ELİF ŞAFAK’LA YAZMAK ÜZERİNE
Söyleşi: Merve Bülbül
Elif Şafak, yeni romanı “Bit Palas”la bugünün İstanbul’una geliyor. Şafak’la, yaşamak-yazmak gerilimi ve yazmanın tehlikelerine dair buradan bir girizgah yapıyoruz; ötesi ve uzunu, aksilik olmazsa, Roll’un blind-test’inde…
Gündelik hayattan kopuyor musunuz roman yazma aşamasında?
Elif Şafak: Hayır, tam tersine, kendimi yaşamdan yalıtarak yazmam mümkün değil. Bir defa maddi şartlarım buna elverişli değil. Bu ülkedeki pek çok insan gibi yazmanın yanı sıra başka şeyler yapmak durumundayım yaşayabilmek için. Galiba mizacım da buna elverişli değil. Hiçbir zaman tek bir uğraşı hayatımın merkezine yerleştirmedim. “Bit Palas”, onlarca gündelik işin ve koşuşturmanın ortasında yazıldı. Sabah fatura ödeyip öğlen üniversitede ders verirken, ev taşıyıp ev sahipleriyle kavga ederken, bir yandan doktora tezine devam edip bir yandan da yalpalayıp düşerken… Böyle bir kaosun ortasında biçimlendi roman.
Bu koşuşturma arasında yazma konusunda bir şeyleri ıskaladığınızı düşünüyor musunuz?
Edebiyatın memuriyete dönüştüğü, kalem efendiliğine karıştığı kavşaktan uzak durmak gerektiğine inanıyorum. İllâ ki her gün düzenli saatler arasında yazmakta diretmektense, daha plansız, hesapsız ve fütursuz yazan bir damara yakın durmayı tercih ederim. Yüksek bir hedefe odaklanarak, o hedefe varabilmek için düzenli adımlarla tırmana tırmana yazmak, tutup bir bankada kariyer yapmaktan farklı değil. Sanatın bir esrikliği olmalı, anarşizme açılan pencereleri, kapıları… Ayıklıktan ziyade sarhoşlukla bağlantılı bir şey benim için yazı. Bunun son derece yıpratıcı bir yanı var şüphesiz. Ancak kendi küçük hayatlarımıza gömülüp kapılarımızı dışarıya kapatarak yaptığımız her şey, bir müddet sonra kendi içine kapanmaya, daralmaya mahkûm. Tanpınar, Ahmet Haşim’den söz ederken onun hayatı “kasten daralttığını” söyler. Ben de “kasten genişletip bozmaktan” yanayım mümkün mertebe. Yazarlığın çok tehlikeli bir yanı var bence. Zaten şişkin olan egolarımızı daha da şişirmeye meyyal bir mecra bu. Yani bir şeyi yoktan var etmek, yaratmak, kendinizi herkesten farklı, her şeyden öte görmeye alışmak… Bir de bakmışsınız ki şişivermiş egonuz. Faniliği, geçiciliği ve aslında yaptığımız her şeyin ebediyetle değil, olsa olsa “şimdi”yle ilgili olduğunu unutmamayı tercih ederim. Mütereddit ruhları seviyorum ben. Egosu kalbur gibi delik deşik, sürekli hava kaçıran, su alan, batıp batmamakta kararsız mütereddit ruhlar… “Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyanınca felaketler başlar” diyor Cioran. Yazarların, bilhassa romancıların içindeki peygamberler hep uyanık, hep tetikte, gününü bekliyor. Bundan köşe bucak kaçmak istiyorum.
Şöyle yazmış Kavafis: “Sanat şöyle der sanki bana: Ben, geldiğinde kovulabilen, çağrıldığında da yeniden gelen bir hizmetçi değilim.” Böyle hissettiğiniz oluyor mu?
Bu söz bana ruhen çok yakın. Romancıların kendi yazdıkları metinlere sanıldığı kadar hakim olduklarından emin değilim. Ben bu kadar hakim değilim en azından. Ne dile, ne de içeriğe. Yazmanın bir yanıyla ciddi bir kurgu, ama bir yanıyla da bir vecd hali olduğuna inanıyorum. Yazmanın esrikliğini, kontrol edilemezliğini, kahpeliğini seviyorum. Bizde Osmanlı son dönemden bu yana romancıya “baba” rolünü atfeden bir yapı olagelmiş. Belli misyonlarla yazan romancılar, kendilerini metne hakim ve okurun üstünde görmeyi kanıksamışlar. Oysa cansız bir hamur, biçimlenmeyi bekleyen bir çamur değildir dil. Dilediğiniz gibi alıp oynayamazsınız onunla. Çünkü bir süre sonra o da sizinle oynamaya başlar. Bazen siz bulmazsınız, yazı gelir bulur sizi. Alır, yıpratır, hırpalar, silkeler atar.
Romanlarınızın karakterlerini, onların özelliklerini önceden mi belirliyorsunuz, yoksa onlar da yazma sürecinde gelişip değişiyor mu?
Roman karakterlerinin önemli bir kısmı metnin içinde, yazdıkça şekillenerek gelişir. Yaşamalarına izin veriyorum karakterlerimin, beni şaşırtmalarına, kendi yollarını bulmalarına… Wittgenstein’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Yazarken bazen elimi izlerim hayretle” der, “meğer neler biliyormuş elim”. Ben de böyle yazıyorum. Bazen oturup kendi karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum…
İki şekilde yaratabilirsiniz karakterlerinizi. Muktedir yaratıcı gibi yukarıdan yönlendirmeye çalışırsınız karakterleri. Ve her birini belli bir misyonla, bir şeyi temsilen, bir işlevle atarsınız yukarıdan. Buna ben yukarıdan aşağıya yazma diyorum, Baba-yazarın merkezi yapılanması… Öte yandan daha adem-i merkeziyetçi bir yapı kurmak da mümkün. Bırakalım aşağıdan yukarıya biçimlensin roman karakterleri. Kendi kendilerini yaşatsınlar, kendi isimlerini kendileri bulsunlar. Icığına cıcığına baştan sona planlanmış bir kurgu olmasın roman. Apollon’dan ziyade Diyonisos’a yakın dursun. Su gibi aksın, kendi yolunu bulsun. Akarken mümkün mertebe “hakim yazar” rolünü de beraberinde sürükleyip parçalasın.
Bir bölünme duygusu yaşıyor musunuz diğer işlerin arasında?
Elbette bir değil, bin bölünme duygusu yaşıyorum. Ancak bölünmüşlük benim yabancısı olduğum bir duygu değil. Çocukluğumdan beri zaten hayatı hep böyle algıladım. Ben kaosu değil, kozmosu yadırgarım. Dağınıklığın içinde değil, düzenin içinde nefes alamam zaten. Bunun ne kadarı benim tercihimdi, ne kadarı yaşamın bana dayattığı bir yan oldu, tartışılır. Ama işte çocukluktan bu yana alışkınım kültürel, duygusal, zihinsel kopukluklar ve kesintiler yaşamaya.
Yazmak hayatınızda hangi boşluğu dolduruyor?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum ve galiba bilmeye de çalışmıyorum. Çünkü yazmaya bir işlev biçmek istemiyorum. “Yazıyorum çünkü…” diye başlayan cümleler beni rahatsız ediyor. Niçin yazdığımı bilme gereği duymuyorum illâ da ve yazıya yüce yüce anlamlar atfetmekten kaçınmak istiyorum ısrarla.
Akademisyenlikle yazarlık iç içe geçiyor mu?
Elbette. Bunun izlerini romanlarımda da görebilirsiniz sanıyorum. Bilgiyle sezginin iç içe geçmesini seviyorum. Bu kavşakta yazıyorum romanlarımı. Sezgi bana ne yöne gideceğimi söylüyor; bilgi ve akılsa o yöne doğru hangi yoldan gideceğimi.
Diğer romanlarınızın aksine, “Bit Palas” tam da günümüzde geçen bir roman. Bunun için ayrıca özellikle bir gözlem endişeniz oldu mu?
Ben gözlem yapmaktan, oturup başka insanları gözetlemeyi anlamıyorum. Gözlem demek, illâ da gözlerinizin dışa dönük olması demek değil. Belki kendi içimize bakabilmemiz demektir gözlem yapabilmek. O anlamda, romanda anlatılan tüm takıntıları, kompleksleri biliyorum, çünkü onlar benim içimde de var. Önemli olan da bu benim için. Kendimden yola çıkıp başka insanları anlatıyorum. Ya da tam tersine, başka başka insanları anlatırken kendime varıyorum.
“Bir şeyler öğreneceksek ancak bize benzemeyen insanlardan öğrenebiliriz” demişsiniz bir söyleşinizde…
Klasik liberal öğretinin pek sevdiği bir düstur vardır. Bir insanın özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasınınkinin bittiği söylenir. Oysa bence iç içe geçiyor yaşamlarımız, birbirine sızıyor hikayelerimiz. Benzer şekilde geçmiş, bugünün içinde yaşıyor. Hâl böyleyken, kendimizi ve hayatımızı sürekli dışarıdan yalıtmaya çalışmak, yapay bir temizlik harekâtı, sterilizasyon ve aslında depolitizasyon demek. Bunlara karşı durmak gerektiğine inanıyorum. Farklılıklar, yaşamı besleyen mecralar. Ama bu öyle kireçlenmiş devlet söylemiyle kastedilen “kültür mozaiği” anlamında bir şey değil. “Yan yana güzel duruyoruz” anlamında, salatanın farklı renkleri gibi bir çeşni zenginliği değil. Yabancıyla yüzleşmek, insanın kendi kendisiyle, kendi geçmişiyle de hesaplaşmayı, yüzleşebilmesi demektir çoğu zaman. Cici cici bir renk harmonisinden söz etmiyorum. Yıkıcı bir birliktelikten söz ediyorum. Bu anlamda yıkıcılığın hayli yaratıcı bir faaliyet olduğuna yürekten inanıyorum.
Post Express, Sayı: 2002/06 15 Haziran-15 Temmuz
|