. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
ELİF ŞAFAK RÖPORTAJ

 

 

A.O-Bildiğimiz kadarı ile uzun süre yurt dışında yaşadınız. Yurt dışında bir Türk olarak yaşamanın ne gibi dezavantajları oldu sizin için? Yabancıların ne gibi önyargıları vardı Türkler konusunda, bu önyargıları kırmak için neler yaptınız?

E.Ş-Benim çocukluğumun, gençliğimin farklı dönemlerinde farklı ülkelerde tecrübelerim oldu. Fransa’da doğdum, Türkiye’ye döndüm, daha sonra İspanya’ya gittik annemin görevi dolayısı ile. Ürdün, Almanya dönemlerim oldu. Amerika’da bulunduğum sürede Boston, Michigan, Arizona, tabii yaşadığım her farklı ülkelerde farklı tecrübeler elde ettim. Ama zannediyorum bende en çok iz bırakan İspanya dönemim, çünkü orda ben şeyi öğrendim insanlar size baktıklarında milli kimliğinizi milli aidiyetinizi görüyorlar. Mesela İspanya’daki okul çok kozmopolit bir okuldu, ben orada tek Türk öğrenci idim ve lakabım Türk idi. Ne yaparsanız yapın, eğer lakabınız Türk ise bu insana ben bir milli kimlik taşıyorum duygusu verir. Size bakanların gözünde kişiliğiniz o kadar önemli değil, önemli olan o Türk, o Çinli, diğeri Hintli. Ben insanların diğer insanları bu tip kategorilere ayırma ihtiyacını çok tehlikeli buluyorum.Bu tür durumlarda da mümkün mertebe bu kategorileri kırmaktan yanayım. Maalesef yurt dışında yaşayan Türkler çoğu zaman tam tersini yapıyorlar, bence Türkiye’deki Türklerden çok daha milliyetçi, muhafazakar ve dindar….daha çok kimliklerine sarılarak yaşıyorlar. Bunun bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum. Bence sorgulayıp yıkmak lazım…

A.O-Sizce bu kendilerinden mi, yoksa yaşadıkları çevreden mi kaynaklanıyor?

E.Ş-Bu iki yönlü bir şey tabii ki…

A.O-Belki de karşı taraf hissettiriyor bu insanlara Türk olmadıklarını?

E.Ş-Tabii, zaten öyle, çok haklısınız… Bu bir etki tepki meselesi, karşılıklı iki yönlü işliyor. Ne kadar çok ötekileştirilirseniz, siz de kendinizi o kadar ayrı tutarsınız yaşadığınız ülkeden. Bu yüzden de yurtdışındaki Türklerin gruplaşmasını, cemaatler halinde yaşaması tesadüf değil, çünkü böyle muamele görüyorlar ve gördükleri muameleye bu şekilde cevap veriyorlar. Ama ben yine de bu kısır döngünün kırılmasından yanayım. Ben yurt dışındaki öğrencilerimi de bu konuda eleştiriyorum. Bana gelip yakınıyorlar üniversitede çok yalnızız hiç Türk öğrenci yok diye… Yalnızlıktan yakındıkları yerler 50.000 kişilik üniversite kampüsleri… Türk yoksa Venezüellalı var… En iyi arkadaşın Hintli olsun ya da sevgilin Çinli ne fark eder ki? Neden olmasın?

A.O-Yabancılar Türk deyince ne anlıyorlar, kafalarındaki Türk resmi nasıl? Mesela ben kendimden örnek vererek açıklamaya çalışıyım size… Etnik kökenimin ne olduğunu bilmeyen bir sürü Türk arkadaşım belirli bir süre sonra acı gerçeği öğrendiklerinde, gerçekten mi ama hiç Ermeni’ye benzemiyorsun demişlerdir. Sanki Ermeni’nin boynuzları ya da ne biliyim kuyruğu falan varmış gibi… Tabii bu örneğimden bütün Türkleri aynı kefeye koyduğum anlamının çıkarılmasını istemem. Bununla o insanları da suçlamıyorum aslında, onların da önüne konan hazır bir bilgi var sonuçta… Yurt dışında da aynı şeyler Türkler için mi geçerli?

E.Ş-Ben buna kapsamlı bir cevap veriyim, siz istediğiniz gibi kısaltırsınız. Şöyle bir ayrım yapmalıyız ilk önce Avrupa’nın ve Amerika’nın olaya bakışları çok farklı. Amerika’da 11 Eylül’den sonra Türklükten ziyade İslam başlı başına bir kimlik tanımlama aracı oldu. Birçok ortalama Amerikalı için zaten fark etmiyor Lübnanlı, Suriyeli veya Iraklı…

A.O-Doğulu ve Müslüman olması yeterli…

E.Ş-Aynen öyle ne yazık ki… Bu genellemeye Türkü de rahatlıkla yerleştirebiliyorlar. Tabii bunlar çok sorunlu şeyler homojenleştirme, aynılaştırma politikaları. Avrupa’da olay böyle değil ama… Avrupalıların Türklerle teması var ama o da sorunlu bir temas. Dolayısıyla Avrupalılar kendi ülkelerinde yaşayan muhafazakâr Türkler ile Türkiyeli Türkleri özdeşleştiriyorlar. Bu bir sorun ama Türkiye içinde Türk kimliği nasıl inşa ediliyor bunun cevabı daha büyük bir sorun. Çünkü biz çok uluslu bir imparatorluğun çocuklarıyız torunlarıyız kaçıncı kuşaktan hepimizin ailesinde bir sürü karışık etnisite var. İnsanlar araştırsalar bulacaklar aslında, işte biri diyecek ki, benim anneannem Çerkez, öbürünün babaannesi Ermeni, birinin halası Kürt. Bunun böyle olması ilk olarak normal yani olağan ikincisi güzel bir şey, fakat biz bunu uzun yıllar bir utanç gibi sakladık. Saklanması gereken bir utanç gibi taşıdık ve aynılaşmaya çalıştık. O aynılaşmanın adı Türklük oldu. Bunun asıl sorun olduğunu düşünüyorum. Bazı şeyler bastırıldığı için…

A.O- Belki de bastırılamadığı için…

E.Ş- Evet, katılıyorum. Bastırılmaya çalışıldı sistematik olarak ve bastırılamadı.

A.O- Son dönemde yayınlanan Feriye Çetin’in Anneannem bir Ermeniymiş kitabı ve niceleri bu bastırılamamışlığın en önemli kanıtlarından biri bence. Sanki üçüncü nesil bunu daha rahat kabullenebiliyor ve söyleyebiliyor. Bilmiyorum bu Türkiye’deki şu andaki durumla mı alakalı yoksa yeni nesil artık etnik kökeninden utanmaması gerektiğini anlayabilecek kadar eğitimli mi?

E.Ş- Tabii bu kitaplar çok önemli oldu. Bunun akabinde ailesinde farklı kökenli insanlar olduğunu açıklayan köşe yazarları oldu. Bu bir kırılma noktası aslında. Ve bu olayların genel toplum üzerine bıraktıkları etki çok büyük. Mesela ben şöyle bir şey de gözlemliyorum, geçenlerde bir imza günüm vardı Diyarbakır’da ve çok kalabalıktı salon. İnsanlardan negatif yönde hiçbir eleştiri almadım, kimse neden Ermeniler ile ilgili bir kitap yazdın demedi bana. Bazen şöyle geliyor bana o ortalama okur dediğimiz aslında daha açık her şeyi konuşmaya. İstanbul’un doğusuna doğru gittikçe bazı şeyleri çözmek aslında daha kolaylaşıyor. İnsanların ailelerinde böyle örnekler var, hikâyeler var. Biri diyor ki, benim dedem anlatırdı şöyle -şöyle olaylar olmuş, bir diğeri diyor ki benim kendi dedem bir yetim ermeni kızı almış kendine diye. Bu insanlar daha aşina bu tip olaylara. Ama bence İstanbul’da yaşayıp da burnunu İstanbul’dan çıkartmayan bir kültürel elit var, kalem ehli, gazete yazarları, bürokratlar… Bu elit kesim çok önyargılı ve duymaya tahammülleri bile yok.

A.O- Bir söyleşinizde, yirmili yaşlarımda yurt dışında yaşayan birçok Türk gibi Türk imajını batılıların gözünde düzeltmek diye adlandırdığınız meseleye meraklı olduğunuzu söylemişsiniz. Bunu biraz anlatır mısınız, neler yapardınız mesela…

E.Ş-Ben şöyle düşünüyorum. Bizim kendimizi batılılara batılı göstermek gibi bir kompleksimiz var. Kendi imajımızla bir sorunumuz var. Ben bunu çok ironik buluyorum. Mesela hala bunun izleri yansımaları var ben ABD’ye konuşmalara gittiğimde üniversitelerin bulunduğu şehirde yaşayanlar bana, ne iyi oldu geldiğiniz, bizim Araplara benzemediğimizi görsünler, diyorlar. İmaj, vitrin sorunumuz var. Bu vitrine de hep kadını, özellikle de modern Türk kadınını oturtmak gibi bir saplantımız var. Ve bu hiç de masumca bir şey değil. Bu kurcalanması gereken bir şey, ama daha önemlisi var. Türkiye’de köklerinden utanan bir elit var, kendi köklerinden utanan, hafıza özürlü, tamamen amneziden beslenen, gözünü mekanik bir şekilde batıya dayayan, gelenek dediğimizde bağnazlık anlayan. Bu insanlar kendi topraklarındaki çoğunluktan utanan, bu yüzden de kendini batıya kanıtlamaya çalışan bir steril grup var. Annem de diplomat olduğu için benim bu eliti çok yakından tanıma ve gözlemleme şansım oldu. Bunu en çarpıcı örneklerini Almanya’da gördüm. Almanya’da o kadar Türk olmasına rağmen diplomatlar kendilerini çok ayrı tutarlar bu insanlardan. Diplomaside yaygın bir şeydir bu. Çok komik şeylere tanık olmuşumdur, mesela 29 Ekimlerde, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında Almanlara Almanca aryalar söyletmek için Türkiye’den sopranolar getirtilir, bu bir yapaylık, bir özentilik, ötekine kendini ispat etme, kendini beğendirme gayretidir. Oysa Almanya’da inanılmaz iyi müzik yapan Türkler vardır. O insanlarla temasları yoktur ama diplomatların…

A.O.- Peki bu tip diplomatik çevrelerde bulunan insanların bile taşıdıkları kimlik gereği kompleksi olduklarını düşünürsek, acaba bu biraz da Avrupa’nın tavrından mı kaynaklı…

E.Ş-Tabii, bu iki yönlü bir şey. Ben iki tarafının birbirini beslediğini düşünüyorum. Avrupa da çok cahil ve önyargılı maalesef. Bence Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme sürecinde de yaşananlar bunun yansıması. Bu hep aynı ön yargı aslında ötekinden korkma, farklı olandan korkma, kendine benzeyemeyeni sindirememe.

A.O- Türkiye’nin imajına egemen olan bir grup olduğunu söylüyorsunuz. Geçmiş hafızası çok zayıf ve inkârcı bir grup. Her kesimden insan olduğunu belirtmişsiniz. Hükümet yetkilileri, bürokratlar, diplomatlar, yazarlar… Bu hafızasızlığın altında yatan rejimi veya ideolojiyi koruma kaygısı mı acaba? Sonuçta hafıza birileri tarafından silinilmek istendi ise, bir amaç uğruna istendi diyebilir miyiz?

E.Ş- Ben aslında dört ana yaklaşım olduğunu düşünüyorum aslında.1915 konusunda da genel anlamda da…

Birinci yaklaşım, en yaygın olan yaklaşım bu. Genel bir kayıtsızlık, ilgisizlik, bilgisizlik, meraksızlık söz konusu. Biz merak etmeyen, merak duygumuzu yitirmiş bir toplumuz. Küçük-küçük merak duyguların olacak ki, mesela benim yaşadığım apartmanda daha önce kim yaşamış, her gün önünden geçtiğim mezarlıkta kimler yatıyor gibi, bunun gibi merak duyguları insanı tetikler düşünmeye sevk eder. Bu tabii bizim modernleşme biçimimizden kaynaklandı. Ne kadar çabuk ve ne kadar keskin bir biçimde geçmişimizden kopup bu arzu ettiğimiz geleceğe odaklanırsak, o kadar hızlı modernleşeceğimizi ve batılılaşacağımızı zannettik. Zamanı hızlandırmaya çalıştık ve geçmiş ile bugün arasına bir makas çektik, koptuk. Bunun bir izi bu yaklaşım.

İkinci yaklaşıma yakın olan insanların sayıları daha az ama bu insanlar daha muktedirler, sesleri daha çok çıkıyor. Bunların içinde bürokratlar, diplomatlar, köşe yazarları, askeri, siyasi ve kültürel elitin belirli simaları var. Sayıca daha azlar ama daha keskinler, daha köşeliler ve sesleri çok çıkıyor. Suçlayıcılar ve çok muktedirler.

Üçüncü yaklaşımın ben daha çok yurt dışındaki olsun buradaki olsun genç kesim tarafından paylaşıldığını düşünüyorum. Özellikle üniversitede okuyan öğrencilerden çok duyuyorum. Diyorlar ki, peki ne oldu ise oldu, ama ben neden sorumlu tutuluyorum, diyelim ki dedem böyle bir şey yapmış bunun suçlusu ben miyim?.Gerçekten de bu gençler, samimi olarak Ermenistan ile daha iyi ilişkiler geliştirmek istiyorlar ama bunu gelecek üzerinden yapmak istiyorlar, geçmiş üzerinden değil.

Dördüncü yaklaşım daha çok entelektüel kesimler tarafından paylaşılıyor. Ben de kendimi bu yaklaşıma yakın hissediyorum. Geleceğe ulaşmak için geçmiş bilincimizin olmasının gerektiğini savunan bir yaklaşım. Geçmişi konuşamadan bu işi halledemeyiz, çünkü geçmiş de bugünün içinde yaşar diyenlerin yaklaşımı bu. Bu da hafızanın önemli olduğunu düşünenlerin yaklaşımı…

A.O.-Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu süreçte alınması gereken yolda kökten değişiklikler hangi konularda olmalı? AB’nin Türkiye’ye bakışı nasıl?

E.Ş.-Ben bu süreci destekliyorum ve Türkiye’nin AB’nin bir parçası haline gelmesinin iki taraf için de yararlı olacağını düşünüyorum. Beni kaygılandıran giderek kutuplaşan, medeniyetler çatışmasına inanan bir dünya var. İslam ile batı demokrasisinin yan yana gelemeyeceğine inanan bir dünya var. Bu kadar çok önyargının hâkim olduğu bir dünyada, AB süreci çok önemli bir sınav aslında ve bu anlamda hudutların bulandırılması, Avrupa’nın kendi kozmopolit bünyesine Türkiye’yi de dâhil etmesi ve içindeki Müslüman halkla bütünleşmesi…

A.O.- Türkiye’nin AB’nin bir parçası haline gelmesinin iki taraf için de yararlı olacağını düşünüyorum dediğinizde kast ettiğiniz Avrupa’nın kendi bünyesine Müslüman bir ülke alması mı?

E.Ş-Ben birçok açıdan Avrupa için iyi olacağını düşünüyorum, buna ekonomik sebepler de dâhil. İş gücü ve pazar. Tabii Türkiye için de çok iyi olacak ama bunların dışında beni ilgilendiren o kültürel karışım ve kültürel melezlik. Bence önümüzdeki yüzyıl insanlar için bir melezlik sınavı olacak, kozmopolitlik sınavı… Kozmopolitlik kelimesine itibarının iade edilmesi gerektiğine inanıyorum. Reformlara gelince, elbette birçok reformun yapılması gerekiyor ama bu AB bunları bizden bir şart olarak istediği için değil zaten kendi insanımız o yaşam düzeyini hak ettiği için yapılmalı. Değişimin muhakkak içeriden gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama bu reformlar bir şart olarak dayatılırsa Türkiye’nin önüne bu sadece milliyetçi alt-dalgayı besler, bundan kaçınmak lazım.1915 tartışmalarında da böyle, eğer bir ön koşul olarak dayatılırsa olmaz. Değişimin muhakkak alttan gelmesi gerektiğine inanıyorum. Sivil toplum değişmeli, üstten ya da dışardan dayatılmamalı. Bunun için ilk önce Türkiye’deki sivil toplumun güçlenmesi gerektiğine inanıyorum. Buradaki demokrat seslerin desteklenmesi lazım. Bence Avrupa’daki kozmopolit entelektüellerle Türkiye’deki kozmopolit entelektüellerin ve başka ülkelerdeki entelektüellerle daha çok fikirsel ve ruhsal dayanışma içinde olması lazım.

A.O- Avrupa birliği sürecinde de onun dışında da türban ve irtica bire bir birbirine bağlanıyor bugün Türkiye’de. Türban dini özgürlük olarak değil de ideolojik simge ve tehdit unsuru olarak algılanıyor. Bu konudaki fikirleriniz nelerdir?

E.Ş-Ben kesinlikle türban yasağına karşıyım bu yüzden de çok eleştiri aldım özellikle sol ve Kemalist kesimden. Fakat ben bu yasağın tamamen kadınların aleyhine işlediğini düşünüyorum. Kadınların eğitim hakkını etkilediğini.

A.O-Dini özgürlüklerini kullanma konusunda bile erkeklerin daha çok hakları varmış gibi gözüküyor, değil mi?

E.Ş-Kesinlikle katılıyorum size.Aynı fikirdeki erkek elini kolunu sallayarak üniversite kapısından girebiliyor ama aynı dünya görüşüne sahip kız öğrenci giremiyor.Yani müthiş bir iki yüzlülük var aslında belli kurumlara baş örtüsünü yakıştıramamak sadece olayların daha keskinleşmesine sebep oluyor.Üniversitenin içinde bunun yapılması bana çok sorunlu geliyor, özellikle sosyolog veya siyaset bilimci olup da kendi türbanlı kız öğrencilerine çok mesafeli bakan Kemalist kadın öğretim üyesi tiplemesini çok iyi biliyorum. Bu tiplemeler çok sorunlu tiplemeler o sorunlu hiyerarşik yukardan bakış, o aydınlanmacı elit …Biz bu toplumu yukardan modernleştiririz ve o toplum için neyin en iyi olduğunu biz biliriz diyen bir elitin mantığı. Biz o mantıktan çok çektik o yüzden, o mantık değişmeli... Sivil toplumun çeşitli olduğunu, heterojen olduğunu kabul edip,Cumhuriyetin ilk yıllarında yaratılan homojen siyasi elitin dışında bir iktidar ve demokrasi ilişkisine ihtiyacımız olduğunu kabul etmeliyiz.

A.O- Reformlardan bahsetmişken Cumhuriyet dönemindeki reformlar da sizin dediğiniz gibi tepeden inme oldu yani devrim aşağıdan yukarıya doğru olamadı. Bugün bizi zorlayan ve düşündüren sorunların arkasında yatan sebep Türkiye’de baştan beri işleyen yanlış reform mekanizması mı?

E.Ş-Tabii, biz ta başından itibaren ulus devletimizi böyle kurduk. Hep yukardan aşağıya. Bu bir nevi anlaşılır bir şey 1930’ların şartları düşünüldüğünde. Ben bu yıllarda olumlu ve olumsuz şeyler yapıldığından bahsettiğimde beni anti-Kemalist olmakla suçluyorlar, bana sözde Türk diyorlar. Zaten Türkiye’de hep aynı anlayış var ya Kemalist olursunuz ya da nefret edersiniz arası yoktur, gri renkler yoktur… Ama ben eleştiri hakkımı da kullanmak istiyorum… Türkiye’de kendi halkından korkan bir elit ve yukardan aşağıya işleyen ters bir reform mekanizması var…

A.O- Türkiye’deki sanatçıların apolitik olmak gibi bir şans yok diyorsunuz. Bu fikriniz tüm dünya sanatçıları ve aydınları için geçerli mi, yoksa Türkiye’de durum biraz farklı mı?

E.Ş- Belki Belçikalı bir yazar olsam böyle düşünür müydüm bilmiyorum, ya da daha farklı bir ülkede doğmuş olsaydım. Ama Türkiye’den çıkıp da apolitik olmayı gerçekten anlamıyorum o yüzden Türkiye’yi vurguluyorum. O kadar çok ses var ki duyacak ve bence sanatçı o anlamda bir tek beyni ve yeteneği ile iş yapan insan değildir aynı zamanda vicdanı ile iş yapan insandır. O yüzden vicdan önemli bence. Ben zaten politik olmaktan şunu anlıyorum… Hani kendi küçücük yaşamlarımız var ya, içine doğduğumuz kimlik, içine doğduğumuz aile, onun dışında ne oluyor ne bitiyor merak etmek. Birinin parmağı kanadığında hissedebilmek, o acıyı paylaşabilmek, o acının senin umurunda olması..Bu bence, bu merak…

A.O-Merak damarımız sanki kurutulmuş değil mi? Türkiye’deki ilköğretim sistemi de bu açıdan öğrencileri araştırmaya teşvik etmeyip, ezberci olduğu için çok eleştirilir…

E.Ş-Evet, öyleyiz ezberciyiz ve bireysellikten korkuyoruz. Bireysel farklılıklardan çok korkan bir toplumuz. Aslında çok cemaatçi bir toplumuz. Zannediliyor ki; cemaat sadece muhafazakâr İslami kesimin kodu, öyle değil sol da çok cemaatçi, bazen kadın hareketi de cemaatçi, Kemalizm de çok cemaatçi. Herkes kendi küçük adalarında yaşayıp, ülkenin geri kalanını uzak bir Kafdağı gibi görüyor. Bunun çok sorunlu olduğunu düşünüyorum, bireysel farklılıkları tolore edemeyen, kendisi için tehdit gibi gören bir kültür dokumuz var. Bu yaratıcılığı da öldüren bir şey.

A.O-Çok hoşuma giden bir cümleniz var. Türkiye’yi sevdiği için eleştiren, eleştirdiği için değiştirmeye çalışan ve bunun için de cezalandırılan insanlar olduğunu söylüyorsunuz. Bunun temel sebebi nedir? Türkiye’de neden insanlar eleştirmeye ve eleştirilmeye açık değiller, her şeyi bütün olarak sevmekten yanalar?

E.Ş- Bir kere neyi eleştirirseniz bu sizin onu önemsediğiniz anlamına gelir. Sizin için bir şey ifade ediyor demektir. Aslında eleştiri olumlu bir şeydir, pozitif bir sinyaldir. Bizde de sizin dediğiniz gibi partizanlaşmaya kutuplaşmaya hazır bir yapımız var. Edebiyatta bile bu böyle. Bazen okurlardan gelen mektuplara bakıyorum ya çok beğenmişler ya da hiç… Bu böyledir Türkiye’de ya översin ya söversin… Ya bütünüyle benimsersin bir yazarı ya da bütünüyle reddedersin. Okumadan reddedenler vardır mesela, ben okumadım ama o yazarı sevmem derler, nerden biliyorsun okumadınsa? Ama ara tonlar çok önemli, belki bir kitabını sevmedin ama diğerini seveceksin…

A.O- Veya içinden bir tek cümleyi seveceksin…

E.Ş-Evet, tam olarak da o demek istediğim, belki o bir cümlenin sende izi kalacak… Ara tonlar çok gerekli, biraz daha esneklik… Biz artık tereddüdü sevmiyoruz, mütereddit insan sevmiyoruz, onu kaybettik… Ama tereddüt düşünen insanın özelliğidir. Tevazuu kaybettik, mütevazı insan sevmiyoruz…

A.O-Düşünen insan sevmiyoruz…

E.Ş- Evet… Tekil kalabilen insan sevmiyoruz… İlla ki bir cemaatin olacak, bir adresin olacak, ya da filancacılardan olacaksın…

A.O- Geçen seneler zarfında insan hakları ve demokrasi açısından yol alınabilindi mi sizce? Alındı gibi gözüküyor ama TCK 301 madde aydınlar için bir engel hala, insan nasıl düşünmesi gerektiğini kestiremiyor. Bu konuda ne yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

E.Ş- Ben çok önemli adımlar atıldığını düşünüyorum. Büyük değişiklikler yaşandığı için de belirli çevrelerde panik ve korkunun arttığını düşünüyorum. Bazı şeyler ne kadar hızlı ve kökten değişir ise, o değişimden rahatsız olanların sesleri de daha çok çıkar. Ama o seslere bakarak hiçbir şey değişmiyor zannetmemek lazım. Bence önümüzdeki beş sene çok büyük kırılmalara sahne olacak Türkiye’de fikirsel bir kırılma. Bir tarafta benim aynakeşler dediğim yani kendi suretine âşık narsistler diye gördüğüm bir kesim var. Böyle düşünmemin sebebi şu, çünkü onlar aynılaşmak istiyorlar. Hala aynılaşma politikasını sürdürmek istiyorlar… Narsist ne ister, etrafındaki herkes kendisine benzesin ister, dolayısı ile narsistçe bir refleks bu ve Türkiye’yi daha içine kapalı tutmak isteyen bir refleks. Bunun tabi ki kenarları var… Sevr sendromu, bu ülkenin üç tarafı denizler ile dört tarafı düşmanlarla çevrili diye diye büyütüldük biz… O refleks devam edecek… Ama diğer taraftan daha kozmopolit, kendi içindeki çoğunluk ile barışık ve kendini dünya vatandaşı olarak görmeye hazırlanan, Türkiye’nin ulusal hudutlarının düşünce dünyasının sınırları olmasına izin vermeyen ikinci bir kesim, yaklaşım olacak. Bence bu iki grubun arasındaki fikirsel çatışmanın sonucu çok önemli…

A.O- Peki nasıl olacağını düşünüyorsunuz? Var mı aklınızda birkaç proje?

E.Ş- Bence Avrupa’nın yaklaşımı da çok belirleyici olacak. Avrupa da kendi fikirsel çatışmasını yaşıyor, sadece biz değil. Ben medeniyetler çatışmasına inanmıyorum ama her ülkenin kendi içinde bir fikirler çatışması olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki Avrupa’da da bu merkez kesim, kapalı ve aynılaşma yanlısı kesim güçleniyor. Onlar bizdeki narsistleri güçlendirir sadece, o işte işin kaygılandırıcı kısmı…

A.O-Farklı ülkelerde bulunan aynı fikirdeki insanlar birbirlerini tetikleyecekler mi?

E.Ş- Ben açıkçası Hıristiyan Muhafazakârlar ile Yahudi Muhafazakârların ya da Müslüman Muhafazakârların yani kemikleşmiş Muhafazakârların kanka veya kardeş olduklarına inanıyorum çünkü o kadar benzer şeyler söylüyorlar ki; aynı mantığı yürütüyorlar, hepsi aynı korku politikasından besleniyorlar…

A.O- Bir diplomat çocuğu olarak 1980li yılların başında Avrupa’da yaşamışsınız. Türk diplomatlar için zor bir dönemdi. Ermeni kelimesi sizin için ne ifade ediyordu o dönemde, bir çocuk olarak neler hissediyordunuz? Çevrenizden gelen yorumlar nelerdi?

E.Ş- 10-11 yaşımda bana sorsanız Ermeni ne demektir diye ben muhtemelen annemi öldürmeye çalışan terörist derdim. Hepimizin kişisel sözlüğü var, beni o yaşlardaki sözlüğümde Ermeni karanlık tipli bir adam, eli silahlı… Art niyetli… Benim başlangıç noktam pozitif değildi, tamamen ön yargılı idim ve birçok diplomat çocuğu gibi karşılığında nefret etmeye hazırdım. Birileri sizi düşman belliyor ve siz de onları düşman belliyorsunuz. Sonuçta bu iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Onun için o dönem Ermeni kelimesinin anlamı benim için çok kötüydü.

A.O- Ermeni tarihi ile ilgilenmeye ne zaman ve nasıl başladınız? Ben bunu biraz geçmişe bağlıyorum. Yurtdışında yaşamanın ve Türk imajını değiştirme çabası sizi geçmişin karanlık sayfalarını kurcalamaya itmiş olabilir mi? Sonuçta Türkün ne olduğunu anlatabilmeniz için ilk önce kendinizin mi anlaması gerekiyordu Türk olduğunu?

E.Ş- Muhakkak, haklısınız. Bence hepsinin etkisi var. Ben bir aile ortamında, bir süreklilik duygusu ile büyümedim, bir baba figürü ile bir baba otoritesi. O yüzden yalnızlık kültürel yabancılaşma sizi bir sürü şeyi sorgulamaya itiyor, tabii bu işin bir kısmı. Bir başka önemli kısmı ise, tabii edebiyatçı olarak hikâyelere ilgi duyuyorsunuz, özellikle de anlatılamayan susturulan hikâyelere… Ben hiçbir zaman muktedirlerin hikâyelerine ilgi duymadım hep kenarlara itilmiş, marjinalleştirilmiş kişilerin hikâyelerine ilgi duydum… Kitaplarımdaki kişiler de böyle insanlardır zaten. Ben genel anlamda kültürel, sosyal, dinler tarihlerine ve mikro tarihlere yani bireylerin tarihlerine çok büyük ilgim var. Akademide de, edebiyatta da bu böyle… Ben bundan besleniyorum ve bu bana şunu anlatıyor tarih birkaç şekilde de yazılabilir…

A.O- Tarih sübjektif bir şeydir yani…

E.Ş-Tabi zaten bu yüzden tek bir tarih anlatımını alıp da bütün insanlar için geçerli olduğunu iddia edemezsiniz. Sormak lazım kimin için? Hangi dönemde? Hangi zamanda? Hangi özne için? Mümkün mertebe küçük küçük lokmalara ayırıp yutmak lazım. O büyük kallavi genellemeler aslında cehaletten kaynaklandığını düşünüyorum. Osmanlı gibi çok uluslu, çok katmanlı ve çok uluslu bir imparatorlukta birden fazla tarih yorumu çıkacaktır karşınıza. Ben o çoğunluğu seviyorum, o çoğunluktan ürkmeyen biriyim. Ama dediğiniz doğru tabii Türk kimliğini de sorguluyorsunuz, yurt dışında karşılaştığım birçok şeyin izi var bende. BABA ve PİÇ’i de yazarken mesela Amerika’da gördüğüm birçok şeyden etkilendim. Belki onlar beni kendi çocukluğuma da götürdü, kendi kişisel önyargılarımla yüzleşmeye götürdü. Onun için işin içinde hem bilinçaltı var, hem araştırma var hem gözlem var.

A.O- Yeni romanınız BABA VE PİÇ’i yazana kadar, Türk-Ermeni ilişkileri hakkında ne gibi araştırmalarınız ve çalışmalarınız oldu?

E.Ş-Kitabı yazmadan önce de yazarken de değişik workshoplara, panellere, konferanslara katıldım. Ben bir süredir belli bir diyalog geliştirmeye çalışan Ermeni ve Türk entelektüellerinin oluşturduğu bir networkun parçasıyım. Onu da çok önemsiyorum daha fazla köprü kurulması gerektiğini düşünüyorum, çünkü bence her iki tarafın da en çok ihtiyacı olan şey biraz birbirini dinlemeyi öğrenmek. Ortalıkta çok fazla bilen ve dinlemeyen insan var. O anlamda dinlemenin çok önemli bir adım olduğunu düşünüyorum. Akademik ve entelektüel köprülerin içinde yaklaşık bir beş senedir bulunuyorum. Ama ondan önce de ilgiliydim bu konularla. Size şunu söyleyeyim, benim için Ermeni Meselesi diye bir olgu, bir kavram yok. Tanımlamanın kendisini sevmiyorum zaten. Ermeni Meselesi, Kürt Meselesi… Yani Ermeniler sorun çıkarttı, biz de şimdi halletmeye çalışıyoruz. Bu bir demokrasi meselesi, demokrasisizlik meselesi, aynılaştırma meselesi var, genel bir hafızasızlık var… Dolayısı ile meseleye böyle baktığınızda ben resmi tarihin dışladığı, susturduğu bütün seslere ilgi duyuyorum. Bazen diasporada şunu görüyorum, bazı insanlar için tek bir mesele, yalıtılmış bir Ermeni Meselesi var… Ben buna karşıyım…

A.O- Benim algıladığım kadarı ile romanda anlatılmak istenen temel şeylerden biri Ermenilerin geçmişleri ile barışamadıklarından sonucunda sahip oldukları yaşlı hafıza sebebiyle Türklerin de geçmişi bilmediklerinden dolayı ortaya çıkan hafızasızlık sonucunda bu günü yaşayamamaları. İki taraf da geçmiş ile olan sorunları yüzünden bugünü yaşayamamakta? Bir yazar olarak tabi ki çözüm üretmek sizin göreviniz değil, ama işaret ettiğiniz bir şeyler vardır belki de?

E.Ş-Bence çok doğru tespitiniz. İki tarafın da bugünü ve şu anı yaşayamadığını düşünüyorum. Özellikle Ermeni diasporasını ayırmak lazım, bana çok ilginç geliyor mesela 1915’i bizzat yaşayan kuşak, en çok acıları çekmiş olmasına rağmen, bence bugünkü nesil kadar önyargılı değil. Çok acı çekmişler ama aynı zamanda iyi Türkler de tanımışlar. Ve genelleme daha az yapıyorlar daha spesifik konuşuyorlar.

A.O-Sonuçta kendine acı veren bile olsa karşısındakinin kim olduğunu biliyor…

E.Ş.-Evet, onlar için bir isimden, soyut bir hayalden ibaret değil Türk. Ben şöyle hikâyelere de çok tanık oldum, mesela diyor ki benim baba tarafımı tehcir sırasında öldürmüşler, ama anne tarafımı da filancalı imam kurtarmış. Ben şimdi Türkler hakkında nasıl genelleme yapayım. Böyle hikâyeler de var. Biz aslında 1915’i konuşabilsek iyi hatıralar da bulabiliriz. Sadece trajediler değil, içinde insani hikâyeler de var… Ama üçüncü kuşak diaspora, mesela ikinci kuşak öyle değil onların daha farklı sorunları olmuş mesela Amerikalılaşmak gibi, ama üçüncü kuşak anneannelerinin, dedelerinin hafızaları ile yaşamak en önemli kimlik aidiyeti olmuş durumda. Bu bence üzerinde durulması gereken bir nokta. Onlar çok rahat genelleyebiliyorlar mesela Türkleri ve o geçmiş ile yaşıyorlar, ama o kendi geçmişleri değil…

A.O- Miras alınılmış bir hafıza belki de?

E.Ş- Evet tam olarak öyle. Tabii Türk tarafı da çok sorunlu. Onlar da tamamen geçmişi silmiş, hatta Omsalı ile kendisi arasında hiçbir süreklilik olmadığına inanıyor.20 yaşlarında bir Türk genci Osmanlı son dönem ve kendi arasında en ufak bir bağ bile kurmuyor.

A.O-Ama bu bir devlet politikası bence, hatırlarsınız birkaç sene önce Darülaceze’nin kuruluşunun yıldönümü kutlanıyordu, kurucu Abdülhamit Sultan olduğu için onun da resmi asılmıştı, yer yerinden oynadı o günlerde…

E.Ş-Katılıyorum size.

A.O- Bir yazar olarak tabi ki çözüm üretmek sizin göreviniz değil, ama işaret ettiğiniz bir şeyler vardır belki de?

E.Ş- Bu sorunu Üçüncü nesil çözecek, öncelikle onu söyleyeyim. Ama ben genel olarak tek bir mesaja indirgemekten kaçınıyorum, çünkü çoğuldur kişilikler, hikâyeler… Farklı okurlar da farklı mesajlar alabilirler ama şunun altını çizmek isterim hafıza bir sorumluluktur. Dolayısı ile bu anlamda Türkiye’den bir adım gelmesinin gerektiğini düşünüyorum. Bunu derken devletten değil siyasetçilerden değil. Bireyler başlamalı bu işe. Kendi aileni araştırarak bile başlayabilirsin meseleye. O mikro araştırmalar bile bir şeydir. Kendi vicdanından işe başlayabilirsin. Bu kadar önyargılı olmayarak işe başlayabilirsin. Bunların bile çok büyük şeyler değiştireceğini düşünüyorum. Benim gönlüm arzu eder ki; genç Ermeni nesil de bu kadar çok hatırlamasın, ama onlara bu kadar çok hatırlama diyebilmek için, öncelikle bizim Türklerin hatırlaması lazım. Kendi hatırlamadığın bir şey için başkasına unut diyemezsin. Meselenin insani ve vicdani yönü kep küçümsendi, sayılar üzerinde duruldu, hep soykırım kelimesinin getireceği diplomatik açmazlar konuşuldu. O açıdan çıkmaz bir sokağa girdik şimdi onu oradan alıp, daha bireysel düzeyde bir şeyler yapmalıyız. Yapabileceğimiz en kolay şey nedir, acını paylaşıyorum, yasını senle birlikte tutuyorum ve üzgünüm diyebilmek. Biz bunu dahi yapmadık. Ben bunu yaptığımda, Ermeni arkadaşlarıma ya da yeni tanıştığım Ermenilere böyle dediğimde birçok buzun kırıldığına bizzat kendim tanık oldum. İnsani düzlemde ilk adımın Türklerden gelmesi gerektiğine inanıyorum.

A.O- Bu romanı yazmaya sizi ne itti? Yanlış anlamayın ben edebiyatın mutlaka mesaj içerikli olmasından taraf değilim ama bence bu roman iki tarafın travmalarının çok masum ve anlaşılır şekilde ortaya konulduğu bir çalışma. Bizi birbirimize mi anlatmayı amaçladınız? Şu kadarını söyleyeyim, amaçlamadınızsa bile başardınız?

E.Ş-Bunu yapmak istedim evet romanda. İki aileyi Türk-Müslüman Kazancılarla Ermeni-Katolik Çakmakçıyanları birbirlerine ayna olarak tuttum ama belki de kendi geçmişimle de uğraştım, benim çocukluğumda da süreklilik olmadı mesela… Bu kitapta iç içe geçmiş çok öykü var, o anlamda tek bir tema etrafında dönmüyor.

A.O- Ben romanınızı şu açıdan çok başarılı ve enteresan buluyorum, mesela Asya’nın babası en kötü ve suçlu karakter olmasına rağmen, ona bile kızamıyoruz çünkü anlıyoruz onu, görebiliyoruz kötünün içindeki iyiyi de…

E.Ş- Bu dediğiniz benim için çok önemli. Entelektüelin ve yazarın en temel özelliği empatik olması. Edebiyat olduğun şeyi anlatmak değildir, olmadığın şeyi anlamak ve anlatabilmektir. Onun için benim romanlarımda kahramanlar, mutlak iyi karakterler ve mutlak karakterler yoktur. Ben kahramanlara inanmıyorum. Önemli olan dışlananları görebilmektir. Bugün herkes eziyor ve eziliyor. O yüzden insanları siyah ve beyaz olarak ayıramayız. Ben yurtdışında konferanslara gittiğimde salonda Ermeniler de oluyorlar. Çoğu konuşma sonrasında gelip ama siz Ermeni milliyetçiliğini de eleştiriyorsunuz diyorlar. Onlara göre Türk milliyetçiliği ezen ulusun milliyetçiliği, diğeri ise ezilen ulusun… Ben her türlü milliyetçiliğin iki adım, bilemediniz beş adım sonra aynı yere geleceğini düşünüyorum. Her milliyetçiliğin özünde biz ve onlar ayrımı vardır. Ve bu bizin onlardan üstün olduğu farklı olduğu. Edebiyat da bunları kırmalı zaten, onun için ben bu kitapta bunu yaptım, farklılıkları değil benzerlikleri vurguladım.

A.O- Romanın kahramanı Asya bir piç. Geçmişinin temel taşlarında olan bir bilgiye, babasının kim olduğunu bilmeden büyümek zorunda kalmış daha doğrusu bırakılmış bir genç kadın. Geçmişini aydınlatamadığından dolayı bugünü de sorunlarla dolu… Asya’nın Türkiye olduğu aşikâr.

E.Ş-Tam olarak öyle söylemeyelim aslında, çünkü Piç kelimesinin bizdeki anlamı çağrışımı çok sert. Herkes bunu göz ardı ediyor ya da bilmiyor ama Piçin bir ikincil anlamı da var Türkçede. Köylüler, toprakla uğraşan insanlar bilir kullanır bu kelimeyi sürekli, Piç ağacın dibinden çıkan o küçük sürgünün adı da Piçtir. O Piçler ağaçtan farklı bir tarafa gitmeye çalışırlar. O anlamda da Asya bir Piç. Seviyor ailesini ama farklı bir tip, ama ayrı bir tarafa gitmeye ne kadar hakkı var… İnsanları sevgi ile de boğabilirsiniz. Şefkatle de boğabilirsiniz..

A.O-Peki Asya’dan bu bilginin saklanmasının sebepleri neler… Annesinin utancından dolayı dile getirememesi mi, yoksa geçmişi hem Asya hem de çevresindekiler bilmezler ise Asya’nın geleceğinin daha parlak olmasını düşünmesi mi?

E.Ş.- Kitabın tartıştığı temel şeylerden biri de bu aslında. Geçmiş acılı ise karanlık ise acaba bilmemek daha mı iyi yoksa her şeye rağmen o bilgiye sahip olmak mı daha iyi? Ben bu soruya cevap vermenin çok kolay olmadığını düşünüyorum. Zaten romanı okuduğunuzda tek bir cevap da olmadığını görüyorsunuz. Hafızayı çok önemsiyorum ve hafızan beraberinde bir ağırlık bir sorumluluk da getiriyor. Hafıza aynı zamanda yıkıcı bir şey de olabilir.

A.O- Aşure kitabın temel taşlarından biri. Mozaik, mermer tartışmalarının yapıldığı bir dönemde aşure modelini Türkiye’ye benzettiğinizi düşünüyorum. Biraz açıklar mısınız bize aşurenin anlamını?

E.Ş-Aşurenin aslında çok önemli bir metafor olduğunu düşünüyorum. Aşure bir çoğunluğun sembolüdür ve birçok farklı malzeme ile yapılır. Ama aşure pişirilip önünüze konulduğunda görürsünüz ki; her malzeme kendi farklılığını korumuştur.

A.O- Ezilmemiş, karışmamıştır…

E.Ş.-Evet, tam da bu; ezilmemiş, karışmamıştır… İncir, incir olarak kalır o pişirme işlemi sonunda, incir fasulyeye dönmez. Ama incir ile fasulyenin yan yana gelerek oluşturdukları ortak bir tat vardır. Bu çok önemli; hem farklılığı korumak, hem de beraber bir kültür yaratmak.

A.O-Bu bana son günlerdeki alt kimlik, üst kimlik tartışmasını hatırlattı.

E.Ş- Benim tanımım da bu zaten. Hep beraber bir üst kimlik yaratacağız ama o üst kimlik bizi aynılaştırmayacak. Dolayısıyla hem farklılık hem yan yanalık… İkisi birden mümkün olabilmeli, aşure bunun sembolü… Bir de aşure her dinde, her kültürde bereketin sembolüdür. Bir de aşureyi tek başınıza yemezsiniz, tiramisu değildir, vanilyalı dondurma değildir ki; televizyonun önüne geçip yiyesiniz… Aşure başkaları için pişirilir, paylaşmak için pişirilir, pişirilince dağıtılır. Bir geleneği vardır, kaplara konur ve komşulara dağıtılır. İnsanlar ile aranızda köprüler kurar, o anlamda da aşurenin özel bir tatlı olduğunu düşünüyorum…

A.O- Halit Refiğ’in sizi anti-Kemalistlikle ve Sözde TC vatandaşı olmakla suçladığını biliyoruz. Bütün bu suçlamalar sizin olaylara daha realist bakmanızdan mı kaynaklanıyor? Hala korkuluyor mu farklı düşünenlerden. Sözde TC vatandaşı başlıklı yazınızdan Türkleri Sözde, gözde ve özbeöz Türkler olarak gruplandırmışsınız? Biraz açıklar mısınız?

E.Ş- Bu çok eski bir refleks. Bu bir iç mihrak arayışı. Özellikle şu konuda çok hassasız, eleştireni sevmiyoruz, yurtdışında eleştireni hiç sevmiyoruz… Kol kırılır, yen içinde kalır mantığı… Yabancılara, batılılara bizim kötü yanlarımızı nasıl gösterirsin. Aile içinde kavgamızı edelim ama başkaları duymasın. Özellikle yurt dışında yaşıyorsanız, yabancı bir gazeteye bir şeyler yazıyorsanız. Bu tepki iki üç katına çıkıyor. Bu da bana çok ilginç geliyor tabii. Milliyetçilik öyle bir şey ki, bir tek milliyetçi kesimden gelse, bu milliyetçi tepkiler gene iyi… Hiç milliyetçi olmadığını savunan insanlarda bile bu refleks var, kemikleşmiş konular olduğunda mesela 1915 de bunlardan biri, tetikleniyor bu refleks… İşin tehlikeli tarafı da bu insanların kendi milliyetçi olduklarından haberleri yok, ne bileyim kendine liberal diyor, solcu diyor, demokrat diyor, Kemalist diyor… Ama altta hep aynı refleks…

Ben İngilizce yazdığımda bile çok eleştiriler, tepkiler aldım. İnsanlar bunu bir kültürel ihanet olarak algıladılar.

A.O-Ama bildiğim kadarı ile siz edebiyatınızda Osmanlıca kelimeler kullandığınızda da çok tepkiler aldınız. Yani batıya da tersiz, geçmişle de aramız yok…

E.Ş-Aynen öyle, o da Kemalistlerin hoşuna gitmiyor. Sorunumuz bu. Bir hain bulmak ve cezalandırmak. Bundan korkuyorum, bu tehditkâr saldırgan bir refleks. Muktedir insanlardan geliyor bu refleks, iktidara biraz kendini yaslamaya çalışanlardan geliyor. Onlar hala bir iç düşman bulmak ve onu ihbar etmek üzere yaşıyorlar ve yazıyorlar. Böyle bir hak buluyorlar kendilerinde. Enteresan bir inançları da var, eğer eleştiriyorsa bizden değildir… Ya sev ya terk et… Aynı felsefe bu…

A.O-Sözde TC vatandaşı başlıklı yazınızda Türkleri Sözde, gözde ve özbeöz Türkler olarak gruplandırmışsınız? Biraz açıklar mısınız?

E.Ş-Biraz dalga geçmek istedim tabii öncelikle. Yani bana sözde Türk diyorlar, ne demek bu? Nasıl, neyi ölçerek karar vereceğiz buna, kanımızı tahlile gönderip, analiz cevabına mı bakacağız…

A.O- Ama öyle demeyin bir gerçek var sonuçta, Geçmiş senelerde sağlık bakanımız Türklerin kanını yurt dışına yollatmam, gen haritamızı ele geçirirler demişti.

E.Ş-Tabii, koruduk gen haritamızı.(gülerek) Bir de biz Türkiye’de ırkçılık olmadığını zannetmeyi çok severiz. Ama katı bir milliyetçilik de ırkçılıktır. Yani ne demek gözde Türk sisteme yakın olan, sistemin sevdikleri, diğerleri ise…

A.O-Arızalı ya da arıza çıkarabilecek tipler…

E.Ş-Evet, onlara göre bu bir arıza…

A.O-Farklı Ermeni grupları ile ilişkileriniz olmuş. Dışardan biri olarak Ermenistanlı, Türkiyeli ve Diaspora Ermenilerinin geçmişe bakışlarını ve temel farklılıklarının ne olduğu kanısındasınız?

E.Ş- Ben en az Ermenistanlı Ermenileri tanıdım. Onlar hakkında fazla bir şey diyemem. Ama diğerlerini çok iyi tanıyorum. Beni birçok diasporada yaşayan Ermeni evlerine davet etti ve hikâyeleri paylaştı. Ben onların evinde o kadar benzer şeyler gördüm ki Türkiye ile…

Ben en zor durumda olanların Türkiyeli Ermeniler olduğunu düşünüyorum. Bence onların iki tarafa da bir yabancılaşmaları var. Los-Angeloslı veya Bostonlu ailelerle görüştüğümde, çok üzüldüm çünkü hala muazzam bir Türkiye-İstanbul özlemi çekiyorlardı. 24 senedir, orada yaşadıkları halde hala Galatasaray-Beşiktaş maşı hakkında muhabbet ediyorlar. Kendi çocuklarının bilmediği birçok şeyi biliyorlar…

Bu Ermenilerin de durumu çok zor, bir taraftan Türk sevgilileri olmuş olanlar var, rakı içtikleri Türk arkadaşları olanlar var, ama sadece Ermeni olduklarından dolayı ayrım görmüşler, ezilmişler. Türkiye’de yapamayıp Amerika’ya gitmişler ama orada da olmamış. Tam anlamı ile araftalar. Durumları çok üzücü…

Tabii Diasporada da kemikleşmiş milliyetçi bir kesim var ama sayıları az. Biraz intikam demiyim ama ödetmek peşinde, ama büyük çoğunluğun görmek istediği şey insani bir adım atılması. Bizdeki çoğunlukla Ermeni çoğunluk beraberce başaracak bunu. İki tarafta da milliyetçiler kalacak, hayalci olmayalım, değişmeyecek…

A.O-Türkiye’de aydın olmak kadar kadın olmanın da zor olduğunu düşünenlerdensiniz. Kadınların temel problemleri nedir Türkiye’de?

E.Ş-Bizim gibi kadınlar için şehirlisin, eğitimlisin, orta sınıfa ya da üst sınıfa mensupsun, maddi olarak çok zorluklar çekmiyorsun, güvencelerin var… Pek sorun yokmuş gibi gözüküyor ama öyle değil… Erkek egemenliğinin çok farklı tezahürleri var. Özellikle kadınsılık sevilmez bizde entelijansiya da sevmez… Bir tek erkekler değil, kadınlar da kadınsı kadınları sevmezler. Kadınsılığı sevmiyoruz. Kadınsılık eğer kadında gözükürse manken olabilir, şarkıcı olabilir ama yazar olamaz, entelektüel olamaz. Eğer erkekte gözükürse…

A.O-Ondan hiçbir şey olmaz…

E.Ş-Tabii, bu kadar homoseksüellikle dalga geçen, espriler yapmaya çalışan bir toplum monofobik bir toplumdur, bu anlamda cinsellikle ilgili de sorunlarımız olduğunu düşünüyorum. Farklı ideolojileri olduğunu savunan insanlar bile konu kadın olduğunda, hemfikirdirler. Töre cinayetleri bu ülkenin ücra köylerinde, birtakım insanların yaşadığı bir problem değil, bu hepimizin sorunu, bu ülkenin yarattığı namus anlayışının marazi tarafı. Sorunlu bir namus anlayışı ve bu anlayış kadının bacak arasına bağlanıyor…

A.O-Roman kadınlar üzerine kurulmuş bir roman. Kadınların hafızaları daha mı güçlü? Adalet duyguları daha mı yüksek?

E.Ş-Hafızaları daha güçlü mutlaka ama adalet duyguları daha mı yüksek bilemiyorum. Hafıza hala yaşıyor ise her şeye rağmen Türkiye’de kadınlar sayesinde yaşıyor.

A.O- Yenilmişlerin hafızaları daha güçlü olur denir, kadınların hafızaları da bu yüzden mi daha güçlü acaba? Geri plana atıldıkları için hep hatırlamak ve hatırlatmak zorunda mı kalıyorlar?

E.Ş- Hatırlamak ve hatırlatmak zorunda kalıyoruz ne yazık ki? Çok enteresan bir hikâye anlatayım. Diyarbakır’da bir kadın yaklaştı. Kafası başörtülü mutaassıp Müslüman bir kadın. Bana her paskalya döneminde çörek pişirdiğini söyledi. Sonradan öğrenmiş anneannesinin Ermeni olduğunu, şimdi onu yâd etmek için kendi çocukları da öğrensin diye yapıyormuş bunu… Kocası bilmiyormuş, ya da önemsemiyordur… Yiyecek üzerinden, mutfak üzerinden kültürün devredilmesi hem hoş hem de politik.

A.O-Son romanınız gerçekten de çok konuşuldu. Ben belirli bir ölçüde politik bir roman olduğunu düşünüyorum. Başarısını neye bağlıyorsunuz?

E.Ş-Şuna çok bağlıyorum tepeden konuşmuyor roman. Ders vermiyor, küstah değil, hakikatin birkaç yorumu olacağını belirtiyor. Bunun dışında tek bir cemaatin kitabı değil, çok değişik insan grupları tarafından okunuyor kitap, bu da beni sevindiriyor, önemli bu bence… Türkiye’de üslup ve adap çok önemlidir. Ne söylediğinizden çok nasıl söylediğinize dikkat edilir.

 

 

 

http://www.newneighbors.am/1.htm

 

 

 

İzlenme : 7598
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us