Yeni kitabı Baba ve Piç i Amerika ile Türkiye arasında mekik dokuyarak yazan Elif Şafak kendi İstanbul unu anlatıyor: “Hep başlı başına bir karakter oldu o. Hep dişil. Derinden bağlıyım İstanbul a.”
Elif Şafak eşine ender rastlanır özelliklere sahip bir insan. İçinde büyük bir kalabalıkla yaşıyor. Onları ruhundan dışarı saldığında bir kitap yazılmış oluyor. Objektiflere yansıyan ince, narin, hüzünlü ve sarışın duruşu kendini gizleme isteğini açığa vuruyor. Sanki orada yokmuş gibi yapıyor. Kalabalığını oluşturan bireylerin büyük bir bölümü, normal çoğunluğun öteki tanımıyla yaklaştığı, yaşamın kıyısından karakterler. Dilleri, düşünceleri, yaşantıları farklı. Özleri yazarın başkalarına benzemeyen hayatından besleniyor. Elif Şafak tıpkı ikiz bir ruh gibi karakterlerinin bilinçaltlarına inerek mahremine dokunuyor. Strasbourg da doğan, çocukluğu, gençliği farklı şehirlerde şekillenen yazar halen öğretim üyeliği yaptığı Amerika ile Türkiye arasında gidiş gelişlerle yaşıyor.
Şafak yalnızlığın kalabalığını, yaşadığı bütün şehirlere karşı tek şehri olarak gördüğü İstanbul u ve kendisinden bağımsız olarak hareket eden kahramanlarını anlatıyor.
Bu düş zenginliğinin altyapısı sizde nasıl ve ne zaman oluştu?
Sanıyorum iki sırlı kapım var. Birinci kapının ardında kendi içsel hayal gücüm yer alıyor. Burada geçmiş ve çocukluk ve bilinçaltının katmanları saklı. Yazarken bu kapı ardına kadar açılıyor. Onun dışında burası kapalı.
İkinci kapının ardında dışarıdan aldıklarım var. Bazen kuru bir sünger gibi etrafımdaki sesleri, renkleri, hikâyeleri emdiğimi düşünüyorum. Yazarları hep anlatıcı olarak düşünüyoruz ama iyi bir yazar her şeyden evvel iyi bir dinleyici olabilmeli. Ben insanları dinlemeyi severim. Ne anlattıkları kadar neyi nasıl anlattıklarını da dinlerim. Yazmaya başladığımda daha evvel dinlediklerim bana geri geliyor. Dinlediğim hikâyeler, yaptığım gözlemler yazıma sızıyor. Hayattan besleniyorum, hayatın kendisinden.
Varlıklarınızın dili de yaşananlar gibi büyük farklılıklar içeriyor. Usta bir oyuncu gibi mi hazırlanıyorsunuz, yoksa onlar içeriden kendiliklerinden çıkıp dünyanıza hakim mi oluyor?
Romanlarımdaki karakterleri baştan tasarlamıyorum. Hatta romana başlarken tam olarak kimlerle yola çıktığımı bilmiyorum bile. Yazdıkça şekilleniyorlar. Yazdıkça gelişiyorlar. Bazen beni de şaşırtıyor karakterlerim. Onları kontrol etmiyorum, onlar beni, ben onları dönüştürüyorum. Bazen uykularım kaçıyor onlar yüzünden. Roman yazarı, mühendis gibi her detayı ince ince planlamak durumunda değildir. Esriklikle sarhoşlukla yazılır yazı kimi zaman. Ben karakterlerimi böyle yazıyor ve yaşıyorum aynı zamanda.
Ülkeleriniz, şehirleriniz ve farklı dilleriniz var. İçinizde ağır basan yerler ve diller hangileri?
Ben bir aile ortamında büyümedim. Süreklilik duygusundan yoksun büyüdüm. Hayat hep kopuşlarla örüldü. Sanıyorum bir yanım her zaman göçebe oldu ve hep göçebe kalacak. Kimi insan vardır kabuğundan çıktı mı panikler. Oysa beni şimdi buradan alıp hiç bilmediğim bir memlekete bıraksalar ben bir şekilde yolumu bulur, ayaklarımın üstünde dururum. Çünkü artık bende hayvani bir içgüdüye dönüşmüş durumda göçebelik. Sürekli aynı yerde kalmak zorunda olmak esaret gibi geliyor bana. Gidebileyim ki, dönmeyi başarabileyim. Bir yere ebediyen kök salamıyorum. Bu sanat için iyi, sanatçı için yıpratıcı bir şey. Tabi benimle beraber hayatı paylaşan eşim ve sevdiklerim için de zor bir durum. Ama bu dengesizlikten dengeleniyorum ben. Göçebelik sanat için iyi çünkü sürekli yeni yeni yerlerden, başka başka kültürlerden besleniyorsunuz. Ama sanatçı için yıpratıcı çünkü hiçbir zaman ayağınızın altındaki zeminden emin olamıyorsunuz. Korunaklı bir evreniniz yok. Bu sayede algılarım açık kalıyor hep ama bu yüzden daha endişeli bir insan oluyorum belki de. Çok kültürlülüğü, çoğulluğu, kozmopolitliği çok önemsiyorum.
Sizin esas şehriniz hangisi?
Asıl şehrim: İstanbul. Hep İstanbul. Bu şehir romanlarımda hayatımda temel bir role sahip. İstanbul u hiçbir zaman romanlarımda bir fon, bir arka plan olarak kullanmadım. Hep başlı başına bir karakter oldu o. Hep dişil. Derinden bağlıyım İstanbul a. Ama aynı zamanda yüreğimi sıkıyor zaman zaman kıskacı ve kıskançlıkları. O yüzden ara ara uzaklaşmam lazım ondan. Zehirli bir aşk gibi. Gideyim ki tekrar ve tekrar dönebileyim İstanbul a. Ben en çok İstanbul a uzaklardan gelmenin, hasretle dönmenin güzelliğini seviyorum galiba. Bu şehir tabiri olmayan bir rüya. Ara ara uyanmak istiyorum ondan, silkinmek istiyorum ki tabir edebileyim.
Zihninizdeki seyahatlerle bedeninizin seyahatlerini nasıl bir bütünde uzlaştırabiliyorsunuz…
Yolculuk etmek değil durmak yorucu geliyor bana. Ben kıpırdamadan otursam yorulurum. Bir şey yapmadan dursam boğulurum. En çok tatillerde deniz kenarlarında sıkıntı çekiyorum çünkü kıpırdamadan sakin sakin durmak nasıl bir şey bilmiyorum galiba. Ama şehirden şehre ülkeden ülkeye geçişlerde sıkıntı çekiyorum elbette çünkü hep bir yanım geride kalıyor benimle gelemiyor gittiğim yere. Nereye gidersem gideyim bir yanım eksik kalıyor galiba.
Yazınca yalnızlık azaldı mı?
Yazınca yalnızlık azalmadı çoğullaştı. Yalnızlık ıssızlık demek değildir. Yalnızlık kimsesizlik demek de değildir bence. Daha varoluşsal bir boşluk duygusu yalnızlık. O yüzden etrafınız kalabalıkken de siz kendinizi yalnız hissedebilirsiniz pekala. Ben yalnızlığın iki türü olduğuna inanıyorum: habis türü ve hayırlı türü. Habis türü insanın içini sirkeleştirir. Hayırlı türü ise insanı olgunlaştırır. Yalnızlığın hayırlı türü yazıyı besleyen bir damar. Ve ben yalnızlığın böylesinden keyif alıyorum.
http://thegate.boyut.com.tr/index.asp?ct=459,465&a=2244
|