Otuz beş yaşına yedi kitap sığdıran Elif Şafak, okurların karşısına son olarak ‘Baba ve Piç’ kitabıyla çıktı. Kendini bir ‘göçebe’ olarak nitelendiren Şafak, hayatını Türkiye-Amerika arasında mekik dokuyarak geçiriyor. Hayatı, ‘şimdilik, şu anda, burada’ felsefesiyle yaşayan ‘göçebe’ yazar Elif Şafak mülkiyet duygusuna tamamen karşı. Özellikle de ilişkilerde…
Yeşim Çobankent
ELLE: ‘Baba ve Piç’ kitabınızı yollarda yazdığınız doğru mu?
ELİF ŞAFAK: Çok sık seyahat ediyorum ve son kitabın önemli bir kısmı yollarda, kafelerde ve havaalanlarında yazıldı. Uçaklarda notlar aldım. Zaten kendini her şeyden yalıtarak yazan biri değilim. Gürültüyü ve kaosu severim, sessizliği ve düzeni sevmem. Kaosla nasıl baş edeceğimi biliyorum.
ELLE: Nedir başa çıkma yöntemleriniz?
ELİF ŞAFAK: Çocukluğuma kadar giden bir şey, insan daha aşina olduğu şeyle daha iyi baş edebiliyor. Ben belli bir süreklilik duygusuyla büyümedim ve hiçbir zaman düzenli bir hayatım olmadı. Çocukluğum da devamlı gidip gelme haliyle İspanya’da, Almanya’da, Ürdün’de ve Türkiye’de geçti. Ben hayatı hep, ‘şimdilik, şu anda, burada’ diye algılıyorum. Beni ürküten bir yere kök salmak ve yerleşmek.
ELLE: Amerika’ya niye yerleştiniz?
ELİF ŞAFAK: İki senedir Amerika’dayım, üç ayrı şehirde yaşadım ama farklı şehirlerdeki üniversitelere de konferanslar ve imza günleri için gidiyorum. Ayrıca Bahçeşehir Üniversitesi’nden Amerikan Çalışmaları konusunda yüksek lisans dersleri veriyorum. Michigan ve Arizona Üniversitelerinde Ortadoğu Çalışmaları, İngiliz Dili ve Edebiyatı, yaratıcı yazım, dünya edebiyatında sürgün, hafızanın siyaseti ve kadın çalışmaları alanlarında dersler veriyorum. Senenin bir kısmı orada, bir kısmı burada olmak üzere bir hayat kurmaya çalışıyorum. Böyle entelektüel köprüler oluşturmayı çok önemsiyorum.
ELLE: Ortadoğulu ezilmiş Müslüman kadın yazar kimliğini de reddediyorsunuz…
ELİF ŞAFAK: Bu kimliği kuşanmış olsaydım kitaplarım daha çok gürültü koparır ve sükse yapardı. Bunu Amerika’daki editörüm de söylüyor. Kabul etmediğim için daha çok önyargıyla karşılaşıyorum ve mücadele etmem gerekiyor. Zaten Türkiye’de de eleştiri mekanizmaları tükürme, çemkirme ve haset üzerine kurulmuş. Şu Üç M’yle aramızın iyi olmadığını düşünüyorum: Mütevazi, mütereddit (tereddüt eden) ve müstakil (bağımsız).
ELLE: Sizin için bu 3 M’ye sahip diyebilir miyiz?
ELİF ŞAFAK: İnşallah diyebiliriz.
ELLE: Amerika’da kendinizi göçmen gibi hissettiniz mi?
ELİF ŞAFAK: Ben hiçbir yerde göçmen olmadım ama her yerde göçebeyim. Göçmenlik ve göçebelik çok ayrı şeyler. Sanatçıysanız yolculuk yaptığınız işin kalitesini olumlu etkiliyor ama sanatçıyı yıpratabiliyor ve bazı şeyleri kaybedebiliyorsunuz.
ELLE: Neleri?
ELİF ŞAFAK: Duygusal ilişkiler, dostluklar. Devamlı bir hasret duygusu ve gurbette olma hissi. Bu kemirgen bir histir. Annem bana hep, “kadın gibi değilsin” der, çünkü bende biriktirme duygusu yok. Koleksiyon yapmak, fotoğrafları, mektupları saklamak, duygusal bir arşivci olmak… Ben bunları hiç bilmiyorum. Hayata karşı güven duygunuz olmadığı için daha cesur ve girişken oluyorsunuz ama bir yandan da sizi daha endişeli biri yapıyor. En çok üzüldüğüm şey hala kitaplarımı bir araya toplayamamış olmam. Bir koli kitabım İstanbul’da, bir koli ise Michigan’da…
ELLE: Sürekli seyahat edip iki bavulun içinde yaşamak eşyalarla ilişkinizi nasıl etkiliyor?
ELİF ŞAFAK: Bende mülkiyet duygusu gelişmemiş. İnsan ilişkilerinde, sevgililikte, hatta anne çocuk ilişkisinde bile insanların birbirlerine sahip olmaya çalışmalarına karşıyım. O insanın sizden ayrı bir varlık olduğunu kabul etmeniz gerekiyor.
ELLE: Herkes sahiplenmeyi ve mülkiyet duygusunu bu kadar seviyorken sizin sevmemeniz hayatınızda sorun yaratıyor mu?
ELİF ŞAFAK: Yaratıyor tabii. Özellikle aşkta. Bence aşkı mülkiyetle karıştıran çok erkek var. Kadınlar da bunu daha çok çocuklarına yapıyorlar. Onların üzerine kavanoz gibi kapanıp kendilerine ait bir alan gibi görmek bana çok hastalıklı geliyor.
ELLE: Hayatınızı ‘yazma mevsimi’ ve ‘romandan kurtulma mevsimi’ olarak ayırıyorsunuz. Yazma mevsiminiz çok talepkar mı?
ELİF ŞAFAK: Yazma mevsimi son derece talepkar ve tahripkar. O dönemde yazı her şeyin önüne geçiyor. Son derece bencil oluyorum. Yazıdan başka bir şeye zaman ayırmak istemiyorum, en çok sevdiğim insanlara karşı hoyratlaşabiliyorum. Bazen günlerce bir odaya kapanabilirim ya da tam tersine sürekli yollarda olup, dışarıda yazabilirim. Gecem gündüzüme karışıyor. Dengem bozuluyor. Saçma sapan şeylerle besleniyorum, bir parça ‘kayıyorum’ yani normallikten. Dostluklarım, ilişkilerim de etkileniyor elbette bu durumdan ama beni iyi tanıyanlar zaten bu hallerimi bilip anlayan insanlar. Bilhassa eşim… Az buçuk dengem varsa ona borçluyum.
ELLE: Sizi en çok tahrip eden romanınız hangisiydi?
ELİF ŞAFAK: Zannediyorum Mahrem. Çünkü o zamanlar hala yazarın yazıyı kontrol edebileceğini zannediyordum. Hala teslim etmemiştim şu hakikati: Yazar yazının efendisi değildir. Yazıdır efendi olan. Sen kölesin. Madende çalışır gibi çalışıp boyun eğersin yazıya. Mahrem üç bölümden oluşur ve 3. bölüm son derece kasvetlidir, tutup parçalar insanı. Ben romana başlarken öyle bir bölüm yazacağımı bilseydim, belki de hiç başlamazdım. Ama roman o yöne aktı, beni de beraberinde sürükleyerek.
ELLE: İyi bir romancı olmak için çok fazla yalnızlık pratiği yapmak mı gerekiyor?
ELİF ŞAFAK: İyi bir gözlemci olmak lazım. Ama gözlem dendi mi, hep dışarıyı gözetlemek şeklinde anlıyoruz bunu. Oysa gözlem her şeyden evvel içe dönüktür. Kendini deşeceksin, yatıracaksın anatomi masasına, lime lime, en derin komplekslerinle yüzleşeceksin. Bu anlamda sadece yalnızlığınla değil, kendinle de tanışacaksın. Bence içe dönük gözlem bu işin önemli bir parçası. O zaman başkalarının zaaflarını yazarken aslında kendi zaaflarını da yazdığının bilincinde oluyorsun.
ELLE: Tempo’da ‘Hoşça Bak Zatına’ adlı bir köşe yazmaya başladınız. Daha önce de Zaman Gazetesi’nde yazıyordunuz. Köşe yazarlığınız edebiyatınızı nasıl etkiliyor?
ELİF ŞAFAK: Türkiye’de romancı dediğin sadece oturur evinde romanını yazar diye bir önkabul var. Ben buna zerre kadar katılmıyorum. Senelerdir yazarlığın yanı sıra akademisyenliği ve köşe yazarlığını sürdürdüm. Farklı alanlardaki zihinsel üretimin birbirini beslediğine inanıyorum. Ben üniversitede öğrencilerimden, meslektaşlarımdan, gazete köşelerinde okurlardan çok şey öğreniyorum. Zaten roman sanatı o kadar ben-merkezli ki, illa ki başka alanlarda üretim yapmalısın. Yoksa kendini Tanrı zannedersin. Kocaman şişkin bir egon olur. Başka başka alanlarda kendini test etmezsen sadece kendini tekrarlar durursun. Romanlarımın birbirinden bu kadar farklı olabilmesini ve kendimi tekrar etmeyişimi bu farklı farklı ruhsal ve entelektüel üretim alanlarından aldıklarıma borçluyum.
ELLE: Her hafta binlerce okur mektubu aldığınızı söylüyorsunuz. Bu durum sizde nasıl bir duygu yaratıyor?
ELİF ŞAFAK: Okurlardan gelen yorumlara çok değer veriyorum. Zira ben roman okuru dendiğinde pasif bir şekilde metni okuyan birini algılamıyorum. Tam tersine en az yazar kadar aktif bir biçimde metnin içinde olan, anlamı beraber yaratan birini anlıyorum. Benim öyle romanlarım var ki farklı farklı okurlara sorun, bambaşka anlamlar çıkarmışlardır aynı sayfalardan. Her kitap yoruma açıktır ama roman sanatı bilhassa okurun yorumlarıyla şekillenir.
ELLE: Öğrencileriniz karşılarında ünlü bir edebiyatçının durduğunu biliyorlar mı? Sizinle bir hayranlık ilişkisi kuranlar çıkıyor mu?
ELİF ŞAFAK: Zaman zaman oluyor. Beni gözünde çok büyüten, alabildiğine yücelten okurlar olduğu gibi öğrenciler de oluyor. Ama açıkçası bunu kırabiliyoruz beraberce. Çünkü, “Hoca yukarıda, öğrenci aşağıda” bir sistemden hiç hoşlanmıyorum. Öğrencilerimi ezber makinesi gibi görmüyorum. Dersleri beraber geliştiriyoruz. Öyle olunca öğrenci de ezberden ziyade eleştirel düşünmeye başlıyor. Buna önem veriyorum. Kimsenin kahramanlara ihtiyacı yok bence.
ELLE: Sizce edebiyat en çok hangisini gerektiriyor: Bir başkası olabilme yeteneğini, yalan söylemeyi, hayal kurabilmeyi, teşhirciliği…
ELİF ŞAFAK: Edebiyat her şeyden evvel hudutları sorgulamayı gerektirir, içine doğduğumuz kimliğin dışına taşabilmeyi. Bir de bence alttan alta ölümden korkmayı, arızalı olmayı gerektirir. İlla ki bir yerde bir arıza, bir hasar olmalı. İlla ki bir derdin olmalı faniliğinle. İlla ki kavgalı olmalısın Yaradan ile, kimse bilmese de yüreğinin içinde bir yerlerde. Ben edebiyatı insanın kendi hikayesini anlatması olarak görmedim hiçbir zaman. Tam tersine, başkası olabilmeyi, kendini büsbütün terk edebilmeyi gerektirir edebiyat. Tasavvufta “ölmeden önce ölmek” diye bir aşama vardır. Bu aşamaya yakın bir pratiktir yazma sanatı.
ELLE: Kadın yazarların kendinden sonra gelen kuşaklara sempatiyle bakmadığını ve dayanışmadığını söylüyorsunuz…
ELİF ŞAFAK: Kadın yazarlar erkek yazarların maruz kalmadığı bir sürü önyargıya maruz kalıyor ve uzun vadede daha derin bedeller ödüyor. Ne var ki çok bedel ödeyen insanlar bazen sirkeleşir, katılaşır. Kendileri de başkalarına karşı önyargılı hale gelir. Yani kendisine yapılanı başkasına yapar. Benzer şekilde, kendisi bu sistemden zarar gören kadın yazar, “Ben önyargılardan çok çektim, benden sonra gelenler aynı şeyleri yaşamasın bari” diyeceği yerde, tam tersine zincirin bir halkası oluyor.
ELLE: Yazarken; “Mor mürekkebim olsun, masam kuzeye baksın, bilgisayarım f klavye olsun vs…” gibi takıntılarınız var mı?
ELİF ŞAFAK: Takıntılarım çok fazla maalesef. Sessizlikte yazamam, bırakın yazmayı sessiz bir ortamda yarım saat bile oturamam, paniklerim. Evdeysem müzik setini açarım, dışarıdaysam kulaklık takarım, muhakkak sert müzik dinlerim yazarken. Her zaman bilgisayarla yazarım, el yazımı sevmiyorum çünkü, kendi el yazım beni yabancılaştırıyor metne. Bir de zaman zaman baykuş bibloları taşırım yanımda, iyi gelir.
ELLE: Kadınsılığı küçümseyen bir toplumda yaşadığımızı düşünüyorsunuz. Sizin ‘kadınsılık’ kavramınız nedir?
ELİF ŞAFAK: ‘Kadınsılık’ zaten toplumsal ve kültürel olarak belirlenen bir tanım. Yani doğuştan gelen bir şey değil, sonradan edinilen ve şekillenen bir öğreti. Bu yüzden farklı toplumlarda farklı tarihsel dönemlerde farklı kadınlık ve kadınsılık tanımları olabiliyor. Bence biz kadınsılık ile entelektüel olmayı bir arada düşünmüyoruz. Eğer bir kadın beyniyle ön plana çıkmak istiyorsa, evvela kadınsılığını öldürmeli. Bu da iki yolla olur: Ya kendini cinsiyetsizleştirecek -daha erkeksi, daha az kadınsı görünecek. Ya da bir an evvel yaşlanacak. Yaşlılık da kadın yazarlara epey bir saygı halesi kazandırıyor. Ama gençseniz, kadınsanız, yazarsanız ve kadınsılığınızı ya da cinselliğinizi öldürmüş gibi görünmek istemiyorsanız daha çok önyargıyla karşılaşıyorsunuz.
ELLE: Kalple yazdığınızı, yazının sizi sürüklediğini söylüyorsunuz. ‘Yazmıyorum bana yazdırılıyor’ gibi bir durum mu söz konusu?
ELİF ŞAFAK: Ben sezgiyle yazıyorum. Yazım sürecinin içinde bana göre hem zeka vardır hem yürek. Edebiyatçı risk alarak yazabilmeli. Bence sahici edebiyat okuru bir kitabı okurken hemen hisseder yazarın risk alıp almadığını.
ELLE: ‘Görselliği sömürmek basının en iyi bildiği iş’ diyorsunuz.. Sizin görselliğinizin sömürüldüğünü de düşünüyor musunuz?
ELİF ŞAFAK: Bu tek tek şahıslarla ilgili bir durum değil, daha yapısal bir mesele. Basın kadın görselliğini kullanır. Bu “kadın yazar” lafı bile o kadar sorunlu ki. Oysa erkek yazar aşağı erkek yazar yukarı dendiğini duymuyoruz hiç.
ELLE: Evliliğiniz yazarlığınızı ve hayatınızı nasıl etkiledi?
ELİF ŞAFAK: Evlenince çok şey değişmedi hayatımızda. Ama Eyüp (Can, Referans Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni) beni çok dengeledi. En büyük fobim bir yere sabitlenmek çakılmaktır.
Evlendikten sonra da Berlin-İstanbul-Arizona arasında gidip gelerek yaşamaya devam ettim. Evliliği özgürlüğümün kısıtlanması olarak yaşamadım. İnsanlar evlendiklerinde karşılarındakini kendisine benzetmeye çalışıyor ve bu bana çok sorunlu geliyor. Biz Eyüp’le çok farklıyız ve bunu baştan kabullendik.
ELLE: Anne olmak kadınları yerleşik hayata zorlayan bir şey mi sizce?
ELİF ŞAFAK: Bu anlamda bana haddimi tek bildirecek şey herhalde çocuk olacak. Bilmiyorum ama herhalde bir çocukla ilişkim beni çok sarsacak. Ben her zaman kendimi evlat edinmeye çok yakın hissettim. İlla da kendi kanım, kendi genlerim diye tutturmayı çok anlamıyorum.
ELLE: Kadınsanız ve gençseniz başarıya duyulan hınç daha da katmerleniyor ve belden aşağı mı vuruluyor?
ELİF ŞAFAK: Öyle. Bizim toplumumuzda başarıya, parıltıya, bireysel farklılıklara karşı derin bir hınç ve haset var. Kadınsanız, hele hele gençseniz, şu veya bu şekilde bir parıltınız ya da haleniz varsa, daha da hınçlanıyor insanlar.
ELLE: Televizyon karşısında vakit öldürdüğünüz, sinemalarda hafif filmler seyrettiğiniz ve kitaplar okuduğunuz oluyor mu? Kadın arkadaşlarınızla kafelerde dedikodu yaptığınız filan görülmüş müdür?
ELİF ŞAFAK: Öyle sürekli yazı yazdığım filan yok. Tam tersine, avarelik yapmayı, kendine vakit ayırmayı çok severim. Saatlerce sokaklarda dolaşır, incik boncuk bakar, günlerimi yüzükçülerde, eşarpçılarda, Kapalıçarşı’da tüketebilirim. Çizgi roman hastasıyım. Günlerimi çizgi romanlar okuyarak geçirebilirim. Hafif dergiler okurum, genel olarak popüler kültürü yakından takip ederim zaten.
Dostlarımla film izlemeyi, bilhassa eski filmleri izlemeyi çok severim. Sevmediğim tek şey var: Durağanlık. Tembellik illa ki durağanlık şeklinde olmak zorunda değil. Yoksa tembellik hakkını da savunurum.
ELLE: Gündelik hayatınızdaki ‘küçük kadınsı hazlar’ nelerdir?
ELİF ŞAFAK: Yüzük, eşarp ve fular alışverişi. Makyaj malzemesi alışverişi. Bir de renkli kalemler, defterler ve kırtasiye malzemelerine zaafım var.
ELLE: Takı takmayı seven bir kadınsınız ama sanki zaman içinde görünümünüz sadeleşti, yüzükleriniz azaldı…
ELİF ŞAFAK: Pek doğru bir tespit değil bu bence. Yüzüklerimin sayısı azalmadı. Bazı günler ruh halime göre dokuz yüzük değil altı yüzük takıyorum. Belki öyle bir fark var ama takı bağımlılığım sanmam ki öyle kolay kolay geçsin.
ELLE: En çok hangi takıları seviyorsunuz?
ELİF ŞAFAK: En çok gümüş takı severim, altından hiç hoşlanmam. Bir de taşları severim. Kehribar ve lapis lazuli’ye bayılıyorum. Sevmediğim bir renk var: Beyaz. Gardrobumda beyaz bir kıyafet ya da gömlek bulamazsınız. Beyaz sevmem, gelinlik de sevmem haliyle. Sevdiğim üç renk var: Mor, siyah ve sarı. Bunlardan oluşan nesnelere düşkünüm.
ELLE: Makyaj yapmaya da düşkünsünüz değil mi?
ELİF ŞAFAK: Makyaj yapmayı severim. Her çekim öncesi makyözlerle sohbet eder onlardan tüyolar alırım. Sanatlarına çok saygım var.
ELLE: Yıllardır böyle incecik kalmayı nasıl başarıyorsunuz?
ELİF ŞAFAK: Spor yapmam ama çok yürürüm. Yürümeye düşkünüm ve yürürken düşünmeyi severim. Yürümek beni sakinleştirir, o yüzden uzun yürüyüşlere çıkarım.
ELLE: Bakımınıza zaman ve para harcar mısınız?
ELİF ŞAFAK: Harcarım ama daha çok Eyüp’ün hatırlatmasıyla… Ben hiçbir konuda olmadığım gibi, bu konuda da tutarlı değilim. Bazen çok bakımlı olabilirim bazen haftalarca kendimi ihmal edebilirim, hele yazma mevsimindeysem… Öyle zamanlarda Eyüp beni kolumdan tutup kuaföre götürür. Orada da sıkılırım çok çabuk, kafam yarı ıslakken çıktığım çok olmuştur.
ELLE, Haziran 2006
|