Elif Şafak, yazarın gelmiş geçmiş edebiyatçılara sorumluluğu olduğunu anlatıyor
“Eseri ölümsüz yapan okurudur”
Yazar Elif Şafak, gelmiş geçmiş tüm yazarlarının hayaletinin tepesinde beklediğini söylüyor; edebiyatı “Başkalarının acısını iliklerine kadar hissetmek” diye tarif ediyor. Şafak’a göre popüler olan eskir, aslolan yazıdır
Nuray Soysal
Elif Şafak, 1997 yılında yazdığı ilk romanı Pinhan ile dikkatleri çekmeyi başardı ve Baba ve Piç’e kadar uzanan yazarlık tarihinde, hemen her kitabıyla, değişik zamanlarda değişik görüşün tepkisiyle karşı karşıya kaldı. Çarpıcı betimlemeleri, kuvvetli cümle yapılarıyla dikkat çeken Elif Şafak, son romanı Baba ve Piç’le “Türklüğe hakaret ettiği” iddiasıyla Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinden yargılandı ve beraat etti. 1971 Strasbourg doğumlu Şafak, yazar olma serüvenini, “Hayal gücümün dünyasını gerçek dünyadan daha çok sevdim” diye özetlerken, önce yazıya sevdalandığını anlatıyor.
Elif Şafak’la edebiyatın sonsuz karakterini konuştuk.
Tempo: Edebiyatın gücü nereden gelir?
Elif Şafak: Edebiyat, tıpkı tasavvuf gibi aşkınlık arayışından beslenir. ‘Ben’in hudutlarını aşma arayışı. Edebiyatın gücü, hudutları bulandırmasından gelir. Sınırları yıkmasından. Hayal ve hakikat, yaşam ve ölüm, ben ve öteki arasındaki hudutları. Sınırları zorlayan kişidir edebiyatçı. Hepimiz doğuştan bir kimliğin, ailenin, dinin, milletin ve cinsiyetin içine doğuyoruz. Edebiyat bu verilmiş kimliğin ötesine geçebilmenin, insanın özüne bakabilmenin yolunu açar bize. Yazarlarla din adamları arasında paralellikler vardır aslında.
Edebiyatın etki alanı nedir?
Edebiyat aynı masada oturup bir ekmeği paylaşmayacak insanları bir araya getirir, buluşturur. Edebiyat, siyasetin giremediği evlerin kapısını çalar ve buyur edilir içeri. İnsanlar arasında köprüler kurar. İnsanın kendi hikayesini anlatması değildir edebiyat, tam tersine, insanın başkası olabilmesidir. Başkasının acısını iliklerinde hissedebilmektir edebiyat.
Edebiyatı hangi temel duyuyla karşılaştırırsınız? Ya da şöyle sorayım isterseniz: Zevk aldığınız bir eseri okuduğunuzda, o zevki anlatırken hangi duyunuzdan söz edersiniz?
İşitmeyle karşılaştırırım. Müzik ve ritim! Yazının bir ritmi var, kendine göre bir akışı ve müziği. Yazarken bunu hep hissederim, müzik hızlanır bazen, derken yavaşlar, o ritim benim için çok önemli. Yazının müziği!
Edebiyat için geçerli olan ‘bereketli topraklar’ diye bir yer var mı?
Edebiyat için ‘bereketli topraklar’ diye bir ayrım yok, edebiyat her yerde yeşerir, her yer bereketli. Ama edebiyatçı için var böyle bir ayırım. Edebiyatçı bazı topraklarda daha rahat, daha sıkıntısız üretir; bazı topraklarda ise hırpalana hırpalana, zor şartlar altında. Bilhassa roman. Dar zamanlarda, yürek sıkıntılarında hikaye yazılır. Ama roman öyle değil. Roman yazabilmek için her şeyden evvel yarına itimadınız olacak. Yarının bugünden daha farklı, daha öte, daha iyi olacağına içten içe inanacaksınız ki yazabilesiniz. Bir romanla, onun karakterleriyle aylarca, hatta senelerce sabırla çalışabileceksiniz. Roman edebi türler arasında en fazla süreklilik ihtiyacı ve geleceğe güven gerektirendir… Romanı ancak ‘yarın’a inanırsan yazabilirsin… İnsanların fikirlerinden ötürü yargılandıkları, farklılığın ayıp olduğu ve sadece şimdinin hâkim olduğu bir atmosferde edebiyatçı nasıl yıpranmaz?
Sizce bu ülke edebiyat için ‘bereketli topraklar’ mı?
Bu ülke muazzam bir ilham kaynağı benim için; ama aynı zamanda çok da yıpratıcı. Bizde ne yazık ki yazar odaklı bir ortam var, yazı odaklı değil. Geçenlerde bir sabah BBC Radyo’daki edebiyat programını dinliyorum. Ne ifade özgürlüğü tartıştıkları ne en temel hak olan insanca, adilce yaşama hakkı. Oturmuşlar, ellerinde çayları, kucaklarında kitapları, bir romanı roman gibi, bir kitabı kitap gibi tartışıyorlar. Kurguyu konuşup, dilsel zenginliklerini yakalayarak, karakterleri tahlil edip bu eserin edebiyat tarihinde nereye düştüğünü açarak… Siyaset değil, komplo teorileri değil, sadece ve sadece, som ve saf edebiyat analizi yapıyorlar. Lükslerini kıskandım açıkçası.
Zihin ve yürek acısı
Sizce edebiyatın insanı dönüştüren bir karakteri var mıdır?
Elbette. Edebiyat, yazarı da okuru da dönüştürür. Bir başkasının hikayesini okumak, onun acısını, sevinçlerini hissedebilmek, insanın yüreğini genişletir. Edebiyat hem zihin hem yürek acısıdır.
Biraz da edebiyatın kalıcı ve sonsuz yanından söz edelim. İki taraftan da okunacak bir sözdür: Söz uçar, yazı kalır. Bu söz, sizin için ne ifade ediyor?
Yazının kalıcılığı geçmiş ve gelecekle başka türlü bir ilişki kurmasına sebep olur yazarın. Gelmiş geçmiş edebiyatçılara karşı sorumluluğu vardır yazarın, onların hayaletleri bekler tepemde ben roman yazarken.
Edebiyatta eskiyen nedir? Kalan nedir?
Edebiyatta eskiyen işin popüler kısmıdır, yani kopan tartışmalar, dedikodular. Ama kitap kalır, kalıcıdır. Aslolan yazıdır. Anlatılan hikayedir. Bir kitabın kalitesidir. O eskimez.
Bir eseri ölümsüz yapan nedir?
Bir eseri ölümsüz yapan onun kıymetini bilen, kitapla baş başa kalan okurdur. Benim ‘yalnız okur’ dediğim, ortalıkta dolanan dedikodulara, saçma sapan tartışmalara zerre kadar aldırmayan, sadece ve sadece kitapla muhatap olan; o esas ve esaslı okurdur bir eserin kıymetini anlayan, onu ölümsüz yapan.
İngilizce yazdığınız için eleştiriler aldınız. Sizce edebiyatın bir dili var mı?
Önceleri Osmanlıca kelimelerle yazdığım için çok eleştirildim, sonra da İngilizce yazdığım için. Oysa bana göre bu işin özüdür aslolan. Özü de şu: Ben harflere sevdalıyım. Tıpkı bir Hurufi gibi harf âşığıyım. Benim için dil, sonsuz bir keşif ve mana deryası. Edebiyatçının her şeyden evvel yazıya, dile karşı sorumluluğu vardır. Dil bir araç değildir, alıp da istediğiniz gibi kullanabileceğiniz. Seveceksin dili, öylesine seveceksin ki emek ve zaman harcayacaksın onun için. Bu temelde edebiyatın bir dili var elbette, ama bu dil güncel tartışmaların ve önyargıların ötesinde.
Yazarken sizi besleyen şeyler neler?
İçimdeki sarkaç. Bir zahiri yanım var, bir batıni. Zıtlıkla barındırırım içimde. Bu diyalektikten besleniyorum. Bu sayede anlattığım karakterlere uzak değilim, onları biliyor, tanıyorum. Diyorlar ki “Neden hep arızalı karakterleri anlatıyorsunuz?” eh ben de arızalıyım da ondan. Ama her insan gibi, her insan kadar.
Melezliğin nimetlerinden, ebrudan söz ediyorsunuz sık sık. Edebiyatta melezliğin olumlu ya da olumsuz yanları var mı?
Edebiyat açısından bakınca melezlik, kozmopolitlik, sentezler, yolculuklar ve kaos muazzam bir gıda. İnsanı besliyor. Yazarın sürekli aynı yerde kalıp kendini tekrar etmesine mani oluyor. Ama şu da var: Bu kaos ve sentez edebiyatı beslerken edebiyatçının kendisini de yıpratıyor, yoruyor içten içe.
Bildiğim kadarıyla dünya tarihinde ilk kez kahramanının sözleri yargılanan bir romanın yazarısınız? Böyle bir dava nasıl bir duyguya tekabül ediyor?
Roman karakterlerimin söyledikleri sözler yüzünden yargılandım. Bir yanıyla sürreal bir durumdu bu, bir yanıyla alabildiğine üzücü, yıpratıcı. Tüm dünyada sanat denildi mi ‘yaratıcılık’ ve ‘farklılık’ gelir akla. Sanat kışkırtır, sorular sordurtur, alışılmışın ötesine geçer. Sinema da bunu yapar, müzik de, edebiyat da… Eğer sanata ve sanatçıya bu özerk alan verilmiyorsa bir toplumda, bütün kültür bundan zarar görür.
Tempo, Sayı 05/1000, 1 Şubat 2007
|