Son kitabı “Siyah Süt”le yine adından bahsettiren ve 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde jüri üyeliği yapan Elif Şafak’la sinema ve edebiyata dair konuştuk
Deniz Vargeloğlu
“Pinhan”, “Araf”, “Med-Cezir”, “Baba ve Piç”... Elif Şafak, Türk Edebiyatının hızla yükselen kadın yazarlarından bir tanesi. Çıkardığı her kitap, kitapçıların baş raflarında yerini alıyor, yoğun okuyucu kitlesiyle karşılaşıyor. Kitaplarında nahif ve akıcı diliyle hiçbir yere ait olamama duygularını çok iyi dile getiren bir yazar o. Fakat dile getirdiği bu duygular, ne yazık ki “Baba ve Piç” romanında Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi yüzünden yargılanmasına neden olmuştu. Bu olay sonrasında günlerce gündemden düşmeyen Şafak, şimdi de Doğan Kitap’tan çıkardığı “Siyah Süt” kitabıyla yine adından söz ettiriyor. Hem de bu kez, doğum ve doğum sonrası sürecini anlattığı ilk otobiyografik romanıyla sevenlerinin karşısında. Kitap, gazete ve dergi yazarlığı derken, aynı zamanda 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali, Ulusal Yarışmada jüri üyeliği görevini de üstleniyor. Tablo böyle olunca edebiyatın ve sinemanın iç içe geçtiği hoş bir söyleşi yaptık, Elif Şafak’la...
Festivalde söz sahibi
Biliyorsunuz bu ay, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali sinema dünyasına kapılarını bir kez daha açıyor. Hem uluslararası hem de ulusal alandaki filmler, yönetmenleri ve oyuncuları, çeşitli ödüllere layık görülüyorlar. Geçen sene gazeteci-yazar koltuğunda oturan Yıldırım Türker’den, bu sene Elif Şafak bayrağı devralıyor. Festivalde yer almasını şöyle ifade ediyor, Şafak: “Edebiyatın sinemadan, sinemanın da edebiyattan alacak çok şeyi olduğuna inanıyorum. Sinema, hayatımda hep çok özel bir yere sahip oldu. Böyle özel bir festivalin jürisinde olmak benim için hem heyecan hem onur verici.” Biliyoruz ki, diğer birçok film festivalinde de jüri üyeleri arasında muhakkak bir yazar bulunuyor. Yazarın filmlere nasıl bir gözle baktığını sorduğumuzda ise, “Sinema da edebiyat da temelde ‘hikaye-anlatıcısı’ sanatlar ama hikayeyi işlemek için farklı anlatım araçları kullanıyorlar. Sözel olan ile görsel olanın vurguları farklı yerlerdedir. İtiraf etmek gerekirse, biz edebiyatçılar zaman zaman kelime karşısında görselin gücünü kıskanıyoruz. Festivaldeki filmleri, kendi sanat kriterlerimle izliyorum.”
“Gişelerin gölgesinde kalmamalı”
Bir film ödüle layık görülmeden önce, mutlaka her jüri üyesinin farklı kriterlerinden teste tabi tutuluyor. Elif Şafak’a filmleri nasıl değerlendireceğini soruyoruz: “Filmin hikayesi, oyunculuğu, anlatım gücü, görsel zenginliği, müzikleri… Hepsi bir bütün. Tek tek ayırmak mümkün değil. Sonuçta önemli olan soru, sinema salonundan çıktığınızda o film sizinle beraber yürümeye devam ediyor mu, kafanızda yüreğinizde iz bırakıyor mu?” Ödüllü filmlerin, vizyondaki başarılarını ise şöyle dile getiriyor: “Her ödüllü film, vizyonda aynı başarıyı yakalamalı diye bir kaide yok. Ayrıca başarı denilen şeyi neye göre ölçeceğiz? Sadece gişede ne kadar hasılat yaptığına göre mi? Böyle olsa sanat sineması gelişemez. Gişelerin gölgesinde kalmadan, başarılı filmler ödüle layık görülmeli.”
Kitabın ismi anneannesinden
Film festivalinden sonra rotamızı son çıkardığı kitabı, “Siyah Süt” üzerine çeviriyoruz. İlk sorumuz ise böyle bir kitap adı koymanın, aklına nereden geldiğini sormak oluyor: “Siyah Süt ismini anneannemin ‘süt çürür’ lafından esinlenerek verdim. İki sebepten ötürü seçtim bu ismi. Birincisi, annelik ve annelikle özdeşleştirilen süt, her zaman sandığımız kadar beyaz ve pür-i pak değil. Anneliğin de kendi içinde çelişkileri var. Depresyonda annenin sütü kararabiliyor. Ancak ben o kararmış sütten mürekkep elde etmek istedim. Yani yazıya dökebilmek istedim, doğum sonrası yaşadığım o hüzünlü dönemi. Yazmak ve bu sayede geride bırakmak... Kitabın ismi tüm bu metaforları barındırıyor içinde.”
“Ben kötü bir anneyim”
“Siyah Süt”, Elif Şafak’ın kızını doğurduktan sonra girdiği depresyon sürecisinde yazdığı bir kitap ve bu kitapla ruhunu arındırmak istemiş. “Bu kitabı yazmadan önce 10 ay kadar süren yoğun, karanlık bir depresyon yaşadım. Uzun süre zannettim ki, bu yaşadıklarım, dünya üzerinde yalnız benim başıma geldi. Ben kötü bir anneyim. Hiçbir şeyi beceremiyorum. Herkes mükemmel, ben eksiğim, ben yetersizim… Sonra depresyon bitti, 2,5 ay durmadan yazdım. Sonuçta bence bu kitap 10 ay, artı 2,5 ayda yazıldı. Yazamadığım zaman da, bu kitabın yazılma sürecinin parçasıydı.” Kitabında sadece anneliği ve loğusalığı anlatmıyor, Şafak. Aynı zamanda kadınlık ve insanlık hallerini de anlatıyor... Bu yüzden de erkek okurlar da, anne olmayan kadınlar kadar kitabı keyifle okuduklarını söylüyorlarmış. Elif Şafak’ın deyimiyle, çok katmanlı, çok kapılı, çok odalı bir kitap bu. Söyleşimize son vermeden önce merakla Elif Şafak’a, otobiyografik romanlara devam edip etmeyeceğini soruyoruz: “Ben Siyah Süt’ü yazarken kendimi yerden yere vurdum. Hiç işime gelmeyen yanlarımı ifşa ettim, bunlarla dalga geçtim. Çok canım yandı yazarken. Ama ortaya samimi, hakiki bir kitap çıktı. Bence bir edebiyatçı, hayatının belli dönüm noktalarında bu tür kitaplar yazabilir. Yani sürekli otobiyografik yazamazsınız. Üslup ve tema itibarıyla kendini tekrar eden bir yazar olduğumu sanmıyorum. Değişime açığım. İnanıyorum ki, su gibi olmalı edebiyat. Su gibi akışkan.”
Seninle Dergisi, Nisan 2008
|