. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
“Yazı, göçebe yaşantımın tutkalı”

 

Okuyucu için, sevdiği bir yazarın hayatının ana damarlarını bilme merakı, romanlardaki karakterlerde yazarın izini sürme sevdası, romanla arasındaki kimyayı daha da derinleştirmek için duyulan bir istek gibidir sanki. Günümüzün en başarılı yazarlarından Elif Şafak’la konuşmaya tam da bu merakla başladık. Yakınlığı, samimiyeti, alçakgönüllülüğü ile aradaki sınırları biraz da şaşırtıcı bir şekilde ortadan kaldırdıkça, hikayeler iç içe geçti, konular birbiri ardına akıp gitti sanki.

Elif Şafak’ın romanlarına hakim olan göçebelik, yolculuk, arayış, hareket, çokkültürlülük, birden fazla köke sahip olmak ya da biraz kökleri havada olmak gibi temalar, kendi hayatında da daha çocuk yaşlardan itibaren yeşermeye başlar: “Hep içimizdeki bir başka ‘ben’i, saklı bir ‘ben’i ortaya çıkarıyoruz yazarken. Ama elbette ki romanlarım kendi hayatımdan ve arayışlarımdan da çok beslendiler. Bunu şundan da çok iyi anlıyorum, farklı romanlara bakınca tarz değişmiş, üslup değişmiş, içerik farklı, anlatılan öyküler farklı, çünkü benim ömrü hayatımın farklı dönemlerinde yazıldılar. O anlamda yazıyla yaşam aynı şey olmasa da aralarında sürekli bir diyalog var.”

1971’de Strasbourg’da doğan yazar Elif Şafak’ın hayatı Madrid, Amman, Köln, Boston, Michigan, Arizona ve hep dönüp dolaşıp geldiği yer olan İstanbul’a dağılmış bir kolajın parçaları gibi. O anlatırken siz yoruluyorsunuz adeta: “Hem oldukça yalnız bir çocukluk ve buluğ çağı geçirdim, hem de annemin diplomat olması nedeniyle çok yolculuk yapmak durumunda kaldım. Dolayısıyla o yalnızlığa kültürel yabancılaşma da eklendi.”

Göçebe hayatın hem avantajlarını ve hem de dezavantajlarını bir arada yaşar Elif Şafak. Daha çok küçük yaşlarda kişiliğinin, yanında ulusal bir kimlikle özdeşleştirilmenin ne menem bir şey olduğunu keşfeder: “Okuldaki tek Türk bendim ve Türkiye ile ilgili herhangi bir şey olduğunda hemen bana soruluyordu. Çocukken bile ülkenizi temsil eden insan durumuna düşüyorsunuz. Mesela Eurovizyon’da Opera şarkısıyla Türkiye sıfır puan alır, ertesi gün okula gidersiniz ve bütün çocuklar sizinle dalga geçer o şarkıyı söyleyerek. Daha başlıyorsunuz, nedir bir insanın kolektif bir kimliği temsil etmesi diye.”

Bu arada diplomat çocukları arasında en çok iki şeyi gözlemler: Ya doğru dürüst Türkçe bile konuşamayacak kadar kendi kültüründen uzak yaşayan ve onu tanıyamayanlar ya da tam tersi bir şekilde tuhaf bir gurbet milliyetçiliğine, hasret milliyetçiliğine savrulanlar: “Farklı ülkelerde hayat geçirmek bir avantaj olduğu kadar zorlayıcı bir şey. Bu zorluğu iki uca savrulmadan aşan insan için de, bence uzun vadede iyi bir açılım getiriyor. Ben iki uca da savrulmadığıma inanıyorum. Bir yanıyla bu ülkenin kültüründen hiç uzaklaşmadım, özellikle kadınlarının kültürlerinden, folk İslam’dan, batıl inançlardan, gündelik yaşamdan, tasavvuftan. Bu damarlardan hiç kopmadım. Ben bunlardan çok besleniyorum. Ama gurbet milliyetçiliğine de savrulmadım.”

Uzun vadede annesinin mesleği dolayısıyla yaşadığı tüm bu dolaşmalar, ona en çok kitapların dünyasıyla çok erken yaşta tanışmayı katar: “Çok içime kapanıktım, sürekli okuyordum. Kitaplar hayatın kendisinden daha sahici ve renkliydi. Bu bana çok yardım etti.” Annesinin çok erken yaşlarda kendisine hediye ettiği günlükle birlikte yazıyla ilk ilişkisi de yine çok erken yaşlarda başlar: “Gerçekten hayatımdaki en renkli şeydi yazı. Hayal ettiğim dünya hakikatte yaşadığım dünyadan daha yaşanılasıydı. Ben öyle algıladım uzun bir süre. Galiba şunu fark ettim bir de, bir yerden bir yere giderken beraberimde götürebildiğim tek bavuldu yazı. Gittiğim her ülkede, her şehirde, her mekanda yaşadığım kopuk kopuk parçaları bir arada tutan tek zamk yazıydı sanki.”

Günlüklerle başlayan yazıyla ilişkisi, Elif Şafak’ın hayatında sürekliliği olan tek şey olur. Yazıyla ilişkisinden zaman içinde yazarlık sevdası gelişir. Ve ardında “Pinhan”, “Şehrin Aynaları”, “Mahrem”, “Bit Palas”, “Araf”, “Med-Cezir” ve son romanı “Baba ve Piç” gelir. Elif Şafak, romanlarında anlattıklarının yanı sıra nasıl anlattığıyla da ön plana çıkan bir yazar olur hep. Dilin, sadece şiirin meselesi, şairin derdi olmadığını gösterir adeta. Ama belki de en çok dil konusunda eleştirilmekten çeker. Neden bu kadar ağır ve eski bir dil kullandığı, hatta bu genç yaşta neden böyle bir dili seçtiği, bazı romanlarını neden İngilizce yazdığı sorulur, sorgulanır sürekli. O her seferinde “Her hikaye kendi dilini de beraberinde getirir” dese de, kimse duymaz, duymak istemez adeta: “Türkiye’de dil çok politize olmuş bir mesele. Benim aslında harflere ve kelimelere çok büyük ilgim var. O anlamda İngilizce’ye olan merakımla, Osmanlıca’ya olan sevdam arasında benim açımdan bir bağ var. Bu bağın kimse farkında değil. Dil bir keşiftir, bir kıtadır, onun içine girip onunla beraber soluyorum ben. Onu bir araç gibi kullanmıyorum. Dilin üstünde değilim içindeyim. O duygu çok önemli bence.”

“Kelimeler de insanlar gibi, onların da bir ömürleri var” diyen Elif Şafak, öztürkçecilik akımını da şiddetle eleştiren bir yazar. Çünkü ona göre dilden kelime ayıklamak, mana ayıklamak demek:

“Manaları kaybettik biz. Onun temsil ettiği kültürel değerleri kaybettik. Herkesin elinin altında muhakkak bir Osmanlıca sözlük olması gerektiğini düşünüyorum. Kelime hazinemiz çok daraldı. Amerika’da bakıyorsunuz 20’li yaşlarda bir genç nasıl bir dağarcıkla konuşuyor, aynı yaşlarda Türkiye’de bir genç nasıl bir kelime dağarcığıyla konuşuyor. Korkunç bir azalma var dilde. O zaman düşünme sistematiğimiz de daralıyor. Onun için kelime ezberlemeyi, kelime öğrenmeyi çok önemsiyorum. Dilden atılan kelimeleri de ben yeniden dile sokmak gerektiğine inanıyorum. Öyle kelimeler var ki hakikaten ölmüş, onu diriltmekten bahsetmiyorum. Bir hayaleti diriltmeyelim. Ama zaten kanlı canlı, etiyle buduyla oturan yaşayan bir kelimeyi kafasına vurarak zorla çıkarmaya çalışmak dilden bana doğru gelmiyor.”

Hem yaşamının hem de yazarlığının tam ortasına yerleştirdiği çokkültürlülük, çokdillilik hatta çok inançlılık Elif Şafak’ın bıkmadan usanmadan savunduğu bir teze dönüşür adeta. Bu çoğulluğa ve zenginliğe sahip nadir bir ülke olarak, tabiri caizse bunları heba ettiğimize üzülür:

“Biz çoğulluktan korkuyoruz. İkincisi, farklılığı sevmiyoruz, farklılıkları biraz törpülemeye çalışıyoruz. Ne zaman ki bir toplum aynılaşmaya çalışır, bundan korkmak lazım. Aynılaşmanın sonucu tahakküm, yani totaliterlik. Biz çok uluslu, çok dilli, çok dinli bir imparatorluğun torunlarıyız. Hepimizin ailevi geçmişlerinde binlerce renk var. Hem etnik olarak, hem dinsel olarak, hem de kültürel olarak. Ama hepimiz de kendi ailelerimizin cahiliyiz. Kendi soy ağaçlarımızı bilmekten aciziz, 4 kuşak gerimize gidemiyoruz. Türkiye’de çok az aile, 7 kuşak aile hikayesini takip edebilir. Ben dahil birçok insan geriye gidemiyoruz. Belki de korkuyoruz geriye gitmekten. Çünkü eğer gidersek acaba ne çıkacak altından, Çerkezler mi, Arnavutlar mı, Rumlar mı, Ermeniler mi… Ama bunda korkulacak bir şey yok. Tam da o sentezin kendisi zaten bu ülkeyi güçlü kılan şey. Ve daha da güçlü kılacak olan şey.”

Bu noktada, sadece geçmişe dönerek yaşamak ya da sadece geleceğe dönerek yaşamak temaları üzerinde gidip geldiği, Ermeni meselesini bir tarihçi ya da siyasetçi olarak değil yazar kimliğiyle yargıda bulunmadan, bir şeyleri kanıtlamaya çalışmadan, insanı merkeze koyarak irdelediği son romanı “Baba ve Piç”e geliyor söz. İngilizce kaleme aldığı ve yakında dünyanın önde gelen yayınevlerinden Viking/Penguin tarafından basılacak olan “Baba ve Piç”, 8 Mart Dünya Kadınlar gününde Türkiye’de yayınladı. Ağırlıklı olarak Amerika’dayken yazdığı “Baba ve Piç” için uzun bir entelektüel araştırma ve duygusal bir hazırlanma süreci geçirir Elif Şafak:

“Çok fazla yazılı kaynağa ulaştım ve okudum. O anlamda kitabi araştırma süreci çok yoğun oldu. Onun dışında Ermeni gençlerin katıldığı web sitelerini taramaktan, Ermenilerin okuduğu yemek kitaplarını bulmaya, dinledikleri müziklerden, evlerindeki eşyalarını not etmeye kadar her ayrıntıyı araştırdım.”

Bu süreçte pek çok Ermeni Amerikalı ailenin evine de konuk olur. O evlerde onların bile farkında olmadığı, bütün etkileyici detayların izleri kitaba da birebir yansır: “Evdeki komodinin üstünde duran telefonun üzerine dantel örtülmüş mesela. Aynı kültür bizde de var. Ben bunu kendi anneannemden biliyorum. Masanın üzerindeki semaver, yenilen yemekler, dinlenen müzikler, espri anlayışları… İnanılmaz bir benzerlik var. Bunları görmek ayrıca bir hüzün veriyor insana. Bir yanıyla düşman olduğuna inanan iki halk var. Ama ne kadar benziyorlar, ne kadar ortaklar ve birbirlerini ne kadar az tanıyorlar.”

Elif Şafak’ı en çok etkileyen gözlemlerden biri de, Amerika’da Türk milliyetçiliğinin en yaygın olduğu yerlerle, Ermeni milliyetçiliğinin en yaygın, en keskin olduğu yerlerin aynı olmasıdır. Ermeni milliyetçiliğinin Türk milliyetçiliğini sürekli körüklemesi, keskinleştirmesi dışında, başka bir dil oluşturma amacıyla yazmaya giriştiği “Baba ve Piç”te, bunu özellikle kadınların hafızalarıyla, kadınların hikayeleriyle başarmaya çalışır:

“Bu kadınların paylaştıkları ortak kültürden yola çıkarsak, siyasetçilerin berbat ettiği bu yoldan başka bir yola çıkabiliriz bence. Çünkü öbür yol çıkmaz sokak. Husumetler, karşılıklı birbirinin milliyetçiliğini körükleyen, hamasi, erkeksi, siyasi söylem bence hiçbir yere gitmeyecek. Ve Türkiye’ye de zarar veriyor. Yaşayanlar insan, kavramlar değil. Merkezine insanı koyarak baktığımızda birincisi empati yeteneği kazanıyoruz. İkincisi öteki zannettiğimiz kişinin ya da grubun uzak olmadığını anlıyoruz.”

Elif Şafak’ın, “Baba ve Piç”i yazma amaçlarından biri de Ermeni meselesini önyargısızca konuşulabilir kılmak; 1915’te olanları kapkara bir hikaye olarak algılamaktan kurtarmak:

“Bu bizim sorunumuz, bu bir vicdan meselesi. Hatırlamak bizim vazifemiz. Hatırlamak geçmişe gömülmek demek değil. Esas biz hatırlamayı reddettikçe, hem dünyanın gözünde çok zor bir duruma düştük, hem de kendi vicdanımızdan uzaklaştık. Çünkü 1915 sadece kapkara bir kitap değil. Öyle Ermeni aileler tanıdım ki, baba tarafı tecrit boyunca öldürülmüş ama anne tarafını da imam bilmem kimin ailesi kurtarmış. Minnetle andıkları Türkler ve aileler var. Biz bu gaflet ve meraksızlık yüzünden, o iyi Türklerin anılarının da konuşulmasına engel oluyoruz. Onlara da bir borcumuz var. Belki bunları konuşsak, zannettiğimiz gibi topyekün kapkara bir dönem olmadığını göreceğiz. Ermeni meselesini E’sini söylemeye çalıştığınızda o kadar politize bir ortam var ki hemen başka bir yöne çekiliyor.”

 

 

Röportaj: Demet SUNAR

 

Vip Diplomat, Sayı 17, 2006

 

İzlenme : 4741
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us