. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Oh be! Sonunda loğusa cinlerinden kurtuldum


Eğer kadınsanız ya da karınızın doğumdan sonra neler yaşadığını merak eden bir erkekseniz, Elif Şafak’ın "Siyah Süt"ünü mutlaka okumalısınız. Elinizden düşüremeyeceksiniz. Garanti ediyorum. Cırt diye okunuyor, vay be olunuyor. Bir sürü kadın, kendi yaşadıklarını görecek bu kitapta. Bir sürü kadın da bir sürü yerine itiraz edecek. Çünkü Şafak, insanlığın ortak bir eylemini, anne olmayı ve bir kadın yazarın, anne olduktan sonra loğusa cinleriyle nasıl boğuştuğunu anlatıyor...

HAMİŞ:
Kitabın sürprizlerinden biri de, yazarın içindeki 6 parmak kadının, Latif Demirci’nin müthiş çizgileriyle karikatürize edilmiş olması... O kadar şirinler ki...

Tebrik ediyorum. Müthiş bir kitap. Bir sürü kadına musallat olan ama üzerine fazla yazılmayan bir konuya girmişsiniz. Nasıl karar verdiniz?

- Kızımı doğurduktan sonra çok ağır bir depresyon geçirdim. 10 ay sürdü. Tek bir satır yazamadım. Hatta öyle bir an geldi ki, "Ben bittim" dedim, "Bir daha hiç yazamayacağım..." Sonra birdenbire tekrar yazmaya başladım. Hiç ara vermeden. İki buçuk ay. Gece gündüz. Deliler gibi. Kitap bitti, depresyon bitti. Benim için cin çıkarmak gibi bir şeydi. Loğusa cinlerimden kurtulmuş oldum.

Diğer romanlarınızla kıyaslarsak...

- Bunu yazması çok daha zor oldu. İnsanın kendini anlatması meğer ne belaymış, kurgu daha kolay. Ben ketum biriyim, Akrep burcuyum, zırhla, kabukla yaşayan biriyim, kolay teslim olamam, o yüzden sancılı oldu.

Okurlar bu kitapta Elif Şafak’ı bulacaklar mı?

- Evet ama sadece beni değil, kendilerini de bulacaklar. 6 parmak kadın karakter anlatıyorum. Bu kadınların bazılarını, bazılarından daha çok sevmişim. Bazılarına, "İyi ben" demişim, bazılarına "Kötü ben..."

Siz varsınız, bir de içinizdeki 6 değişik kadın... Ve o kadınlar, sizin hakkınızda kararlar veriyorlar, öyle mi: "Hamile kalsın mı, kalmasın mı?"

- Aynen. Üstelik daha kızımın babası ortada yokken. Bu kitapta, hamilelik öncesinde, hamilelik esnasında ve hamilelik sonrasında kafamın içinde neler yaşadığımı, bu kadınların hiç susmadığını, her an fikirlerini beyan ettiklerini, aklımı kaçıracak hale geldiğimi anlatıyorum. Ve fark ediyorum ki, o değişik 6 kadının hepsi, aslında benim. Eşit derecede ben. "İyi ben", "kötü ben" diye bir şey yok. Hepsi aynı çemberin parçaları.

Şu anda ne yapıyor o küçük parmak kadınlar?

- Artık barış imzaladık. İçime demokrasi geldi! Ama çelişkilerim bitti mi? Hayır. Sadece onları yok saymaktan ya da halının altına süpürmekten vazgeçtim. İçimdeki bu farklı seslerin varlığını kabul ettim.

Kadınlara mı yazıldı...

- Evet. Ama erkeklere de ilginç gelebileceğini tahmin ediyorum. Eşlerinin hamilelik esnasında ve sonrasında nasıl bir yolculuğa çıktığını öğrenmek istiyorlarsa tabii...

Anlaşıldı, siz bu kitabı depresyonunuzdan kurtulmak için yazdınız. Herhangi başka bir ilave sebebiniz yok muydu?

- Olmaz mı? Ben uzun süre zannettim ki, bu yaşadıklarım, dünya üzerinde yalnız benim başıma geldi. Ben kötü bir anneyim. Hiçbir şeyi beceremiyorum. Herkes mükemmel, ben eksiğim, ben yetersizim...

Hangi açıdan? Bebeği besleyememek mi, yeteri kadar süt gelmemesi, nasıl tutacağınızı bilememek mi, gecenin bir yarısı ağlarken susturamamak mı? Ne?

- Hepsi. Bebeğimin hıçkırığını geçirememek mesela. Ve onun gibi bir sürü şey. Kızım doğduğu zaman, içimi müthiş bir şükran duygusu kapladı kaplamasına... Ama daha sonra giderek bir beceriksizlik, yetersizlik ve yetememe duygusuna kapıldım ki, çok fena. Meğer en zor olan, gündelik hayatın üstesinden gelmekmiş. Müthiş bir panik yaşadım. Daha evvel varlığını bilmediğim bir başarısızlık korkusuyla karşılaştım. Başarısızlıktan ödüm patlarmış da haberim yokmuş. Bitmez tükenmez bir sorgulama. Evham...

Postnatal sendroma hoş geldiniz!

- Evet, sürekli ağlıyordum. Sabah akşam. Herhalde derim çok inceldiği için, her şey hüzünlü, her şey ağır geliyordu. Hep şunu düşünüyordum: "Bu kadar mutlu olmam gereken bir dönemde kapıldığım bu mutsuzluk neden? Bende bir sorun olmalı. Niye bu hüzün? Niye bu kasvet? Ben niye böyleyim? Başkaları anneliğe yumuşacık geçiyorlar. Ben neden beceremedim. Ben anormal miyim?" Resmen delirmekten korktum...

Olay hep evin içinde mi geçiyor?

- Tabii tabii, aylarca evden dışarı çıkmadım. Müthiş bir kabuğuna çekilme. Günlerce üzerimde aynı gecelikle. Saçlarımı yıkamak istemiyordum. İnanılmaz bir kendini koyverme hali. Zaman kavramı yok. Bebek çok sık kalktığı için, zaten gece gündüz karışmış vaziyette. Uyku ile uyanıklık arası bir boyut. Hiçbir şeyden keyif almıyordum. Hissizlik, donukluk...

Zavallı eşiniz ne yapıyor bu arada?

- Çok şefkat gösterdi. Sabır sınırları inanılmaz geniş bir adamla birlikteyim. Şükrediyorum. Evin içinde sürekli ağlayan, olur olmaz her şeye bozulan bir kadın... Tahammülü kolay olmasa gerek. Beni çok destekledi. Ama kızımız 4 aylıkken askere gitti Eyüp, 6 ay yok. Tabii birdenbire durum daha da kötüledi. O beni sakinleştiriyordu, yatıştırıyordu. O gidince annemle kalakaldık. İnanır mısınız, bebek de bana üzülüyordu. Bebeklerin algıları müthiş açıkmış, bizzat tanık oldum, evin bir köşesinde çaktırmadan ağlasam bile, fark ediyordu. Vicdan azabım haliyle katlanıyordu. Tabii o zaman süt de kesiliyordu. Başkaları ne güzel bebeklerini emziriyor, ben bunu da beceremedim. Yine vicdan azabı. Bu arada biraz sakinleşeyim diye ilaç vermek istiyorlar ama biliyorum ki o antidepresanları alırsam süte geçecek, onu da istenmiyorum. Ve bütün bunların üstüne, bir de bir daha yazı yazamayacağım korkusu büsbütün tüy dikti...

Ne oldu? Yazmaya çalıştınız bir şey çıkmadı mı? Yoksa yazdınız da kötü mü oldu?

- Deniyorum olmuyor. Bilgisayar başında ağlıyorum. Hiçbir şey okuyamıyorum da. Beynim almıyor. IQ’m düştü sanki. Aylar sonra, bir gün durdum ve "Bir dakika ya" dedim, "Başka kadınlar ne yaşamışlar?" Önce etrafımdaki kadınlarla konuştum. Birden fark ettim ki, bir sürü insan benzer şeyler yaşamış. Toplumun her kesiminden ve her meslekten kadın, benzer şeyler yaşıyor ve sonradan beyninden yaşadıklarını siliyordu. Bir de edebiyat alanında araştırdım, bulduğum malzeme inanılmazdı. Postnatal depresyon zannettiğimizden çok daha yaygındı...

Biz neleri bilmiyoruz? Ya da es geçiyoruz?

- Aslında hiçbir şey bilmiyoruz. Ama anneannelerimiz biliyor. Onlar annelerimizden daha fazla biliyor. Annelerimizin kuşağı, daha eğitimli, daha Batılı, daha şehirli kadınlar. Ama anneannelerimiz, bütün o hurafeleri, din inançları biliyorlar: "Doğum yaptıktan sonra kadın çok duygusallaşır, çok incelir, aman onu korumak, göz kulak olmak lazım!" Onlar, sadece bebeğe değil anneye de bakıyorlardı. 40’ını çıkarmak güçlü bir metafor. Kimi kadın 40’ını bir senede çıkarır, kimi daha erken. Loğusalık, dikkatli olunması gereken bir süreç, anneannelerimiz bunu biliyorlardı...

Şimdi ise çocuk doğuran kadın üç ay sonra işe dönüyor...

- Evet. Pompalanan bir "modern anne" imajı var. Süper anne, süper dişi. "Kariyerimi de yaparım, bebeğimi de doğururum, mikserden mamamı da geçiririm, işe toplantıya da giderim, kocama da yetişirim, şahane de görünürüm..." Bu doğru değil. Sağlıklı da değil...

Bu depresyonu geçirmiş biri olarak, anne adaylarına ya da kadınlara ne önerirsiniz?

- Yok saymak, bastırmaya çalışmak bana sağlıklı gelmiyor. Ama fazla düşünüp abartmaktan da kaçınmak lazım. Böyle bir ihtimalin mevcut olduğunu baştan kabul etmek gerekiyor. Hiçbirimiz mükemmel değiliz.

Siz bu kadar mükemmeliyetçi olduğunuzu biliyor muydunuz?

- Ben mükemmeliyetçi değilim aslında. Ben yardım istemeyi bilmiyorum. Belki çok yalnız büyüdüğüm için. Anne olduktan sonra bir kadının ciddi yardıma ihtiyacı oluyor...

Psikolojik yardım mı?

- Psikolojik yardım, manevi yardım, pratik yardım. Allah’tan ilk 4 ay Eyüp vardı. Çünkü annem de bebek bakmayı bilmez. Beni annem büyütmedi, anneannem büyüttü. O yüzden benim bebeğimde bir sürü şeyi annemle birlikte öğrendik..

Peki bilmediğiniz şeyleri kim öğretti?

- Bakıcılar, bazen deneme yanılma yöntemi... En çok da Eyüp...

Nasıl yani?

- Bebeği yıkayacağız diyelim, annem tutmayı bilmiyor, ben de bilmiyorum, ikimiz de panikten öleceğiz. Eyüp yıkıyordu. O, sakin adam. Biz kenarda bekliyorduk. Onun kucağında susuyordu. Böyle bir pratiği var Eyüp’ün, kalabalık bir aileden geliyor, yeğenler, kuzenler. Kızım "Anne" demeden "Baba" dedi. Hálá ben dahil herkese "Baba" diyor. Bütün dünyası babası. Tam babasının kızı. Fiziksel olarak da, manevi olarak da. Bu da babasız büyüdüğüm için inanılmaz hoşuma gidiyor...

ENTELEKTÜEL DÜNYAYA YAKIŞIR MI?

Neden kadın edebiyatçılar bu meseleyi böyle ele almamışlar? Postnatal sendrom hakkında yazmamışlar? Küçümsedikleri için mi?

- Ben kadın yazarların benzer çelişkilerle ömürlerinin bir döneminde yüzleştiğini düşünüyorum. Kiminde bende olduğu gibi depresyona yol açmıştır, kiminde açmamıştır. Ya da baştan çocuk yapmamayı tercih etmişlerdir. Buna da çok saygı duyuyorum. Bunlar, yazıya dökülmesi çok kolay şeyler değil. Bir de tabii yazı dünyası, çok erkeksi bir dünya. Onun içinde olan kadınlar birtakım stratejiler geliştiriyorlar...

Stratejilerden biri bu tür şeyleri yok saymak mı?

- Olabilir. Bunlar sanki o entelektüel dünyaya çok da yakışır konular değilmiş gibi. Böyle bir önyargı olduğunu düşünüyorum.

"Yazsam mı yazmasam mı?" diye tereddütleriniz oldu mu? Karizmamı çizdirir miyim hesabı...

- Oldu. İlk defa kendimi bu kadar anlattığım için tereddütlerim oldu. Ama o kadar güçlüydü ki içimdeki yazma isteği, var olan tereddüt çok cılız kaldı. Benim için tedavi gibi bir şeydi.

BU KORKULAR YERSİZMİŞ

İçinizde bu kadar itiraz eden ses varken, "Ben çocuk doğurmayacağım" diyebilirdiniz, sizin deyiminizle "beyin" olarak kalmayı tercih edebilirdiniz. Ama yapmadınız, yine sizin deyiminizle "beden" olmayı tercih ettiniz ve hamile kaldınız... Neden?

- Bütün kararları biz mi alıyoruz, tıkır tıkır uygulamaya koyuyoruz yoksa hayat mı bazı şeyleri önümüze getiriyor bilemiyorum. Bildiğim şu, zannettiğimiz kadar öznesi değiliz her şeyin. İpleri bu kadar elimizde tutmuyoruz. Bazı şeyler sana rağmen geliyor, sen onunla yaşamayı öğreniyorsun ve onunla birlikte başka bir boyuta geçiyorsun. Kızım da benim için öyle oldu, iyi ki de oldu...

Peki entelektüel faaliyetleri kaybetmemek için anne olmak istememenin, vücudum bozulmasın diye doğum yapmak istememekten ne farkı var...

- Yok aslında farkı. Bir yanıyla benziyor. Kurduğun bir düzen var. Aman o düzen bozulmasın diyorsun. Korkuyorsun. Ben de korktum. O kadar ki, ben küçük şeylerden haz almayı bile yasaklamıştım kendime. Bir bebek mağazasından cicili bicili patikler almak, evde puding yapmak fena geliyordu bana. Şimdi yapıyorum, çok da haz alıyorum. Eskiden sadece akılla donattığım bir dünya vardı, diğerini küçümserdim. Daha doğrusu, ondan zevk alırsam öbür akli dünyaya bir şey olur diye korkardım. Olmuyormuş. Bu korkular yersizmiş...

Neden "Bu kitap, kendi kendi yok etmeli" diyorsunuz? Hatırlamak istemediğiniz bir dönem olduğu için mi?

- Çünkü postnatal sendromu yaşıyorsun ve bitiyor. Sonra da sen kendini başka bir iklimde, mevsimde buluyorsun. Sanki o acıları yaşayan sen değilsin. Unutuyorsun. Dahası hatırlamak da istemiyorsun. Ben şunun altını çizmek istedim: Bizde yeterince bilinmiyor, konuşulmuyor. Biz fazla romantize ve idealize edilmiş bir annelik konuşuyoruz. O anlamda bu tür çelişkilerin bilinmesinde ve kadınların buna hazırlıklı olmasında fayda var. Ama yaşayıp bittikten sonra da geride bırakılması lazım. Ben de zaten bu kitabı geride bırakabilmek için yazdım.

HER KADININ BAŞINA GELEBİLİR

Çok farklı kesimden ve sınıftan kadınlar postnatal depresyona yakalanabiliyor. Bunun bir reçetesi yok. Kimisi 3 çocuk doğuruyor bir şey olmuyor, 4’üncüde yakalanıyor. O yüzden "Şu şu tip kadınlar postnatal depresyon geçirir, öbürleri geçirmez" diyemeyiz. Anneliğe kendini çok hazır zannedenlerin de, benim gibi hiç hazır olmayanların da başına gelebiliyor. Bu herhalde kişinin nasıl bir dönemden geçtiğiyle, ömrü hayatındaki o aşamayla çok ilgili bir şey...

İÇİMDEKİ 6 FARKLI KADIN

1-) Sinik Entel Hanım. Bugüne kadar hep onu yüceltmişim. O, benim kafamdaki entelektüel, okuyan-yazar kadın. Hamile kalmama şiddetle karşıydı.

2-) Anaç Sütlaç Hanım. Varlığından haberim bile yoktu. Sürekli bastırmışım, sürekli küçümsemişim. Hamileliğim sırasında monarşi ilan etti.

3-) Can Derviş Hanım. İçimdeki tasavvufi damar. Sakin, sabırlı ve barışcıl. Benim için en önemli karakterlerden biri.

4-) Hırs Nefs Hanım. Kariyerime odaklanmamı istiyordu. Hırslı ve azimli bir kadın. O da karşıydı hamile kalmama.

5-) Saten Şehvet Hanım. Meğer daha seksi şeyler giymemi istermiş, lahana gibi kat kat giyiniyorum diye içerlermiş. Kitapta onunla da ciddi bir hesaplaşma ve yüzleşme var.

6- Pratik Akıl Hanım. Sosyal ve gündelik hayatı kotarabilen yanım... İşte bu 6 parmak kadının hepsi içimde aynı anda konuşuyordu. Hepsinin farklı öncelikleri ve benim için şahane planları vardı...

LOĞUSA CİNLERİ GELDİ ÇINGIRAK ÖTTÜ

Kitaptaki loğusa cinleri, gerçek mi kurgu mu?

- Ben hayatın şu dokunduğumuz, gördüğümüz maddi şeylerden ibaret olmadığına inanan biriyim. Manevi boyuta inanırım. Haliyle cinlere de...

Gerçekten yatağınıza asılı o çıngırağın öttüğü oldu mu?

- Evet oldu... Çıngırak öttü...

Rüzgardandır...

- Korkutmak istemem ama... Rüzgardan olduğunu zannetmiyorum.

E peki ne oldu?

- Hiiiç. Geldikleri gibi gittiler...

 

 

25 Kasım 2007

Ayşe Arman

Hürriyet

 

 

 

Bebeğine, Şu öyküyü bitirip geliyorum! diyemiyorsun


Dün başlayan Elif Şafak röportajı bugün de devam ediyor. Şafak ın son kitabı (Siyah Süt) gerçekten etkileyici. Hatta ibret verici. Şahane bir meseleye el atmış. Kadınlar, anneler, anne olmak isteyenler, aman iyi ki olmadım diyenler, eşi hamile olanlar ya da bir gün çocuk sahibi olmayı hayal eden erkekler... Okuyun derim...

Anne olan ama işinde de çok başarılı olan bir sürü insan var...

- Doğru ama yazı başka bir şey. Özellikle bir romanın içindeyken, roman o kadar öncelikli hale geliyor ki. Bu yüzden bir sürü şeyi öteledim ben hayatımda. En sevdiğim insanları bile ikinci sıraya koydum. Benim için varsa yoksa romandı. Bir de deli yazıyorum, üç sayfa yazıp, beş sayfa dinlenemiyorum. Gece gündüz yazıyorum. Hep öyleydi. Bunu kabullendim ve hatta romantikleştirdim, "Sanatçı dediğin, yarı deli olur" diye. O yüzden de, kızım dünyaya geldiğinde müthiş panikledim. "Şu öyküyü bitirip geliyorum" diyemiyorsun ki...

Hep o acil, hep o öncelikli...

- Aynen. Sonsuza kadar "vermen" gerekiyor. Annelik böyle bir şey. "Vermek" üzerine kurulu. Oysa yazarlık, tam tersine ego üzerine kurulu. Haliyle "N oluyoruz?" dedim.

İyi bir romancı olmak için bir "eksiklik" ya da "farklılık" şart mıdır? Fazla "normalsen", "yetenekli" olamıyor musun?

- Fazla normalsen, yetenekli olamayacağını zannediyorsun. O zanna kapılıyorsun. Şu da var tabii: Yazmak, hastalıklı bir şey. Belki de bir tür arıza. Ruhunun bir yerlerinde bir arıza, bir sakatlık yoksa... Niye yazasın?

"Mutlu yazar" olamaz mı?

- Hayatla ilişkisi çok pürüzsüz, çok mutlu, mesut insanlardan, yazar-mazar çıkmıyor. Ama tabii her şeyin istisnası olduğu gibi, bunun da var. "Siyah Süt"de kendi içimdeki bu tür hesaplaşmaları da anlatıyorum. Ben kızımdan önce bu meseleleri çok abartıyordum. Edebiyatla ilişkim iyice hastalıklıydı. Bir yerde 6 ay, bilemedin bir yıl yaşıyordum. Göçebelik duygusu, çok ağır basan bir insandım. Gel gelelim, annelik, bununla da çelişiyor. Çünkü yerleşik düzen gerekiyor. Ben "Nasıl olsa giderim" diyen bir insandım, artık kolaysa de...

Prangalarla bağlanmış gibi mi hissediyorsunuz kendinizi?

- Yok hayır ama bir dönem öyle hissettim...

Sizce sizdeki bu yazma tutkusu neyin telafisi?

- Bilemem...

Çok aşıkken yazabiliyor musunuz mesela?

- Hayır, asla.

Çok mutluyken...

- Hayır.

Aşk acısı çekerken filan mı daha kolay yazabiliyorsunuz?

- Evet. Acı çekerken daha iyi yazıyorum.

E dertmiş yani romancı olmak da... Niye insan acı çeksin ki...

- Haklısın, fena bir şey. Bir tarafıyla insanı çok dibe çeken bir şey. Ama edebiyatın şu güzelliği de var: Aynı zamanda seni tedavi eden bir şey. Arızalarınla yüzleştiriyor. Çok deşiyorsun içini...

Kitapta, "Kocam edebiyat olacaktı, Eyüp oldu..." diyorsunuz. Hálá edebiyatı aldattığınız için suçluluk duyuyor musunuz?

- Edebiyat çok talepkar, kıskanç ve mülkiyet perver bir şey olabiliyor. Benim için öyleydi. Bir noktada belki de ben bu tehlikeyi fark ettim. "Edebiyatı böyle tanımlarsam, bu benim pilimi bitirir" dedim. Bugüne kadar her kitabımı, kendim yok eder gibi yazdım. Her kitap, son kitabımmış gibi. Fiziksel olarak da ruhsal olarak da kendimi tükettim. Ben yazarların fanililiklerinden korkan insanlar olduğunu düşünüyorum. Kalıcı olabilmek için çabalamaları bu yüzden, "İlla ki kalıcı olayım ve insanlar beni okusun!" Ölümlü olduğun duygusundan korkuyorsun. Edebiyatta ölüm korkusu ve ölüm itkisi var. Çocuk ise tam tersine, yaşam arzusu veriyor. Aşık olduğun adam da sana hayat aşılıyor. Ben kocama ve kızıma bakıp, "Bunlara kapılırsam yanmışım ben, yazı-mazı yazamam. Benim roman yazabilmem için bunalıma ihtiyacım var" diyordum. Yanılmışım. Böyle olması gerekmiyormuş...

ANNELİK MACERASINDA 301 İN KATKISI

Yaşadığım her şeyin üzerine tuz biber ekti. Çok kırıldım, çok incindim. Beni en çok üzen de yanlış anlaşılmaktı. Romanındaki karakterlerin laflarını cımbızlayıp, sana mal ediyorlar. Neyse ki, yaşandı bitti. O günleri bile kötü hatırlamıyorum...

 

Hürriyet

26 Kasım 2007

 

 

 

 

 

İzlenme : 5736
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us