. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Şiire kıyasla roman dilimiz çok güdüktür

 

“Şiire kıyasla roman dilimiz çok güdüktür, şiir muazzamdır!”

 

Çok tartışılan 301. maddenin mağdurlarından biri de yazar Elif Şafak’tı. Şafak, kitapları çok satan ilgi uyandıran bir romancı… Gerek yazdıkları gerekse özel hayatı ile hep gündemde oldu. Son olarak ise Ermeni tehcirine değindiği yeni kitabı “Baba ve Piç” ile çok konuşuldu. Kitapta; Ermeni ve Türk kahramanlarının gözüyle, soykırım sorunu, diaspora Ermenilerinin 1915 olaylarına bakışı ve tabi ki Türklerin tutumu konu ediliyor. Aslında neresinden bakarsanız bakın Elif Şafak elektrikli bir yazar. Biz de onunla edebiyattan siyasete pek çok konuda konuştuk.

Söyleşi: Özgül Apaçe - Aslan Özdemir

 

 

Özgül Apaçe: Elif Hanım bir röportajınızda okumuştum. Şehrin seslerini sevdiğinizi, aslında bir yazar olarak en verimli dönemlerinizin de İstanbul’da Kazancı yokuşunda oturduğunuz yani tam şehrin göbeğinde yaşadığınız dönem olduğunu söylüyordunuz. Şimdi ise burada Kemer Country’de oturuyorsunuz, yani şehrin dışında sessiz ve sakin bir sitede. Bu sizde yazarlıktan uzaklaşma endişesi yaratmıyor mu?

Yani şu anda verim düştü, ama bu mekanla ilgili bir şey değil. Ben buraya geleli birkaç hafta oluyor. Benim hayatımdaki esas değişim bebeğin doğumu oldu. Bebek olunca ister istemez yazıdan uzaklaşma oluyor, dünyanız değişiyor. Zamanınızı, enerjinizi başka şekilde harcamaya başlıyorsunuz. Asıl dönüşüm bu.

 

Pek çok kadın yazar bebeklerini yazıya bir rakip olarak görebiliyorlar zaman zaman…

Ben rakip görmüyorum. Rakip çok güçlü bir kelime, sert bir kelime. Ama bir çelişki olmaması mümkün değil ve erkek yazarların bu çelişkiyi bu kadar derin yaşadıklarını zannetmiyorum. Bebek doğunca her şey değişiyor. Hormonlarınız, kimyasal ve biyolojik dengeniz… Bir de tabi yazı özellikle de roman bencil bir uğraş. Her şeyden önce zamanınızı, enerjinizi tamamen sömüren, içine çekip alan bir uğraş. Roman yazma sürecinde yani kat kat bencilleştiğiniz bir dönemde çocuğa karşı bencilleşemiyorsunuz. Zor bir denge. Başkaları bu süreci nasıl yaşıyor bilmiyorum ama ben bunun kolay bir denge olmadığını düşünüyorum.

 

Şu günlerde yazmayı bıraktınız öyleyse? Bıraktınız mı yani şu ara yazmıyor musunuz?

Bebeğin doğumundan beri roman yazmıyorum ama hiçbir zaman ben zaten düzenli olarak romana günde üç saatini ayıran biri olmadım. Benim bir sarkacım var. Roman başlıyor, tamamen ona adıyorum kendimi. Bittiği zaman da öbür uca savruluyorum. Henüz zaten roman yazma mevsiminde değilim ama başladığım zaman o benim için bir sınav olacak. Hem bebek hem roman yazma mevsimi… Bakalım o sınavdan nasıl geçeceğim, ben de merakla bekliyorum.

 

Tezer Özlü’nün kızıydı yanılmıyorsam yazar bir annenin kızı olmaktan şikayet ediyordu büyüdükten sonra. Annesinin ilgi azlığından muzdaripti. İleride sizin çocuğunuzun da kendini böyle hissetme ihtimali sizi korkutuyor mu? Böyle endişeleriniz var mı?

Var tabii korkularım. Her an kalkıp gidebileceğini bilmek, bir yerde sıfırdan kök salabileceğini bilmek bir yanıyla çok yıpratıcı ama bir yanıyla da beni ayakta tutan bir şeydi. Ben hep böyle yaşadım hayatı. Ama çocuk düzen istiyor. Bu yüzden herkesi mutlu edememe korkusu ve aynı zamanda bebeğe doğru şeyi verememe kaygısı var. Ama açıkçası öğretiyor da aynı zamanda dönüştürüyor da… Ben insanların kendilerini sabit görmemelerinden yanayım. Ömrümüzün mevsimleri var. Bu içinde yaşadığım başka bir mevsim benim için.

 

Sık sık verdiğiniz söyleşilerde Türkiye’nin geçmişiyle bağlarını koparmış bir ülke olduğunu dile getiriyorsunuz. Bunda da dil devriminin çok etkili olduğunu düşünüyorsunuz. Ben de aynı şeyleri düşünüyorum. Ama şunu da merak ediyorum sizce dil devrimi yapılmasaydı farklı mı olurdu?

Alfabe daha teknik bir mesele, ama dili daraltmak, kelimeleri çıkartmak, kelimeleri daha tepeden inme bir şekilde Türkçeleştirmek başka bir süreci başlatır. Bence alfabe değişikliği çok anlamlı. Birçok şeyi de kolaylaştırdı. Ona hiçbir itirazım yok. Bazı şeyleri 1930’ların, 20’lerin kendi konjonktürü ve gereklilikleri içinde açıklayabiliriz, anlamlandırabiliriz. Ama 2007 senesinde halen 1930’daki gibi düşünüyorsan, hareket ediyorsan orada bir sorun var demektir. Benim dikkat edilmesini istediğim şey bugün de bir açılımın yakalanmaması. Yoksa elbette anlıyorum o dönemin kendi akışı içinde birçok adım da en azından anlamlandırılabilir görünüyor. Ama ben kelimelerin kaybıyla beraber milletin çok ciddi bir kültür kaybına uğradığını düşünüyorum. Sadece harfler toplamını kaybetmiyorsun. O kelimenin ifade ettiği anlamı yitiriyorsun mesela onun taşıdığı kültürel birikimi yitiriyorsun ve en önemlisi bizde şöyle bir duygu var: Sanki tarih 1920’lerde başlamış, 1919’da başlamış gibi bir refleksimiz var. Sıfırlayarak bir şeyi inşa etmeyi düşünmek aslında bir toplumun olgunlaşmasını çok geciktirir. Sizden öncekilerden devraldıklarınızın üzerine inşa ederek olgunlaşırsınız. Biz onu kestik, o damarı kestik. Her anlamda eleştirecek çok şey var, ama benim temel eleştirim bugün 1930’lardaki gibi davranmaya çalışmak, yoksa 1930’lardaki süreç değil.

 

Siz tasavvufla ilgilenmenize sebep olarak, kurduğunuz gönül bağınızı gösteriyorsunuz. Benim merak ettiğim tasavvufla bu gönül bağınız nereden kaynaklanıyor? Yani geçmişinize ailenize baktığımızda böyle bir gönül bağı kurulmasını gerektirecek bir durum yok gibi aslında.

Ben daha genel bir şey söylemek istiyorum. Ben Türkiye’nin din konusunda ilgisiz ve bilgisiz olunmasından dolayı çok şey kaybettiğini düşünüyorum. Böyle olmak zorunda değil. Bunun bir sürü örneğini de görüyoruz aslında siyaset tarihinde. Böyle olmayabilirdi. Kendi özelime gelince ben de birçoğumuz gibi son derece laik bir ortamda büyüdüm. Düzenli bir aile yapısı içerisinde büyümedim, ama benim aldığım damarlar, çocukluktan itibaren aldığım damarlarda tasavvuf yok. Dolayısıyla bu benim kendi kendime, el yordamıyla, düşe kalka, yavaş yavaş keşfettiğim bir şey. Keşfettikçe merakımın arttığı, okudukça içine çekildiğim bir okyanus gibi görüyorum tasavvufu. İlk başta entelektüel bir bilgiydi, ama zamanla gönülden bir yakınlığım olduğunu fark ettim. Yani sadece akli bir şey değil.

 

Zaten akli bir şey olduğunu düşünmemiştim. Bu gönül bağının sizin içinizde muhakkak tekabül ettiği bir yer vardır… O yeri öğrenmeye çalışıyordum.

Bu nasıl açıklanır bilmiyorum. Bu varsa var, yoksa yoktur. Bence bu insanın kendi kendine hedef edinerek yapabileceği bir şey değil. Ben de şimdi şu konuya ilgi duyayım diye bir şey olmaz, öyle bir ihtiyaç varsa, öyle bir ruhsal dönüşüm varsa içinde seni o noktaya getirir. Hakikaten o biraz mayayla ve geçirdiğin iç yolculukla ilgili… Benim okudukça ilgim arttı. Ben tasavvufu tek bir yol tek bir mecra gibi de algılamıyorum. Ben çok kapılı bir harita gibi algılıyorum. Bir şeyi seviyorum, o da Allah için çarpan ne kadar kalp varsa o kadar yol vardır anlamına gelen bir söz vardır, ben bu yaklaşımı seviyorum. O çoğulluk içinde benim de kendimce bir yolum var…

 

Türkiye’deki siyasetin Kemalistler ve İslamcılar arasında sıkışıp kaldığını sık sık dile getiriyorsunuz. Kemalistler tarihi mirasın büyük bir bölümünü reddediyor, İslamcılar ise buna tepki olarak doğru yanlış her şeyi sahipleniyor diyorsunuz. Peki siz nerede duruyorsunuz?

Ben iki eğilimin içinde de hissetmiyorum kendimi. Bunun adını ne koyacağız? Üçüncü bir yol mu diyeceğiz, doksan dokuzuncu yol mu diyeceğiz? Bir öte yol açmak gerektiğine inanıyorum. Biri dünyayı soldan okuyabilir ama aynı zamanda da din felsefesine ilgi duyabilir, dinler tarihine ilgi duyabilir. Hatta yaradılışa dair sorular sorabilir, bunları önemseyebilir. Yani ben burada bir çelişki görmüyorum. Hatta o sentezin kendisini çok yapıcı buluyorum. Ben kendi durduğum yere tam bir isim vermedim ama bazen öte yol diyorum. O kutuplaşmanın ötesinden açılan bir yol. Çünkü bizler aslında kendi dönemimizin, kültürümüzün ürünleriyiz. Belki benim edebiyatta sorduğum soruları bir başkası müzikte sormaya çalışıyor. Bir başkası akademide konuya atıfta bulunuyor. Çok enteresan çalışmalar çıkmaya başladı Türkiye’de. Bu zamanda, bu mekanda bir kırılma da yaşanıyor. Ben mesela çok komik bir örnek vereyim. Daha genç neslin Osmanlıca öğrenme konusunda çok daha istekli olduğunu ve kelimelere yeniden sahiplenmeye daha meyyal olduğunu gözlemledim. Bu ilginç geliyor bana. Sadece ben değilim. Belki ben de bir dönüşümün parçasıyım o anlamda.

 

Bir de şöyle bir tanımlamanız var; yazarları “tepeden yazanlar” ve “içerden yazanlar” diye ikiye ayırıyorsunuz. Herhalde kendinizi içerden yazanlara koyuyorsunuz? İçerden yazanlara da aslında örnekler veriyorsunuz: Sevgi Soysal, Leyla Erbil, İhsan Oktay Anar gibi. Peki sizce tepeden yazanlar kimler? Örnek verebilir misiniz?

Yok, onlara örnek vermem. O zülfiyare dokunuyor.

 

Peki tepeden yazmak ne demek?

Tepeden yazmak bizde eski bir gelenek aslında. Osmanlının son dönemlerinden itibaren bunu takip edebiliyoruz. Bir de bizde şöyle bir şey var; okura inmek, halka inmek diye tabir edilen. O senden sanki daha az bilen bir yerde duruyor, sen daha çok şey biliyorsun ve emin olmaya çalışıyor yazar karşısındakinin kendisini anlayacağından. Namık Kemal’de vardır bu üslup. Parantez açarak açıklar mesela, “aman okur yanlış anlama öyle demiyorum böyle diyorum” diye. Okura sürekli bir güvensizlik vardır. Bu neden kaynaklanıyor? Ben daha etkiliyim, ben daha batılılaşmış biriyim, karşımdaki insanın seviyesi benden daha az ve dolayısıyla aman dilimi sadeleştireyim diye bir düşünce var. Bizde roman dilinin fazla gelişmemiş olmasının bir sebebi de budur bence. Şiire kıyasla çok güdüktür bizim roman dilimiz, şiir muazzamdır bence. Besleniyorum ben de şiir geleneğinden, ama roman dili çok güdüktür onunla kıyaslanırsa. İşte bir sebebi de bu tepeden bakma hadisesidir. Bir misyonla yazdığına inanmak… Misyonla yazdığını düşünürsen de mesajım alınsın diye düşünürsün. Karşıdakini kendinden aşağıda bir yere koyuyorsan o zaman dili mümkün mertebe basitleştiriyorsun. Bu çok eski bir gelenek yani bence.

 

Son kitabınızı okurken aklıma takılan bir şey var. “Benim temel derdim üç senedir hafıza meselesi” diyorsunuz. Neden hafıza meselesi sizin temel derdiniz? Ayrıca bir bağ kurmak istiyorum aslında. Nuriye Akman’a verdiğiniz röportajda babanızla ve geçmişinizle ilgili konulardan söz açıldığında siz yine hafıza meselesine getiriyorsunuz konuyu. Yani son kitabınız “Baba ve Piç” aslında bu hafıza takıntısından ortaya çıkmış olabilir mi?

Evet böyle bir bağ kurmak doğru. İnsanlar zannediyorlar ki ben “Baba ve Piç”i çok büyük amaçlarla oturup yazmaya başladım, kafamda büyük sorularla. Benim için çok basit, yaşamsal temel bir sorudan yola çıktım ben. Eğer geçmiş hüzünlüyse, acılıysa bilmek mi daha iyi, bilmemek mi daha iyi sorusundan. Hafıza sahibi olmak mı daha iyi, yoksa tam tersine geçmişi geride bırakıp önüne bakmak, işine bakmak, geleceğe odaklanmak mı? Ben bunun çok kolay bir soru olmadığını düşünüyorum; bireyler için de toplumlar için de. Nitekim Baba ve Piç’te de zaten aman bu sorunun cevabı bu olmalıdır diye bir yanıt vermiyor. İki ayrı cevap var buna verilebilecek. Bunları biraz karşılaştırmak, tartışmak istedim. Ben hafızanın gerekli olduğunu düşünüyorum, ama bu kendi hayat hikayemden de yola çıkarak önemsediğim, umursadığım bir ikilem. Bunun muhakkak benim çocukluğumla çok ilgisi var. Çünkü bende baba kelimesinin karşılığı bir boşluk. Şimdi onu doldurmaya çalışmak mı daha iyi, yoksa… Sadece o değil tabii başka şeyler de var. Kendi çocukluğumu ne zaman düşünsem ben mutsuz oluyorum ben. Mutlu hiçbir şey gelmiyor aklıma, çok az yani. Bunları düşünmek insanı daha mı sağlıklı kılar, yoksa dediğim gibi tamamen hiç düşünmemek, önüne bakmak, işine bakmak mı?.. Demek kendi kendime de sorduğum bir soruymuş ki bu kitaba da bu soru daha kolektif bir düzeyde yerleşti… Yani Türkler ve Ermeniler meselesi…

 

Peki siz cevap verebildiniz mi?

Cevap verdim, veriyorum. Bence geçmiş bilincine sahip olmak gerekli. Ama bunu yaparken de geçmişin tutsağı olmamak çok önemli. Biraz Bektaşi’nin cevabı gibi. Asıl olan bu an. Ama bu anı öyle tanımlıyor ki içinde geleceği de barındırıyor, geçmişi de barındırıyor. O dem benim bulabildiğim tek çözüm kendim için.

 

Muhakkak sorulmuştur bu soru ama ben kaçırmış olabilirim, Baba ve Piç’te daha çok diaspora Ermenilerinin bakışı yansıtılmış gibi… Siz bir denge gözettiniz mi? Yoksa Amerika’da daha çok onlarla vakit geçirdiğiniz için ya da Türkler diasporayı daha iyi anlasınlar diye mi ağırlıklı olarak diaspora Ermenileri konuşuyor kitapta?

Bu tartışmalarda gözden kaçan bir şey var bence. Roman tekil olanın hikayesini anlatır. Bireyi anlatır ya da bireyleri… Böyle büyük genellemelerin, kallavi toplumların/toplulukların hikayesini anlatmaz. Makronun hikayesi değildir roman. Dolayısıyla ben orda Asya’yı anlattığımda Türk kızları böyledir demiyorum. Ben Asya’ya böyle diyorum. Armanuş’u anlattığımda diasporadaki bütün Ermeni kızları böyle yaşar, böyle düşünür demiyorum. Bu çok ciddi bir kırılma noktası. Benim kahramanlarımı bir şeyin temsilcisi olarak görüyorlar. Öyle baktıkları zaman da yaftalıyorlar.

 

Ama sonuçta kitapta sık sık tekrar edilen bir nokta var. Ermeniler hâlâ tarihte yaşıyorlar, Türklerin pek çoğu ise o günleri hatırlamıyorlar bile… Kahramanlar böyle büyük büyük konuşunca ve bu kadar da hassas bir konu olunca böyle düşünülmesi normal değilse bile anlaşılabilir aslında.

Genelleme ararsak eğer başka türlü bir denge bulmaya çalışırız. Bundan bu kadar konmuş, bundan da bu kadar konmalı. Öyle bir şey yok. Orada bir hikaye anlatılıyor. Belki yarın bu konuda gene bir şey yazacağım, bu sefer başka bir karakter ağırlık kazanacak. Ama tekilin hikayesi olduğunu bence akılda tutmak lazım. Fakat sorunuzun bir başka boyutu var bence. Biz biliyor muyuz diaspora Ermenilerini? Çok fazla bilmiyoruz yani. Bence bu açıdan bakmak da önemli…

 

Evet tabi ama yazarın romanına nasıl birini kahraman olarak seçtiği de önemli ve belirleyici bence. Türklerin bu konuyu çok bilmemesi söyleşinin başında da konuştuğumuz gibi geçmişten kopma ile ilgili aslında. Siz mesela bu kitabı yazmadan önce 1915 olayları hakkında neler yazılmış diye okudunuz mu? Bu konuya değinen romanlar var mı mesela?

Tuhaf olan da bu zaten. Türk Edebiyatında bu konuda bir tutukluk var. Çok ilginç bir şey. Çünkü bizde edebiyat ve sanat genelde her şeye rağmen, baskıların en yoğunlaştığı dönemlerde dahi muhalif damarını hiç kaybetmemiş ve her zaman bir özerkliği barındırmış bünyesinde. Nasıl oluyor da kendine bu kadar eleştirel bakabilen bir alan -edebiyat gibi- 1915 konusunda bu kadar sessiz kalabildi? Örnekleri yok mu? Var, tabii. Ama çok sınırlı. Başta Nazım Hikmet’in olmak üzere birçok yerde şiirdi, hikayeydi, geçiyor 1915 olayları, referanslar var, atıflar var. Ama romanda var diyemem. Değinen var ama büyüteç altına alan yok.

 

Sizce neden peki?

Hakikaten başlı başına bir düşünme konusu olduğuna inanıyorum bunun. Bizdeki o genel sessizlikle de çok ilintili.

 

Başka bir konuya geçersek, bir röportajınızda kadınlar arasında çatışmanın daha çetin yaşandığını, sağcı, solcu, Kemalist, İslamcı kadınların bir araya gelip konuşamadıklarını söylüyorsunuz. Bunun sebebi ne olabilir sizce?

Zaten her türlü çatışma kadınlar arasında bence keskin yaşanıyor; politik düzeyde de bireysel düzeyde de. Bir kere çok genel anlamda baktığımızda hepimiz erkekler dünyasında var oluyoruz. Ve birçok kadında bunun izlerini görüyorum ben. Ödediği bedellerin o kadar bilincinde ki, bu onu kendi kız kardeşlerine karşı daha anlayışlı kılacağı yerde tam tersine daha anlayışsız yapıyor. Ben çektim o da çeksin diyor. Ben bu refleksi çok gördüm. Başka düzlemlerde de gördüm, mesela çok küçük bir örnek vereyim. Benim annem 1970’lerde boşanırken, çok kapalı dar bir çevrede, onun kendi mutsuz evliliğini sonlandırmasını engellemeye çalışanlar, en çok yine etrafımızdaki kadınlardı. Onlar istemedi. Birçoğunun da kendi evlilikleri çok mutsuzdu oysa. Yani bunları biz çok yapıyoruz. Daha makro düzeyde de ataerkil sistemde yaşamakla çok ilintili bir şey, ama onun da ötesinde özellikle bu konuda kadınlar bence kendilerinden alınmış bir hak gibi yani kişiselleştirerek veriyorlar tepkiyi. Bakıyor işte türbanlı bir kadın ve o kadın iktidara geldiğinde kendisini de ona benzeteceğini düşünüyor. Daha derin daha başka bir yerden, daha psikolojik bir tepki veriyor. Nankörlükle suçluyor onu. Atatürk’e karşı yeterince minnet duygusu beslememekle suçluyor onu. İşin içine psikolojik etkenlerin girdiğini düşünüyorum. Ben bunu çok gözlemledim, özellikle üniversitede. Siyaset bilimi, sosyoloji gibi toplumu analiz eden dallardaki kadın Kemalist akademisyenlerin türbanlı kız öğrencilere karşı bu kadar tepeden bakmaları, bu kadar küstahça bakmaları beni hep rahatsız etti. Bence bu işin çözümü de böyle değil.

 

Yeni kuşak türbanlı genç kızların hikayesinin anlatıldığı ya da en azından değinildiği bir kitap yazmayı düşünüyor musunuz?

Olabilir, ama bunu benden daha iyi yapan insanlar var. Sonra o çevrelerin kendi içinden de kendi edebiyatçıları çıktı, çıkıyor. İlginç şeyler yazılıyor, üretiliyor. Onları takip ediyorum. Ben de bir gün yazabilirim ama şu anda değil.

 

Sizin özellikle bir röportajınızı, Nuriye Akman’la yaptığınız röportajı okurken şöyle düşünmüştüm; bu kadar ayrıntılı bir şekilde kendi özel hayatını, babasını anlatması onu rahatsız etmiyor mu acaba? Rahatsızlık hissetmediniz mi bunları konuşmaktan? Çünkü öyle şeyler var ki röportajda, mesela İzmir’e gittim, babam beni evine çağırdı, ben gitmedim falan diye…

Aslında bence tam tersine, saklanmanın en iyi yolu bildiğiniz ve istediğiniz bir yanınızı görünür kılmaktır. Bu sizin daha rahat saklanmanızı sağlar. Çünkü öyle bir noktaya geliyor ki, medya zaten sürekli soru soruyor. Bizde zaten çok yazar odaklı tartışmalar, konuşmalar. Durum böyle olunca yazarın geçmişine, ailesine, annesine, babasına, çocuklarına dair de sorular geliyor. Yani hiçbir cevap vermezseniz o boşlukları kendileri dolduruyorlar. Ama siz belli bir noktaya kadar cevap verip, gerisini tutarsanız -ben bunu yaptığıma inanıyorum- o zaman orda duruyor tartışmalar. Aslında size ironik gelebilir ama ben mahremiyete çok inanan bir bireyim. Belli bir yere kadar konuştuğum şeyler var, zinhar anlatmayacağım çok daha fazla şey var onun arkasında.

 

Aynı söyleşide babanızı affetmediğinizi de söylüyorsunuz. Oysa affedici olmak hep yüceltilir…

Amerikan toplumunda beni en çok rahatsız eden şeylerden biri “aşmak” meselesiydi. Her türlü şeyi aşmak istenirdi, diyelim başına bir şey geldi; bir hastalık, seni çok mutsuz eden bir olay… onu aş, onu geride bırak. Sistem sürekli bunu körüklüyor. Oysa bence bazı şeyleri tamamen hiçbir zaman aşamazsınız. Onun sende izi kalır. Aksini iddia etmek bence rol yapmak demektir, ama bu demek değil ki orda saplanıp kalacaksınız. Sadece bunun bende izi var diyebilmek de önemli bence. Bu bir yara ve geçmiyor diyebilmek. Yok mu vücutlarımızda öyle yara izleri? Geçmiyor işte, istediğin kremi kullan. Bu da onun gibi bir şey. Onun izinin kaldığını söylemek başka bir şey orada saplanıp kalmak başka bir şey. Ben “mış” gibi yapmayı sevmiyorum. Herkesi de sevmeyelim. O kadar rahman ve rahim değiliz zaten. Onlar bizim sıfatlarımız değil.

 

Bir de siz babalarının kızları çabucak kocalarının eşlerine dönüşebilir oysa annelerinin kızları kolay kolay dönüşemez diyorsunuz. Artık siz de evlisiniz, sizde bu dönüşüm ne aşamada?

Dönüşemedim tabii. Ben zaten bu toplumun kriterlerine göre geç evlenen biriyim. Evliliğe her zaman belli bir çekinceyle yaklaştım ve o hep devam ediyor. Evlendikten sonra da insan evlilik kurumuna karşı eleştirel olabilir. Belli şeyleri en azından gördüğü hataları yapmamaya çalışabilir. Ona dikkat etmeye çalışıyorum. Bir de ben evlendim, yine gittim Amerika’ya. Berlin’de evlendik. Ben bir süre sonra yine Arizona’ya gittim, geldim, tekrar gittim. Evlilik benim göçebeliğimi, hareketliliğimi engelleyen, üstüme vantuz gibi kapanan bir kurum, bir yapı olmadı. Ben zaten böyle bir yapıdan hoşlanan biri değilim. Dolayısıyla biz öyle bir dengeyi tutturduk. Ama tabii bebek başka.

 

“Araf” kavramı sizin için çok önemli, aynı adlı bir kitabınız da var zaten ama son kitabınızda da sık sık bu sözcük üzerinde dönüyorsunuz. “Araf benim için geçici bir hal değil bir yaşam tarzı” dediğinizi duymuştum. Nasıl bir yaşam tarzı bu?

Ben bunu hep hissettim galiba. Nereye gidersem gideyim geçmeyen bir yabancılık duygusu. Mesela İstanbul’a çok bağlı hissediyorum kendimi, ama bir yanıyla da bir yabancılık var. Ama bu hep vardı. Nereye gidersem gideyim değişmeyen, benle beraber gelen bir şey. Bu aslında bence sanat için verimli bir diyar; o Araf dediğimiz yer yani. Eşikte olma, o arada kalma hali. Ama yıpratıcı bir şey de aynı zamanda. Çünkü bir yere ait olmak fikri güven duygusu verir, süreklilik duygusu verir, emin olursunuz. Daha az tedirgin olursunuz, ama ben öyle biri değilim. Ben edebiyatımın bundan çok beslendiğine inanıyorum, ama biraz yıpranıyorum da bu özellikten.

 

Bir de sizin kitaplarınıza şöyle bir baktığımızda şişman bir kadının hayatı, çift cinsiyetli bir karakter gibi kendi hayatınıza uzak gibi duran kahramanlar yarattığınız görülüyor. Öyle mi yoksa bizim göremediğimiz bir yakınlık mı var aranızda?

Aslında bana uzak değil onlar. Kisvede uzak, ilk bakışta uzak ama özünde değil. Ben şuna çok inanıyorum: Edebiyat insanın kendi kendisini anlatması demek değil bence. Benim özelliklerim şunlar şunlar, kendine göre bir tanım yapacaksın belki, ben bu özelliklere sahip olanların hikayesini anlatmalıyım demek değil bence edebiyat. Tam tersine, olmadığın şeyi hissedebilmek, olmadığın insana ulaşabilmek, kendi hudutlarının dışına çıkmak edebiyat. Edebiyat ben olmaktan çıkmak zorunluluğu getiriyor bence. Onun için bütün kitaplarımda ben olmayan şeylerin hikayesini yazdım, ama alttan alta muhakkak bir ruhsal ilinti var tabi…

 

Son günlerde Türk Edebiyatı’nın medyanın denetimi altına girdiğine dair eleştiriler yapılıyor. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Edebiyat medyanın güdümüne girdi denebilir mi?

E tabii… Yani eskiden medya bu kadar belirleyici değildi edebiyat dünyasında. Şimdi çok iç içe geçmiş durumdalar. Bunun avantajları da var. Bir kere ben yazar sayısının çoğalmasının, yayınevi sayısının ve kitap sayısının artmasının kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bundan çok şikayetçi olan edebiyatçılar tanıyorum. “Herkes de yazıyor” gibi tepki veriyorlar. Bence yazsın insanlar. Ha, kimi bir kitap yazar, kimi daha uzun soluklu olarak görür, ama yazsın herkes. Bu bir alansa bunun genişlemesi hepimizin yararına. Kitap yazan da çoğalıyor, okuyan da çoğalıyor, basılan kitap sayısı da… Bunda medyanın da etkisi var… Bu medya edebiyat ilişkisinin çok içli dışlı olmasının kötü yanı ise çok fazla yazara odaklanılıyor olması. Çok fazla kişiler göz önünde. Ama benim ihtiyacım olan şey edebiyat eleştirisi. Gönül istiyor ki kitaplar konuşulsun. Keşke medya yazara gösterdiği ilgiyi kitabın kendisine, eserin kendisine gösterse.

 

Bir de mesela ben hep sizin kitaplarınızı okurken acaba hayran olduğu yazarlar kimlerdir diye merak ediyorum. Tanpınar’ı sevdiğinizi biliyoruz ama başka isimler yok mu?

Sevgi Soysal’ı çok severim. Ben Peyami Safa’yı da, onun karamsarlığını severim. Farklı insanları, farklı sebeplerle okurum. Refik Halit Karay’ı mesela dilini çok sevdiğim için okurum. Necip Fazıl’ı okurum. Nazım Hikmet’i de çok severim. Ama ikisini çok farklı sebeplerle severim. Onun için çok eklektik benim okuma alışkanlığım.

 

Bir dönemin Türk edebiyat dünyası düşünüldüğünde birbirleriyle sıkı dost olan, birlikte vakit geçiren, ayrı kaldıklarında mektuplaşan isimler var. Örneğin Orhan Kemal’le Edip Cansever gibi… Şimdi ise edebiyat çevrelerinde böyle sıkı dostluklara pek rağbet edilmiyor galiba. Sizin mesela var mı böyle bir edebiyat çevreniz, takıldığınız kahvehaneler, birlikte sohbet edip kahve içtiğiniz kafeler falan?

Şimdi böyle bir şey yok. Zaten farklı bir dönemde yaşıyoruz. Ben mesela edebiyatçılarda şunu çok gözlemliyorum: Kendi köşesine çekilmek, kendi kozasına çekilmek, oradan üretmek. Biraz daha bireyselleştik o anlamda. Ama benim kendi özelimde çok güvendiğim ve fikirlerine çok saygı duyduğum, belki benzer fikir seyahatlerinde bulunduğum entelijansiyadan insanlar var. İlla edebiyatçı değil de entelektüel gördüğüm insanlar var. O diyalogu önemsiyorum. Ama illa da edebiyatçı olması gerekmiyor. Dostlarım arasında çok az. Konuştuğumuz sebeplerden ötürü zor da bu…

 

Bu zorlukta sık sık sözü geçen edebiyatçı kıskançlığının payı büyük herhalde. Sizce bu kıskançlığın sebebi ne ve tüm dünyada durum bu mudur?

Bizde başka bir boyutta yaşanıyor. Çok daha ham ve daha sert yaşanıyor. Her yerde, her ülkede vardır bu kıskançlık. Özellikle belli bir kültürel elit içinde insanlar birbirini sevmez, ama bizdeki başka bir şey. Bence bunun bir sebebi entelijansiyanın İstanbul merkezli olması yani hareketsiz olması diye düşünüyorum. İstanbul’da dahi birkaç tarzdan ibarettir yaşam çevreleri. Dar bir alan paylaşıyoruz. O dar alanda öyle bir şey oluşmuş ki sanki başkasının başarısı sizden çalınmış bir hak gibi görülüyor. Bir başkası para kazandığında filancanın cebinden alınmış gibi o para. Öyle tepki veriyor insanlar. Kolektif üretimden haz almıyoruz. Ortak bir şeyler yapabileceğimiz fikri, ortak bir işte buluşabileceğimiz fikri çok yerleşmiş değil. Coğrafi hareketliliğin olmaması birçok şeyi baltalıyor, pek çok şeyin önünü kesiyor diye düşünüyorum.

 

Genç yazarlar bu kıskançlıktan daha çok muzdarip oluyorlardır herhalde, size nasıl yansımıştı ilk dönemlerinizde?

Ben eskiden çok etkilenirdim. Çünkü bakıyorsunuz nahoş yazılar çıkıyor, nahoş laflar dolaşıyor. İnsanın ağırına gidiyor, açıklamak istiyorsunuz, doğrusunu göstermek istiyorsunuz. Ama sonra zamanla fark ettim ki, bu ülkede -bence çok büyük bir ironi bu- sıradan okuyucu diye tanımlanan bir kesim var -varsa öyle bir kesim tabi- ve o kesim elitin çok daha ilerisinde. Elit kendi tepkilerinde bence çok daha muhafazakar, çok daha kapalı, çok daha tutucu olabiliyor. Yani bize daha aydın, daha okumuş görünen kesim aslında değişime daha kapalıdır. Elit kendi iktidarını kaybetmek istemiyor. Okur kitabı eline aldığı zaman doğrudan kitapla muhatap oluyor. Kitabı seviyorsa seviyor. Onu alıyor arkadaşına hediye ediyor. Yaş gününde bir başkasına hediye ediyor. Onun derdi yazarla değil. Kitabı sevmiyorsa da zinhar sen o insana o kitabı okutamazsın. Sevmiyorsa kaldırıyor kenara koyuyor. Ben bu ilişkiyi çok seviyorum ve çok saygı duyuyorum, çok dolaysız bir ilişki. Ama elit kesim için öyle değil. O yazarla kuruyor ilişkisini. Yazarı seviyor veya sevmiyor, yazarın yandaşı oluyor veya karşıtı oluyor. Eğer karşıtıysa, onun yazdığı hiçbir şeyi okumuyor. Yandaşıysa da tam tersine çok yüceltiyor. Bu çok sağlıksız bir ilişki. Ben büyütecin altında yazının olması gerektiğine inanıyorum. Yazarın kişiliğinden, görüntüsünden, cinsiyetinden falan dem vurmak bana çok anlamsız geliyor. Okurun kurduğu ilişkiye ben daha çok saygı duyuyorum.

 

Baba ve Piç’te sık sık Milan Kundera’nın adı geçiyor. Hatta bir de kafe’si var. Özellikle sevdiğiniz önem verdiğiniz bir yazar mıdır?

Kundera sevdiğim bir yazar. Çok büyük bir Kundera hayranlığım yok, ama demek ki o kitabı yazdığım dönemde yolum çok kesişmiş Kundera’nın kitaplarıyla…

 

Baba ve Piç’te çok hoşuma giden satırlar var. O satırlarda birçok insandan esirgenen bir kabiliyetten söz ediyorsunuz. Bu kabiliyet, bir başka insanı kendinden daha fazla sevebilme kabiliyeti… Siz hiç böyle birisi ile tanıştınız mı? Yoksa hayal ürünü mü?

Böyle birilerini tanıyorum evet. Başka bir insanı kendinden daha fazla sevebilme kabiliyetiyle donanmış insanlar tanıdım. Çok azlar ama varlar… Ben pek öyle değilim ama.

 

Aslan Özdemir: Neden İngilizce yazıyorsunuz? Biliyoruz bu soru size çok soruldu, hatta bizim dergimizde de bununla ilgili eleştiriler olmuştu. Renk olsun, egzersiz olsun, ya da hatta birileri bana bu soruyu sorsun diye yazmıyorsunuz herhalde?

Ben dile çok açık bir insanım ve benim kitaplarımı okuyanlar da bilirler ki dil benim için bir araç değil. Ben onu çatal bıçak gibi benim dışımda kullandığım bir enstrüman gibi görmüyorum. Ben dilin içine giriyorum. Dille beraber yaşıyorum. Çoğu zaman da dil benim ana rehberim. Benim Osmanlıcaya duyduğum ilgiyle İngilizce yazmaya başlamam arasında köprüler var. Bence bu pek görülmüyor. Her ikisinde de, konuştuğum dilin ötesine nasıl ulaşabilirim, nasıl dönüştürebilirim? Beynimin kullanmadığım kapılarını nasıl açabilirim? Böyle endişeler var. Benim için bir yolculuk bu. Bir edebiyatçı için bence müthiş bir serüven bir başka dilde kendini ifade etmeye çalışmak. Çünkü bilmediğin başka yanların ortaya çıkıyor ve sadece öbür dili değil kendi dilinizi de daha iyi tanımaya başlıyorsunuz. Bugün benim eğer Türkçem övülüyorsa, kitaplarımda kullandığım dil çok zengin addediliyorsa ben bunu aslında yer yer Türkçeden kopmuş olmama ve her dönüşümde Türkçeyi yeniden başka bir kulakla, başka bir gözle değerlendirmeme borçluyum. Ben küçüklüğümden beri hep şunu yaşadım: Dil çalışmak zorunda hissettim kendimi; Türkçe de çalışırım ben, İngilizce de çalışırım. Dile hep bir enerji sarf ediyorum, zaman sarf ediyorum. Büyük bir sevdam var dile. Ben bunu İngilizce, Türkçe diye bloklara ayırmıyorum. Hepsinin özünde harf var. Harf benim için kutsal. Bu verilen bir kararla yapılabilecek bir şey değil. Böyle bir dürtün varsa, geliyorsa o yolculuk ben giderim o tarafa. Keşke Rusçada da kendimi ifade edebilsem. Biz bu konuda çok kapalı bir hale geldik. Oysa Osmanlının son döneminde ve Cumhuriyet’in erken döneminde bizim yazarlarımız özellikle kadın yazarlarımız -gayrimüslimler dahil- birden fazla dilde kendilerini ifade ediyorlardı ve bu iyi bir şey olarak görülüyordu. Bir bakıyorsun hem Türkçe hem Fransızca yazıyor. Bunları olabilir kabul eden esnek bir yapımız vardı. Niye bu kadar daraldık onu anlamıyorum, ama beni bu konuda ne kadar eleştirirlerse de vazgeçmek istemiyorum.

 

Bu eleştirilerin siyasi bir boyutu da var kuşkusuz. Yani demek istediğim konuşmanın seyrinin daha çok yazarlığınız, romancılığınız olması gerekirken biz daha çok memleket meselesi üzerine söyleşiyoruz. Siz bir yerde bu ülkede sanatçıların apolitik olmak gibi bir lüksü olmadığını söylemiştiniz daha önce. Türk sanatçısının kaderi mi politik olmak?

Türk sanatçısının kaderi bu. Türkiye bence çok politikleştiriyor insanı. Bizdeki yapı bu. Ali Bayramoğlu’nun çok sevdiğim bir sözü vardır: “Bir gün uyanırsın kelebeklerle çiçeklerle ilgili yazı yazmak istiyorsundur ve bir şey olur, seni ciddi bir şekilde tekrar ülkenin kaderiyle ilgili düşünmeye zorlar.” diye. O anlamda yazan herkesi politikleştiren bir dokusu var Türkiye’nin, sadece edebiyat da değil. Ama edebiyata biçilen bir işlev var. Belki o anlamda biz Rusya’ya daha yakınız Batıdan. Avrupa’dan çok Rus modernleşmesine daha yakınız. Özellikle romancıya. Yurtdışında söyleşilerde edebiyat konuşuyoruz, sanat konuşuyoruz burada daha çok politika konuşuyoruz. Tutkuyla bağlıyız siyasete. Siyaset konuşmayı seviyoruz. Bu o kadar kötü bir şey değil aslında. Bir yanıyla iyi de bir şey. Toplumu daha devingen, daha dinamik tutuyor. Ben apolitik olunmasından yana değilim zaten. O anlamda bizdeki durumu eleştirmiyorum, ama sanat da aynı ağırlıkta konuşulabilse keşke…

 

Orhan Pamuk’un söyledikleri kadar edebiyatıyla da ilgilensek, Elif Şafak’ın açıklamalarından önce edebiyatını da bilsek mesela… Edebiyat da konuşulsun.

Edebiyat da konuşulsun elbette. Aynen katılıyorum. Zaten yazarı besleyen de o. Diğerlerinden beslenmiyorsun ki. Benim ihtiyacım olan şey benim yazımın eleştirilmesi; pozitif ya da negatif. Ben ondan öğreniyorum. O bana bir şeyler katacak. Öbürü tamamen kişilere odaklanmak…

 

Orhan Pamuk’un Nobel kazanmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Çok olumlu şeyler düşünüyorum. Bir kere Türkiye’de dönen tartışmaların bir kısmından çok rahatsızlık duyuyorum. Çok da büyük haksızlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü Orhan Pamuk sonuçta yıllarını edebiyata vermiş bir insan ve arkasında da bir külliyat var. Ben çok sevindim. Bu ödülü almasının onun için çok sevindirici bir şey olduğunu düşünüyorum ve bizler için Türk Edebiyatı için edebiyatçılar için genel anlamda Türkiye’deki kültür için çok sevindirici bir şey. Bana haksızlık gibi geliyor bir insanın edebi birikimini göz ardı edip tamamen yine siyaset konuşmak… Ben çok sevinçle karşıladım.

 

 

Kaçak Yayın, Sayı 44, Şubat 2007

 

 

İzlenme : 6862
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us