Her iki taraftada aşırı bir cehalet olduğunu düşünüyorum. Her iki taraf da birbiri konusunda cahil. Bu çatışmanın taraflarına bakılacak olursa bazı unsurların simetrik olduğunu yani her iki tarafta da yaşandığını söyleyebiliriz. Burada cehalet simetrik bir olgu. Yani İsrail in işgalci güç olması ve Filistinlilerin işgal edilen taraf olması simetrik bir durum değil elbette ki. Bu bildiğiniz gibi bir, iki, üç yıldır değil 39 yıldır süren bir durum ve bunu simetrik olarak nitelendirmek mümkün değil, ama cehalet her iki tarafta da söz konusu olan bir olgu. Burada cehaletten kastım, karşı tarafın söylediklerini dinleyememe ve kabul edememe durumu. Tabi bunu kabul etmek ya da buna katılmak şart değil ama her iki taraf açısından da, en azından karşı tarafın söylediklerinin meşruiyetini kabul etmek bir zorunluluk diye düşünüyorum. Çünkü her iki halk da bildiğiniz gibi kendi söylemeye çalıştığı şeyi tekrarlayıp duruyor. Ama her iki taraf da diğer tarafın söylemek istediklerine adeta gözlerini ve kulaklarını tıkıyor. Tabi silah kullanımıyla, askeri güçlerin işe karışmasıyla bu sorunun çözülmesi mümkün değil ve mümkün olmadığını da yıllardır görüyoruz zaten. Bu konuyla ilgili görüşlerimi dile getirdiğim zaman insanlar bana hayranlıkla yaklaşıyorlar ve bu girişimimi desteklediklerini söylüyorlar ama bir taraftanda bıyık altından şunu dile getiriyorlar tabi siz bir sanatçısınız, romantiksiniz, naifsiniz diyorlar. Ama ben bunun naif bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Bu kadar acı çekildikten sonra. bu kadar ölüm olduktan sonra askeri çözümün çözüm olabildiğini düşünmek bence naifliktir. 39 yıl geçmiş aradan askeri çözümün hala bir çözüm olabileceğini düşünmek bence asıl naifliktir. İsrail de ve Filistin de elbette bunun devam etmesini istemeyen pek çok insan var. Aslında insanların çoğu bu sorunun devam etmesinden yana değil ama bu insanların çoğu bu sorunun özüne inmek istemiyor ve aslında neyin gerekli olduğunu kendilerine itiraf edemiyorlar. Şiddeti durdurmak için neyin gerekli olduğu sorusu onlara sorulduğu zaman karşı tarafın ne yapması gerektiğini söylüyorlar ki, Filistinliler şiddete son versin . Filistinlilere soruyorsunuz İsrailliler topraklarımızı işgal etmeyi bırakırlarsa sorun çözülür diyorlar. Tabi ki her iki koşulun da yerine getirilmesi gerekiyor. Bunlar doğru ama diğer taraftan olaya bakacak olursanız beni çok üzen başka şeyler daha var. Bana kalırsa askeri çözümün çözüm olamadığını bilen insanların sayısı yeterli ancak burada yeterli çabayı ortaya koymuyorlar. Bu kişiler herkesi masanın etrafına toplayacak çabayı ortaya koymuyorlar. İsraillileri, Filistinlileri ve gerekli tarafları biraraya getiremiyorlar. İki taraf da diğer tarafı tecrit etmek istiyor; İsrailliler Avrupalıları tecrit etmek istiyor, Amerikalılar Suriyelileri tecrit etmek istiyor bu sorunun çözümünde. Ama belli bir tarafı ya da kişiyi tecrit ettiğiniz zaman tecrit ettiğiniz tarafı otomatik olarak problemin bir tarafı ya da parçası haline getiriyorsunuz çözümün değil. Bu aslında iki kişi arasındaki çatışmaya benziyor. Örneğin eşinizle, ortağınızla, dostunuzla bir sorununuz varsa ve bunu çözmek istiyorsanız ama bazı konuları tecrit etmeye karar verirseniz bu sefer sorunun odağına inemezsiniz ve çözemezsiniz. O yüzden tecrit ve cehalet hiç bir zaman sorun çözmemiştir. Olsa olsa belki kısa vadede.
E.Ş: Şimdi bir sonraki soruma geçmek istiyorum. Sizin yaklaşımınızda beni çok heyecanlandıran bir nokta var, o da birbirine bağlı olma konusunu sürekli vurguluyor olmanız. Sizden bir alıntı yapmak istiyorum: Kişi eğlence için müzik yapabilir ama aynı zamanda kişinin müzik yapma sebebi; unsurları, fenomenleri birbirinden farklı şeyler olarak algılamak değil; vuruş,melodi ve armoninin birbirine bağlılığını aramaktır. Şimdi batı dünyasında yükselişte olan İslam korkusu ve Ortadoğu da yükselişte olan antisemitizm e bunun yansımasına bakacak olursak bu ikisinin birbirine bağlı olduğunu söyleyebilir miyiz ve nasıl?
D.B: Sorunuzu İsrail-Filistin çatışmasına indirgeyecek olursak Filistinlilerin isteksizliğini yani işgali kabul etme konusundaki isteksizliğni ve işgale direniş göstermelerini antisemitizm olarak algılamak hatalı. Antisemitizmi Avrupalı anlamıyla yani Avrupalıların anladığı anlamda kullanıyorum. İspanya daki engizisyon ya da Almanya daki Nazilerden farklı bir durum söz konusu Filistin de. Tabi ki şiddet kullanılması Filistinlilerin çıkarlarına uzun vadede aykırı ve kabul edilemez birşey ama bence net olarak ortaya konması gereken birşey var. Filistinlilerin söylediklerinin bir parçası belki de bu. Şöyle diyorlar: Musevilerin bu bölgede yaşama hakkı olabilir olmayabilir bu önemli değil. Dünyanın bu kısmında eğer Museviler yaşayacaklarsa Filistinliler Avrupalıların Musevilere yaptığının bedelini niye ödemek zorunda olsunlar diyorlar.bence bunun meşruiyetini kabul etmek gerekiyor, bunu antisemitizmle karıştırmamak gerekiyor. Avrupa daki antisemitizm gibi değil bu, bunun bir meşruiyeti var. Yüzlerce yıldır aileler çeşitli sebeplerden dolayı bunun sıkıntısını yaşadılar. Aynı zamanda bence şunu da teslim etmek gerekiyor. Eğer Filistinliler, İsrail işgaline hatta bazı durumlarda İsrail in var olmasına direniş gösteriyorsa, bunun Avrupa daki antisemitikler tarfından da istismar edildiğini söylemek mümkün. E.Ş: Sizce bu köktencilikler her iki ülke tarafından da bir anlamda birbirini pekiştiriyor mu yada birbirini doğuruyor mu? D.B: Şimdi sizin sorunuza dolaylı bir şekilde cevap vereyim müsade ederseniz. Bana kalırsa geçtiğimiz 60 yıla bakıldığında çatışmayla ilgili en üzücü konulardan biri şu: İsrailliler ve Filistinliler, İsrailliler ve Filistinliler derken tabi burada olayın vebali daha çok İsrail in omuzlarının üzerinde, çünkü İsrailliler sonuçta egemen bir devlet ve bir ulus.Filistinliler ise henüz egemen bir devlet değil, o nedenle bu işin vebali daha çok İsraillilerin omuzunda diye düşünüyorum.
İsrail-Filistin çatışmasının çözümü şimdiye dek gerçekleşseydi o takdirde bir laik temel oluşacaktı Ortadoğu da. Filistin toplumu Hamas ın iktidara gelmesine kadar yani ocak ayına kadar genel anlamda laik toplum olarak nitelendiriliyordu. Büyük ihtimalle şunu söylemek de doğru;Filistinliler Arap dünyasında doğal olarak ve mantıki olarak en laik toplumdular o tarihe kadar. Şu anda bu sorunun çözülememiş olması, bu çatışmanın giderilememiş olması aslına bakarsanız bu dini boyutu körükledi, yani bu çatışmaya dini boyutu ekledi bir anlamda. Aslında dini boyut sorunun başlangıcında masada yoktu, buna İslam korkusu diyebilirsiniz, İslam fobisi diyebilirsiniz, her ne derseniz deyin yani stratejik açıdan bakılırsa geçtiğimiz 60 yılın en vahim hatalarından birisi de buydu, yani bu soruna bu açıdan yaklaşmamak ve laik bir temelin Ortadoğu da yerleştirilmesi anlamında soruna yaklaşmamak stratejik bir hataydı. Filistinlilerle doğrudan alakası olmayan bir ucu bence sorunun bu.Yani Filistinlilerin kendini demokratik veya dini bir devlet olarak tanımlayamama ya da tanımlayamamış olma durumu İran la paralel olarak. Aslında duruma bakıldığında bu son derece ironik. İran a baktığınız zaman devlet başkanının söyledikleri son derece gülünç aslında tarihi gerçekleri adeta elinin tersiyle itiyor. Ama bir yandan bakılacak olursa İran aslında aynen Filistin gibi dinin demokrasi ile nasıl örtüştüreceği sorununu yaşayıp duruyor. Bence bu son derece ironik bir durum çünkü, her iki ülkede paralel olarak aynı sorunu yaşamaktalar.Her halükarda bana soracak olursanız İsrail-Filistin çatışmasının dini boyutunun çözümü en az aciliyet gerektiren kısmı. E.Ş: Şimdi bu sorudan hareketle; Arafat ın ölümünden sonra son derece çarpıcı bir açıklama yaptınız: Otokrat öldü, bundan sonra düsturumuz şu olmalı; Yaşasın Halklar dediniz.Gördüğüm kadarıyla bazı batılı entelektüellerin görüşünü paylaşmıyorsunuz. Doğulu toplumların ya da Batılı olmayan toplumların demokrasi deneyimi fazla olmadığı için güçlü liderlere ihtiyaçları var görüşü benimseniyordu bildiğiniz gibi. Siz ne düşünüyorsunuz? D.B: Şimdi deneyimden bahsettiniz burda. Ben şöyle demek istiyorum. Ben Filistinli sivil topluma sonuna kadar güveniyorum bu konuda. Açıkcası daha önce Filistin de sivil topluma güvenilmeyeceği ile ilgili çok çeşitli beragatlarda bulunulmuştu.
Ancak daha öncede söylediğim şeyleri aslında tekrarlamak istiyorum. Sivil toplumun laik olması İsrailliler tarafından bir avantaj olarak görülmedi.İsrailliler bu durumun farkına varmadı. Bence İsrail deki bazı eksikliklerden ve boşluklardan kaynaklanıyordu bu. Aslında Filistinliler bu laik yapıya doğal olarak sahip. Bana kalırsa Filistinliler gerçekten laik bir toplum olma konusunda son derece ilerdeler. Ramallah ta ben bunu çok çeşitli şekillerde gördüm. İnsanlar toplumsal adaletle de çok yakından ilgileniyorlar hatta şunu bile söyleyebilirim; Hamas ın geçen ocak ayında iktidara gelmiş olması aslında yolsuzluğa karşı verilen bir mücadelenin sonucuydu ve Filistin toplumunun kokuşmuşluğuna verilen bir tepkiydi. Aslında İsrail e karşı tutumunun bir sonucu değildi bence. Filistin de insanlar sadece İsrail konusuyla hareket ediyormuş gibi düşünülüyor ama Filistinliler pek çok konuda karar veriyorlar. E.Ş: Peki sanatçının rolü konusunda ne düşünüyorsunuz? Sanat ve siyaset farklı diller mi konuşuyor sizce? Sanatçının bu bağlamdaki rolü ne olmalı? Özellikle de sancılı zamanlarda? D.B: Duruma göre değişir. Bazı sanatçılar, sanatın sanat için olması gerektiğini düşünüyorlar ve sanatın dünyadan farklı bir unsur olarak nitelendirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ben buna katılmıyorum. Sanatın herkes için anlamı farklıdır. Bazıları için matematiksel geometrik çizimdir, bazıları için felsefi anlamlar taşımaktadır. Ama her halükarda sanat, kültür, müzik bütün bunların insan yaratımıyla bir alakası olduğunu düşünüyorum. Schumbert, Molais, Mozart, herhangi bir yüzyılda yaşamış sanatçılar aslına bakarsanız profesyonel uzmanlar değillerdi, ama insan durumu insan oluşumuyla ilgili bir şeyler öylemeye çalışan kişilerdi. E.Ş: Spinoza’yla ilgili son bir sorum var. Bildiğim kadarıyla Spinoza yı çok seviyorsunuz. Spinoza’da geçmişte son derece sorgulayan bir kişiydi. Ondan pek çok kişi nefret etti. Bazı toplumlarda aslında sorun çıkaran biri olarak görülmüş ve dışlanmıştı. Kendinizi Spinoza’nın bir destekçisi olarak mı görüyorsunuz ya da bir takipçisi olarak mı ? D.B: Kendimi bu şekilde bir karşılaştırmaya sokmak istemiyorum ama Spinoza’nın düşünce akışının bir takipçisi olarak nitelendirebilirsem kendime şunu söylemem gerekir; Musevi tarihi ve kültürü çok zengindir. Bu geleneğe, bu tarihe ve bu kültüre baktığınız zaman sadece Musevilerle ilgilenen kişiler olduğu gibi daha evrensel düşünceler belirlemiş ve gütmüş olan kişilerde var. Einstein, Spinoza Haine. Bütün bu kişiler bunun yanı sıra pek çok kişi Musevi meselesiyle ilgilenmişlerdir. İş bana gelince ben daha geniş gözlükle bakmayı tercih ediyorum. O nedenle Spinoza’nın burada izole yaşam tarzını seçtiğini söylemiyorsunuz. Hayır. Müzik çünkü insana özgürlük verir. En antisemitik toplumlarda bile Musevi müzisyenler kabul görmüştür eğer iyi müzik yapıyorlarsa. Wagner gibi en önemli antisemitikler bile hayatının sonuna kadar Parsifa gibi en dini unsurlar taşıyan şarkılarını bile seslendirebilmiştir. E.Ş: Şimdi size çocuklarla ilgili bir soru sormak istiyorum, çünkü beni çok ilgilendiren bir konu bu. Çocuk okulları kurdunuz bildiğiniz gibi. D.B: Benim hakkımda ne çok şey biliyorsunuz. E.Ş: Evet aynen öyle. Çok merak ediyorum bir yandan gençlere yatırım yapıyorsunuz özellikle Filistinli gençlere yatırım yapıyorsunuz, diğer taraftan baktığımız zaman köktencilere, özellikle de intihar bombacılarına, bunların çok çok genç olduğunu görüyoruz. Acaba bu çocukları ve gençleri nasıl algılıyorsunuz? Çocuklara baktığınızda masum olarak mı algılıyorsunuz onları, yoksa iktidar güçlerinin onların dünyasını lekelediğini mi düşünüyorsunuz? D.B: Gençler aslında bana öğrenme hevesini ve tazeliğini hatırlatıyorlar ve burada bence yetişkinlerin görevi gençlerin merakını uyandırmak, çünkü merak bildiğiniz gibi öğrenmenin ve ilerlemenin anahtarı. E.Ş: Adward Said’e değinerek son bir soru sormak istiyorum. Adward Said’den neler öğrendiniz çünkü onun farklı disiplinlerde çalışmasını her zaman övgüyle karşıladınız. D.B: Adward Said’den çok şey öğrendim. Adward Said’in hayranlık duyduğum pek çok özelliği vardı. Bunlardan en önde geleni kendisinin ahlaki gücü ve bu konudaki yetkinliğiydi. Bu bildiğiniz gibi satın alabileceğiniz ya da peşinde koşabileceğiniz bir melike değil. Buna ya doğuştan sahip olursunuz ya da bu şerefe erişemezsiniz. Adward Said’de bu ahlaki yetkinlik üst düzeydeydi ve karşısındaki kitle kim olursa olsun Ramallah’da olsun Avrupa’da olsun Tel Aviv’de olsun ne düşünüyorsa söylemekten çekinmezdi. İnanılmaz bir cesareti vardı ve bana büyük ilham kaynağı oldu.
CNNTÜRK
18 Ağustos 2006
|