Elif Şafak, son dönem Türk edebiyatının ilginç temsilcilerinden biri. Hayata karşı fazlasıyla duyarlı, ondan etkilendikçe onu etkilemeye çalışan, yazarken yaşayan, yaşarken yazan, dikkatini yalnızca nesnelerin bilinen yönlerine değil, bilinmeyen yönlerine de yöneltmiş uslanmaz bir gözlemci. Şafak, farklı gözlemleriyle, birbirinin içine sızmış karşıtlıklardan oluşan karmaşık örgüler yaratıyor. Son romanı Bit Palas ta birbiriyle etkileşen karakterler ve izole edilmeye çalışılsa bile iç içe geçen mekanlar oluşturmuş. En temiz ve en güvenli yerlerin yanında en kirli ve en tekinsiz mekanlar kol geziyor. Yaşayanlarla ölüler bir arada yaşıyor.
Mutlak iktidar diye bir şey de yok Bit Palas ta. Hem zayıf, hem de iktidar sahibi olanlar ve hükmedildikleri halde zaman zaman yönetebilme yetenekleri kabaran kişilikler var. Karakterleri de ilginç romanın... Bir sürü özgür karakter var, özgürler ama birbirlerini etkiliyorlar da... Ve siz okur olarak onlarla yola çıkmayı göze alamıyorsunuz. Sadece, onları ve aynı zamanda onlarla birlikte hayatı anlamaya çabalıyorsunuz. Ve bu çaba sonucunda belki de en fazla anladığınız karakter romanın geçtiği mekanın ta kendisi... Yani Bit Palas.. Kem Gözlere Anadolu, Pinhan, Şehrin Aynaları ve Mahrem in genç yazarı Elif Şafak la piyasaya yeni çıkan romanı Bit Palas ı konuştuk.
Romanınızda karakterlerin hepsi kirlilikten etkileniyor. Ben zamiriyle belirlediğiniz ana karakter kirlilikte sıradanlığı aramaya başlıyor. Neden kirlilik? Daha fazla hayata ya da İstanbul a dair bir şey olduğu için mi?
Romandaki "Ben" karakterinin çok şişkin bir egosu var aslında. Ve o egonun parçalandığı nokta adamın pislikle yüzleşmek durumunda kaldığı nokta. Ben karakteri sayesinde hem kendimi hem de okurları dışımızdaki değil de içimizdeki pislikle yüzleştirmek istedim. Belki de romanın bütünü boyunca en fazla önemsediğim şey de bu. Çünkü bu aynı zamanda genel geçer güvenlik kavramıyla da ilgili bir şey. Oğuz Atay ın Günlükler inde de var bu. Türkiye deki hakim kültür, özellikle de gündelik yaşam kültürü dış dünya korkusunu içeriyor. Herkesin kendine ait bir iç dünyası var, onun dışında kalan herkesi ve her şeyi yabancılıyoruz. Her türlü belirsizliği, tekinsizliği ve pisliği dışarıdan bekliyoruz. Biraz bu sınırlarla oynamak istedim.
Bit Palas ın başat karakteri Bonbon Palas ın kendisi gibi görünüyor. Ve ona çok benzeyen karakter Ben
Bonbon Palas bence de dediğiniz gibi kitabın ana karakteri. Ve o çok başlılığıyla ele alınması gereken bir ana karakter. Ama Ben le de çok yakın bir ilişkisi var. Pinhan da da insan vücuduyla şehir benzetmesi vardı. Bu tür minyatürleri seviyorum. Benim romanlardaki karakterlerin yekpare, homojen karakterler olmadığını düşünüyorum. Daha bir yaşamın içindeler. Bir de yollarını kendileri çiziyorlar. Eğer uyum kuramıyorlarsa romandan ayrılıyor o karakterler. Bit Palas ta da bazı karakterler terketti kitabı.
Romanın başında bir ayrım yapmış ve "Gerçek düz bir çizgi ise yalan dikey bir çizgidir" demişsiniz. Bonbon Palas bunlardan hangisi? Yalan mı, yoksa hayal mi?
Bir apartman inşa ettim. Kat üstüne kat çıkıyor. Buradan bakarsak dikey bir şey. Ama dikkat ederseniz sonra o kurduğum dikey şeyi yıktım, yerle bir ettim. Sonunda kendi kendini inkar eden bir roman çıktı ortaya. Buradan çıkan sonuç, hayatı farklı şekillerde yaşayabileceğimizdir. Mesela üniversitede ders veriyorum. Dikkatimi çekiyor öğrenciler üç sene nerede olacaklarından çok eminler. Özellikle mesleki konularda. İnsanların kafalarının bu kadar çok net olması bu kadar hedefe kilitlenmiş olmaları bana iyi bir şey gibi gelmiyor. Ben daha karışık kafaları seviyorum. Yalpalayan insanları seviyorum. Düşen kalkan, dizlerinde yara olan insanları seviyorum. Bu bana daha sahici geliyor. O yüzden hep Fortuna dan bahsediyorum.
Yazgıcı bir bakışın ürünü mü Fortuna?
Bunu, yazgıcılık yerine her şeyin fani olduğunun farkında olma bilinciyle açıklamak lazım. Fani olduğumuzu unutmamak gerekiyor. Geçicilik hissi benim için çok önemli. Ben klasik zaman kavramını da sevmiyorum. Döngüsel zaman anlayışını seviyorum. O anlamda tasavvufla çok iç içeyim. İslamiyet ve diğer dinlerdeki mistik hareketlere çok büyük bir ilgim var. Döngüsel zaman anlayışını önceliyorum. Çünkü her şey birbirine bağlı aslında. Yaradılış ve yok oluş anları da birbirine bağlıdır. Bir başlangıç ve son yoktur. Aslında çember dediğimiz şey de yalnızca zamanla sınırlı olan bir şey değil. Aynı zaman dilimleri içinde de bu çemberi düşünmek gerekiyor.
İnşa ettiğiniz Bonbon Palas hayatınızın neresinde ve Bonbon Palas neresi?
Aslında İstanbul un ta kendisi denebilir Bonbon Palas için. Bu anlamda hayatımın çok merkezinde bir yeri var Bonbon Palas ın. Yaşadığım şehri simgeleyen bir şey çünkü. Bunun yanısıra gündelik hayatı sürdürürken yazmaya devam etmek anlamında da yaşamımla yazım iç içe geçmiş durumda bence. İşte diyelim ki sabah kalkıyorum, fatura yatırıyorum. Öğleden sonra kiramı ödüyorum. Arada romanımı yazıyorum. Sonra üniversiteye gidip ders veriyorum. Hayattan izole olup sistematik olarak günde üç saat roman yazan biri değilim. Zaten o kadar düzenli biri de değilim. Şimdi üniversitelerde alttan gelen bir eğilim var. Disiplinler arası geçiş... Bu güzel bir şey. Çünkü sonuç olarak ne kadar uzmanlaşma varsa o kadar iktidar vardır. Ve bence bu iktidarları da sorgulamak lazım.
Ben karakteri, iktidarının başkası tarafından sorgulanmasından pek hoşlanmayan biri. İktidarın erkeklere özgü bir şey gibi göründüğü Türkiye de bu tür karakterler çok mu sizce?
İktidardan bahsederken şunu hep akılda tutuyorum. İktidarın içine dahil olduğu şey aslında bir ilişkiler ağıdır. Yani ortada bir muktedir figürü varsa ona gönüllü veya gönülsüz olarak kulluk eden birileri de vardır. Buradan bakarsak erkek eziyor, kadın eziliyor diye net kategoriler oluşturmak yerine her muktedirin zayıf yanını ve her ezilenin de iktidar olmaya yönelik yanını ele almalıyız. Kadınlar da erkeğin iktidarını besleyen roller biçiliyorlar bence. Diyelim ki bir kadın, kötü giden evliliğini noktalamak üzereyse onu en çok engelleyen yine evlilikleri kötüye giden kadınlar olur. Bu kadının doğasına özgü bir şey değil. Ben her türlü iktidarın sorgulanmasından yanayım. Evdeki iktidar da buna dahil.
Öğrenmek için yabancılaşmak gerek diyorsunuz. Strasbourg da yaşayan Elif Şafak bu romanları yazamaz mıydı?
Yani tamamen yurtdışında yaşasaydım böyle bir şey yapamazdım herhalde. Ama tamamen burada yaşasaydım da yapamazdım. İçerdeyken dışarıdan bakmak, sonra yine içeri girip bakmak, bunlar önemli şeyler. Fakat bunu yapmak da bir risk.
http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2002/mart/31/kultur.html
|