Sinik Entel Hanım, Can Derviş Hanım, Pratik Akıl Hanım, Hırs Nefs Hanım, Anaç Sütlaç Hanım ve Saten Şehvet Hanım. Aslında tüm bu kahramanlar tek bir insanın, Elif Şafak ın içindeki parmak kadınlar . Başka bir deyişle onun içindeki sesler. Şafak, yeni kitabı Siyah Süt te bu kadınları kahramanları yapıyor yine başka bir deyiş kullanmak gerekirse kendini yazıyor. Onun kendini anlatma süreci doğum yaptıktan sonra birçok kadının başına gelen pastpartum/postnatal yani doğum sonrası depresyon dönemine denk geliyor. Yani Elif Şafak kitabında kendini anlatıyor. Üstelik çok fazla açmadığı iç dünyasını açıyor. Zaaflarını, korkularını, çelişkilerini anlatıyor. Hatta eşi Eyup Can la tanışması ve ona nasıl evlenme teklif ettiğini bile paylaşıyor okurlarıyla. Sonra da kızının doğumuna ve sonrasında yaşadıklarına geliyor sıra. Evet, kitapta bu dönemde nasıl annelikle baş ettiğine dair özel bilgiler de var. Ama asıl üzerinde durmak gereken belki de Elif Şafak ın kendisini açarak tüm kadınları kendiyle yüzleşmeye davet etmesi. Siyah Süt adı ise bir metafor. Mürekkebe bir gönderme. "Siyah Süt ten mürekkep elde ettim yazarak" diyor ama sonra sütün her zaman beyaz akmadığından dem vuruyor. Ve anneliğin karanlık yüzünü anlatıyor sayfalar boyunca. Buna tepki gelip gelmemesi pek umrunda değil. Çünkü ona göre, yazarlık, hayata eldivensiz dokunmak anlamında geliyor.
Kitap, Şafak ın da "Her ne kadar biz yazarlar kendimizi özel hissetmek istesek de biz de başkalarından farklı değiliz" dediği gibi tüm kadınların hikâyesi. Genelden özele vardığımızda da kadın yazarların hikâyesi. Şafak, dönüşümünü anlatıyor bu kitapta. O fotoğraflarda uzaklara bakıp gülümsemeyen kadının nasıl değiştiğini, içindeki parmak kadınların onu nasıl etkilediğini. Darbeyle başlıyor Şafak ın içindeki kadınların eylemi, monarşiyle devam ediyor, anarşiyle kesintiye uğruyor ve nihayet demokrasiyle sona eriyor. Doğumunun 301 den yargılanması sürecine denk gelmesi üzerinde durmak istemiyor. Sadece, "Tabii ki yaşadıkladımdan etkilendim. Kırıldım. Daha çok içime çekildim. Ama bu kitap içimde yaşadıklarımla ilgili. O yüzden de dış dünyanın etkisi yok" demekle yetiniyor.
Siyah Süt, Elif Şafak ın ilk otobiyografik romanı diyebilir miyiz?
Doğru bir tespit. Otobiyografik roman benim denediğim bir tarz değildi. Benim için de sürpriz oldu. Bence bir yazarın ömründe iki veya üçtür herhalde üretebileceği otobiyografik roman sayısı. Sürekli yapabileceğin bir şey, tekrarlayabileceğin bir tarz değil. Ama benim hayatımın öyle bir evresi geldi ki bunu içimden çıkarmam gerekiyordu. Biraz cin çıkarmak gibi bir şeydi. Kitap benden çıkana kadar da ben o durumdan çıkamadım. Biraz da kendimi tedavi edebilmek için yazdım. Tedavi terapi karışımı bir kitap oldu.
"Aslolan kitaptır, katibi değil" demiştiniz. Şimdi katip asloldu. Bu sizin düşüncelerinize tezat değil mi?
Çok korkuttu elbette beni. Ketum bir insanım. Kitaplarımdaki Pinhan, Mahrem isimleri ya da temalar tesadüf değil. Bir kabuklanma, kendinden sıyrılma arzusu hep vardı. Dolayısıyla büyük bir imtihan oldu bu kitabı yazmak. Yazarken okur ne düşünecek diye düşünmedim. Bana bu neden oluyor, neden böyle bir depresyonu yaşıyorum, ben neden bu kuyuya girdim, diye düşündüm. Ve açıkcası on ay kadar hiçbir şey yazamadım. Yavaş yavaş çıkmaya başlayınca, mevsim değişince ve en önemlisi kendimle muhabbet etmeye başlayınca yazmam gerektiğini anladım. Yaşadıklarımı içimden çıkarmam ama yazıp da unutmam gerekti. O yüzden kitabın başında okunup unutulması arzu ettiğimi söyledim.
Bu da bir çelişki değil mi? Yazarlar unutulmamak için yazmazlar mı?
Tabii ki, çünkü kalıcı olmak isteriz. Ama bunun okunup unutulması lazım. Çünkü depresyon yaşayan, postnatal depresyon geçiren hangi kadınla konuştuysam bir şekilde unutmuş. Unutmuşlar ki bir daha çocuk doğurabilmişler, unutmuşlar ki hayata başka bir gözle bakabilmişler. Bir şekilde unutuluyor. Unuttuğumuz için bu konuları konuşmadığımız da bir başka yönü. O devreden geçen insanlar için bu kitap var artık. Ama benim ve okuyanların unutması bence bu kitabın formülü.
Siyah Süt te Elif Şafak la tanışıyor okuyucu. Kendisiyle dalga geçen, zaaflarıyla eğlenen bir Elif Şafak la...
Öncelikle insanın kendini yazması çok zormuş. Evet, kendime çok insafsız davrandım. Dalga geçtim zaaflarımla, hislerimle, çelişkilerimle. O konuda çok samimi davrandım. Okurun da o samimiyeti göreceğine inanıyorum. Saklamadım, sansürlemedim. İçimdeki o farklı sesler nasıl birbirleriyle didişiyorlar. Bazen birilerini kayırıyorum, ötekileri nasıl hor görüyorum hepsini anlattım. Ama sonunda hepsiyle barış imzaladım. Kitap biraz da demokrasinin içime gelmesinin hikâyesi. Üstelik bu kitapta üç kitabın serüveni var. Araf öncesine kadar uzanıyor. Benim için öyle bir an geldi ki biraz geriye dönüp kendimi değerlendirmem, kendimle yüzleşmem gerekiyordu. Onun için de kendimi didikledim. O didiklemeden de bir muhabbet çıktı sonunda. Ama oraya gelene kadar da çok sancılı geçti.
Başa dönersek... Adalet Ağaoğlu nun sorusu körüklüyor bu yüzleşmeyi...
Adalet Ağaoğlu -ki çok da müteşekkirim kendisine- öyle bir dönemde, belki de benim en çok kaçındığım soruyu pat diye sordu. Çoğu kez kendi kendine düşünürsün ama birinin üstelik saygı duyduğun birinin pat diye sorması sarsıcı oldu. Bu soru, o dönemde benim annelik mevzusunu ciddi ciddi sorgulamama sebep olan önemli anlardan biriydi. "Ben yazarlığım için bir tercih yaptım, çocuk dünyaya getirmemeyi seçtim. Siz ne yapacaksınız?" dedi. Bu kadar açık şekilde bir kadın yazarın ağzından bunu duymak benim için düşündürücü oldu. Ve serüven başladı.
Serüven kahramanları da sizin içinizdeki parmak kadınlar yani Elif Şafak ın içindeki farklı sesler. Aslında bu sesler herkes de olan sesler değil mi?
Ben zaten insan denilen mahlukun çok sesli olduğunu düşünüyorum. O açıdan hepimiz birbirimize çok benziyoruz. Hepimizin içinde küçük parmak kadınlar veya parmak erkekler var üstelik çok farklı şeyler söylüyorlar. İnsanları birbirinden ayıran o iç seslere nasıl davrandıkları. Kimisi daha barışık oluyor onlarla. Kimisi birtakım sesleri bastırıyor.
Bunu bireyselden toplumsala da çekebilir miyiz?
Çok seslilik kendi içinde bir zenginlik ama zorluk da aynı zamanda. Zorluk çünkü onların bir arada uyumlu yaşayabilme formülünü bulmak lazım. Bu bireyler için de böyle, toplumlar için de böyle. Ama doğrusu bu gibi geliyor bana. İçimizdeki farklı sesleri diğerlerinin altına yerleştirmek yani bir hiyerarşi kurmak muhakkak sorunlar yaratıyor. Örneğin anaç yanım, yıllardır bastırdığım kadın gün geliyor monarşi ilan ediyor. Yani önemli olan bastırmak yerine kendi içinde beraber yaşamayı öğrenmek o seslerle. Benim bulduğum formül bu oldu.
Anlaşıldığı kadarıyla sizi bugüne kadar en çok yönlendiren Sinik Entel Hanım ile Can Derviş Hanım olmuş.
Aslında bu kitapta Can Derviş Hanım ın büyük ağırlığı var. Evet, benim için galiba iki parmak kadın çok önemliydi. Biri, Sinik Entel Hanım diğeri Can Derviş Hanım. Ben kitapları önemsedim, beyni önemsedim. Bunu sevdim, buna saygı duydum. Ama Can Derviş Hanım da bana tam tersini söyledi. Bana, "Aklın durduğu bir yer var. Akılla kavranmayacak bir boyut var" dedi. Ona ister inanç deyin ister mutasavvufların adlandırdığı gibi muhabbet ama bir başka boyut. Dolayısıyla bu iki ses çok çelişkiliydi. Ben bu çelişkiyi hep barındırdım, bundan beslendim de. Bu kitapta çok sergiliyorum bunu. Sıkıştığım da ikisinden birine sığındım. Ama işte kitabın sonuna geldiğimde şunu ne kadar zor olsa da kendi kendime söyleyebiliyorum ki varlığından utandığım ve çıkması en sonu bulan Saten Derviş Hanım da Sinik Entel Hanım ya da Can Derviş Hanım kadar önemli. Zaten o yüzden Can Derviş Hanım hep "Birlemen lazım" diyor. Kendi içindeki sesleri birlemeden dünyayı da birleyemezsin. Birlemeden yani eşit görmeden, hak görmeden o çemberi tamamlayamazsın. Hepsi aynı çemberin parçaları. Bu aynı zamanda tasavvufi bir yorum.
Bir anlamda bu süreç sizin de dönüşüm süreciniz miydi?
Bu kitaptaki bana yazdıran süreç beni dönüştürdü. Bendeki köşeleri sildi, attı. Taşları yerinden oynattı. Beni silkeledi. Mutasavvuflar, kalp gözünün açılması, diyorlar ya biraz öyle oldu. Darbe, monarşi, anarşi ve en sonunda demakrosi ilan etti içimdeki sesler. Taa Pinhan dan hatta ondan öncesinden beni önemli oldu tasavvuf benim için. Ama çok entelektüel bir bilgiydi öncelerde. Ben dervişleri, yürüdükleri yolu sevmeden önce sevdim. Bektaşiler, Mevleviler, Melamiler, Cerrahiler... önce onları sevdim. O insanların hepsinin bir yolu olduğu ve bu yolun ne olduğu sorusunu sormaya başlamamın bir on yılımı aldığını gördüm Siyah Süt le.
Siyah Süt te hayatınızın yanı sıra yazarlıkla yüzleşmeye çalışıyor musunuz?
Yazıyorsun, yazıyorsun, yazıyorsun. Yazı tatminsizlik de barındırıyor içinde. Aslında her kitaptan sonra bir sonrakini düşünüyorsun. Kendi kendinle yarışır gibi, zamanla yarışır gibi. "Kaç kitap yazdıktan sonra mutlu olur insan? Kaç kitaptan sonra tamam dersin? Bırakabilir misin yazıyı? Yazı seni bırakabilir mi? Hırs barındıran bir şey yazmak hiç şüphesiz. Evet, öyle bir nokta geldi ki benim bunları sorgulamam gerekti. Yazarlık mesleği ve hayatımla da yüzleşen bir kitap oldu dolayısıyla. Üstelik sadece kendimle değil yazarlıkla da yüzleştim. Ve de kadın yazar olmakla.
Kitap boyunca kadın yazarların annelikle ilgili düşüncelerini de anlatıyorsunuz. Hepsinin kendine göre bir görüşü var. Tüm bunların sonunda insan hem anne hem yazar olabilir mi?
Evet olabilir. Çok örnekleri de var. Ama kolay bir sentez değil çünkü kimyaları farklı, dokuları farklı, talepleri farklı. Çelişkiler barındıran bir süreç. Ama bu işin bence tek bir reçetesi yok. Kimi kadın hiç evlenmeden çocuk dünyaya getirmeyi tercih eder kimi hiç çocuk doğurmak istemez. O yolların her birine de eşit gözle bakmak lazım. Benim dönüp dolaşıp geldiğim nokta bu. O yüzden kitabın sonunda Adalet Hanım bana "Doğruyu yaptınız" dediğinde ben de ona "Siz de doğruyu yaptınız" diyorum.
Kendinizi en sert eleştirdiğiniz noktalardan biri de aslında Sinik Entel Hanım ile Anaç Sütlaç Hanım ın savaşı. Yani entelektüel olmak ile anaç olmak. Bu noktada kendinizi nasıl görüyorsunuz?
Ben de müthiş bir yerleşiklik korkusu vardı. Zanlarım, evhamlarım vardı. Gidebilmek fikri. Şehrin Aynaları nı falan ben o etkiyle yazdım. Devamlı bir yolculuk halini önemsedim. Çantam hazır olmalıydı hep, istediğim zaman gidebilmeliydim. Ve ben bunu çok kutsallaştırdım, yücelttim. Pişman değilim çünkü bundan çok da beslendim. Ama insan karşıtını istiyor. Yani entelektüel hayata hiç yakıştırmadığımız şeyleri. Gidip mutfağa perde bakmak gibi. Ve o da hayatın bir parçası. Dolasıyla kitap benim bunları küçümsememin de hikâyesi. Ben karakterleri yaratırken hep insanların birçok yönü olduğuna inandım. Kahramanlar yok, mükemmel yaratıklar yok. Mutlak iyiler ve kötüler yok.
O yüzden benim romanlarımdaki bütün karakterler çelişkili varlıklardır. Ama meğer bunu karakterlere tatbik ederken kendime uygulamamışım. Ama benim için en zoru yardım istemeyi bilmemekti. Çocukluktan beri o kadar yalnız büyüdüm ki her şeyi tek başıma yapmaya alıştım. Ama öyle değilmiş.
Romanlarınızda baştan beri birçok insanın burun kıvırdığı hurafeler, batını inançlar gibi konuları işlediniz. Bu kitapta da aslında anneannenizin loğusaya dadanan cinler söyleminden hareketle yine aynı eleştiriyi yapıyorsunuz?
Yaşadığımız hayatın dokunduğumuz maddelerden ibaret olmadığını inanıyorum. Manevi boyutu açık benim algılarımın. Bunda anneannemin elinde büyümüş olmamım çok etkisi var. Onunla geçen çocukluğum tam da bunlarla örülü bir hayat verdi bana. Ve ben bunları güzel hatırlıyorum. Özellikle kadınlar için zenginleştirici ve ellerini güçlendiren bir dünya çünkü. Postnatal depresyon sırasında şunu fark ettim benim anneannem annemden daha eğitimsiz olmasına rağmen daha çok şey biliyor bu depresyon hakkında. Belki adına cin diyor ama böyle bir olguyu doğal kabul ediyor. Ve onunla mücadele etmek için yüzyılların birikiminden yararlanarak birtakım şeyler yapıyor. Annemin kuşağı ise modern kadın fikrinden hareketle kariyerimi de yaparım çocuğumu da yaparım söyleminde. Süper dişi imajı var ve bunu bence kadın dergileri de pompalıyor. Anneannemin kuşağından annemin kuşağına geçerken bir şeyler kaybedilmiş ama bu nasıl, neden olmuş. Evet bu da benim için önemliydi.
Onu bulmak mı istediniz?
Entelektel dünyanın kapılarının anneannemlerin dünyasına açık olmasını istiyorum. Buna ne diyeceğiz hurafeler mi folk İslam mı bilemiyorum bence yüzyılların birikimi. Bence kendi Batılılaşma serüvenimiz sırasında bizden önceki kuşaklardan devralacağımız bazı bilgileri almadık. Hatta biraz küçümsedik. Çünkü bilgiyi hep Batı ya atfettik. Kadınlık, cinsellik, annelik, küçük şeyler entelektüel dünyanın parçaları değilmiş gibi gördük. Ama önemli hatta zor olan gündelik hayattakileri konuşabilmek. Ben istiyorum ki benim yazım o dünyayla romancılığın içinde hareket ettiği entelektüel ya da Batılılaşmış söylem arasında köprüler kursun. Örneğin ben de Araf tan önceki dönemde normalleşmekten korktum. Farklı gibi görünen yönlerime sahip çıkıp yücelttim. Evlenip, çocuk doğurmaktan da çok korktum, panikledim çünkü yazamam zannettim. Yazmak için bohem, marjinal bir hayat yaşamam gerekir zannettim. Bu zandan beslendim de. Ama öyle olmuyormuş.
Siyah Süt ün konusundan üslubuna geçersek, orada yeni bir tarz deniyorsunuz ve gerçek ile kurguyu birbirine katıyorsunuz. Biraz yumuşamış bir Elif Şafak var gibi...
Evet, kitabın birkaç boyutu var. Sadece postnatal depresyondan bahsetmiyorum. Türk ve dünya edebiyatının kadın yazarlarını anlatıyorum. Onların annelikleriyle ilgili durumlarını anlatıyorum, analiz ediyorum. Yani bilgi var. Ama bilgiyi ezmeden, ezdirmeden vermek istedim. Bilgiyle mizah, sezgi ile hakikat harmanlansın istedim. Sizin dediğiniz ise kurguyla gerçeğin harmanlanması. Bu, Türkiye de çok denenmiş bir tarz değil. Batı da da yeni. Benim için yeni bir tarz oldu.