Annelik mevsimini yaşayan bir yazar: Elif Şafak...
Yazdığı romanlarla sevilen, kimi zaman tartışılan, yazar kimliğinin önüne getirilen “kadın” sıfatını taşımanın ağırlığını yıllardır üzerinde hisseden bir romancı Elif Şafak. Şimdilerde anne olmanın mutluluğunu yaşıyor. Doğum sonrasında geçirdiği sancılı dönemi “Siyah Süt” adını verdiği yeni romanında kaleme alan ünlü yazarla çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Eşinizle nerde ve nasıl tanıştınız?
Eşimle İstanbul’da tanıştık ama şunu söylemeliyim; bizim ilişkimizin iki ayrı safhası, mevsimi var. Biz birbirimizi çok sevdik ama çok zıt kişiliklerdik dolayısıyla çok çatıştık ve sonunda birimiz Amerika’ya birimiz Rusya’ya gittik. Birbirimizden uzağa savrulduk ama sonra ikimiz de çok değişmiş olarak yeniden birbirimizi bulduk. Bu şekilde ikinci bahar başladı.
İlişkinize ne kadar süre ara verdiniz?
2 sene ara verdik. İlişkimizin ikinci safhasında ben de, o da çok değişmiştik. Ben ilişkilerin hep böyle mevsimleri olduğuna inanan biriyim ve bu bana çok kıymetli geliyor. Kendini karşındakinin aynasında dönüştürmek, ona bakarak dönüşmek ise müthiş bir duygu.
Neydi kişiliksel olarak en belirgin, sizi zorlayan farklılıklarınız?
Hala farklı kişiliklerimiz ama şunu öğrendik galiba; karşındakini kendine benzetmek zorunda değilsin. O farklılığı, bir engel gibi görmek çok ciddi bir mücadeleye sebep oluyor eşler veya çiftler arasında. Farklılıklarla barışabildiğin noktada uyumlu gidiyor ilişkiler. Yani biz birbirimizi o anlamda aynılaştırmadık sadece farklılıklarımızı daha huzurlu bir şekilde yorumlamaya başladık. Bunun çok önemli bir safha olduğuna inanıyorum ilişkilerde çünkü bir ayna beklemeye hakkımız yok, ne sevgililerimizden, ne eşimizden, ne de çocuklarımızdan... Örneğin Eyüp, çok sabırlı, dengeli ve huzurlu bir insandır. Ben de tam tersi, çabuk panikleyen, daha duygusal, daha iniş çıkışlı, düşmeye, kalkmaya daha müsait bir insanım. Dolayısıyla onun kâinatla kurduğu ilişki daha farklı bir ilişki, benimki daha mücadeleci bir ilişki. İnşallah kızımızın huyları babasına çeker ki öyle de görünüyor.
Sürekli gezen, gezerek üreten bir insansınız, çocukluğunuz hep yurtdışında geçmiş sonra birden aile kurmak fikri size korkutucu gelmedi mi?
Benim için çok korkutucu oldu, dehşet verici oldu.
Sizi evliliğe ikna eden ne oldu?
Aşk. Tabii ki aşk ama ondan sonra bebek, hamilelik, çocuk sahibi olmak, beni çok sarsan ve dönüştüren bir süreç oldu. Evlilik benim için çok ürkütücü bir şeydi. Evlilikten öte, yerleşme fikri, bir düzenimin olması benim tüylerimi diken diken ederdi. Belki bir çok yazar belli bir düzen içinde çalışır ama bende hep tersi oldu, hep kaos içinde yarattım ve bu durum çocukluğumdan beri böyleydi.
Sizin yıllar önce Amerika’dayken bir ağaca ettiğiniz dua ve sonrasında yaşadıklarınız var. Biraz bu olaydan bahseder misiniz?
Boston’da, gövdesinden beyin şeklinde çıkıntısı olan bir ağaç vardı ve ben ona “beyin ağacı” derdim. O dönem bir yemin ettim, beden olmamak sadece beyin olmak istedim. Açıkçası ben bu toplumda yazar, gazeteci, siyasetçi, iş kadını olan, farklı mesleklerden birçok kadının benzer bir ikilem taşıdığını düşünüyorum. Bizler bedenlerimizle çok barışık olamıyoruz. Kendi kadınlığımızla, cinselliğimizle kamusal alanda çok barışık duramıyoruz. Özellikle yazarsan ve beyninle var olmak istiyorsan, beyninle bir yer bulabilmek istiyorsan kendine bedenini hor görmeye veya saklamaya başlıyorsun. Ben çok yapıyordum bunu. Annelikten sonra dönüp bunları sorgulamaya başladım. Yani o beyin- beden ikileminden bence birçoğumuz geçiyoruz.
“Beyin ağaç”a ettiğiniz duanın sonrasında, bir süre sonra menopoza girmişsiniz. Bu doğru mu?
O kadar garip bir şey ki; belki bunu bir jinekologa da sormak gerek. Bana doktorların söylediği; beyin bedeni kontrol ediyor. Sen istemediğin zaman, beynin aracılığıyla bedenine bir komut verip onu durdurabiliyorsun. İşte ben de bunu yapmışım. Sonra ben ne zaman ki kendi bedenimle barıştım (belki kadınlığımla barıştım), yeniden âşık oldum, yeniden İstanbul’a döndüm ve tekrar eski ritmim geri geldi ve ben hala bugün bu durumu çözebilmiş değilim.
Hamileliğiniz planlı mıydı?
Hayır, hamileliğim planlı değildi o da sürpriz oldu.
Onu kabullenme süreciniz nasıl gelişti?
Aslında şu an bu sürecimi anlatan bir kitap yazıyorum. Biz anneliği, hamileliği çok cicileştiriyoruz ama onun ötesinde sarsıcı bir durumu var anneliğin ve bence birçok kadın bu durumu yaşıyor. Öz güveniniz sarsılıyor, kendinizle, bedeninizle ilişkiniz değişiyor; yetersizlik duygusu, panik yaşıyorsunuz. Ben bu evrelerin hepsini 10 ay yaşadım ve çok sıkıntılı günler geçirdim.
Yani bir çeşit hamilelik depresyonu yaşadınız...
Evet yaşadım. “Postnatal depresyon” (hamilelik sonrası depresyon) diye bir durum var ve bu hemen her kadının başına gelebiliyor. Bir kere deriniz çok inceliyor; her şeye ağlar, her şeyden hatta kendinizden korkar hale geliyorsunuz.
Siz nasıl atlattınız bunu?
“Ben nasıl atlattım?” biraz tuhaf gelecek belki ama bence depresyonun da kendine has bir ömrü var. Bu dönemde ilaç da kullandım ama fayda etmedi. Ne zaman o döndü dolaştı, kendi çemberini tamamladı, o zaman terk etti gitti. Bence biz modern toplumda bunları konuşamaz hale geldik. Eskiler bilirmiş bunları; örneğin loğusa insan yalnız bırakılmazmış, 40 gün boyunca sürekli başında birileri beklermiş. İşte aslında bu postnatal depresyonun eski lügatteki ismi. Bu dönemde bebeğe genellikle anne bakmıyor, etrafındakiler bakıyor çünkü anne panik yaşıyor, bebeğe çare bulamadığı zaman sürekli ağlıyor, komplekslere giriyor. Bu nedenle anneyi hastalığa meyilli kabul edip ona da bakıyor etrafındakiler.
Size kim destek oldu bu dönemde?
Annem, eşim, dostlarım destek oldu. Bu anlamda yalnız değildim ama çok yoğun bir yalnızlık duygusu da yaşadım. Bu postnatal depresyon üzerine olan kitapta daha ayrıntılı anlatacağım.
Anneliği nasıl kabullendiniz? Kolay oldu mu sizin için?
Hamileliğin ilk zamanı bende çok zor gelişti. Bedenim, beynim, ruhum, yaşam tarzım bir türlü uyum sağlayamadı bu sürece ama o safhadan sonrası çok rahat geçti. Ben anneliği hem çok sevdim hem de şunu gördüm; annelikte siz bir öğrencisiniz, bebeğiniz ise bir öğretmen. Sürekli bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve kendimizi çok özgün zannediyoruz. Dolayısıyla öyle anlar var ki, örneğin doğumda, bebek biliyor ne yapacağını, vücut biliyor ne yapacağını, doktorlar da biliyor... Sizin tek yapmanız gereken şey ona ayak uydurmak, ritmi takip etmek.
Çocuk sahibi olmak üretkenliğinizi nasıl etkiledi? Çünkü bilinen yazarların daha bireysel yaşadıkları ve daha bencil olmak oldukları şeklinde... Şimdi bencil olmanız imkânsız çünkü çocuğunuz var. Bunu nasıl dengeliyorsunuz? Evde tam konsantre olmuş yazı yazarken bir anda çocuk ağlamaya başlayınca bu sizi nasıl etkiliyor?
Ben dengeleyebildiğimden emin değilim çünkü tam da değdiniz gibi yazı, özellikle de romancılık o kadar bencil bir şey ki, tamamen benmerkezci olmanız gerekiyor. Yazının sahibi, merkezi zannediyorsunuz kendinizi, karakterler yaratıp onları öldürüyorsunuz ve yazı her şeyin önüne geçiyor, her şeyiyle o birinci planda olmak istiyor. Bu anlamda çok paylaşımcı bir insan olmanız mümkün değil yazarken ama anne kimliği ile baktığınızda tam tersi olmanız gerekiyor; sürekli verici olmanız, kendinizi ikinci plana atmanız gerekiyor. Bunları nasıl dengeleyeceğimi ben de yaşayarak öğreniyorum ve bunun tek bir formülü, tek bir anahtarı olduğunu da zannetmiyorum; ben yaklaşık 10 ay hiçbir şey yazamadım. Hayatımda ilk defa bu kadar ciddi bir kesinti oldu.
Anneliğin üretkenliğinizi artırdığını düşünüyor musunuz?
Bana başka bir bilinç verdiğini, başka türlü bir düşünce ve gönül zenginliği kattığını, algılarımı başka türlü açtığını düşünüyorum.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Doğumdan sonra hayatımda hiç yaşamadığım kadar evcimen bir hayatın içinde buldum kendimi. Böyle şeyler bilmezdim bile; yemek, ayrıntılar, patik alımı, çay kaynatmak gibi hiç bilmediğim daha anarşik, daha domestik bir yanım ortaya çıktı ve hoşlandım da bundan, keyif de aldım ama kendi içimde de çatışmalar yaşamadım değil.
Kızınızla birlikteyken en çok ne yapmaktan keyif alıyorsunuz?
Kızım daha çok küçük olduğu için biz çığlık atmayı çok seviyoruz. Oturup birlikte çığlık atıyoruz, o ne yapıyorsa ben de onu yapıyorum, çok rahatlatıcı bir aktivite. Bu anlamda onu rahat bırakıyorum ama evin içinde hengâme böyle şeyler. Komşular ne düşünüyor bilmiyorum ama biz çığlık atma aşamasındayız.
Sizin anneniz nasıl bir anneydi?
Bazen diyorlar ki; “Bebeğinizin bakımına anneniz de yardımcı olmuştur.” Sağ olsun çok yardımcı oldu ama annem de benimle beraber öğreniyor her şeyi; çünkü benim annem tipik klasik bir anne değildir. Daha başına buyruk, yemek pişirmeyi bilmeyen, ömrü hayatında hiç böyle domestik işler yapmamış bir annedir. Bana da ben küçükken anneannem baktı zaten. Şimdi birçok şeyi annem de benimle birlikte öğreniyor. Çalışan bir kadındı benim annem ve dul bir kadın olması sebebiyle, beni tek başına yetiştirdiği için, ben onun çok fazla zorluğa tek başına göğüs gerdiğine de şahit oldum.
Annenize benzetir misiniz kendinizi?
Annemle pek benzeşmiyoruz. Farklıyız, hatta mizaç ve yaklaşım olarak çok farklıyız.
Sizin için babanız olmadan büyümek mutlaka zor bir şeydi. Bu zorluğu en çok hayatınızın hangi aşamasında hissettiniz? Erkeklerle olan ilişkinize yansıdı mı bu durum?
Ben bunun farkında olayım olmayayım eminim yansımıştır. İyi olan tarafı ise; bu durum bence beni çok daha bağımsız ve girişken kıldı. Hiçbir zaman babanın rızasını almak durumunda hissetmedim kendimi. Ama elbette bir boşluk, bir sevgisizlik hissi, bunların yarattığı duygusal yıpranma ve bu durum, oradan kalan öfke benim 20’li yaşlarım boyunca da devam etti.
Eşiniz nasıl bir baba?
Eşim çok iyi bir baba. Özellikle bebeğin bakım sürecinde “Vay ben nasıl yıkayacağım, nasıl tutacağım, aman ne oluyor?” diye paniklemeyen bir insan. Evde yeterince panikleyen insan varken birinin böyle dengeli olması çok büyük bir şans. Ayrıca çok sevgi dolu bir baba oluşu da çok güzel...
Siz geleneksel Türk aile yapısından farklı bir formda büyüdünüz. Şimdi Türkiye gibi bir ülkede büyüteceksiniz çocuğunuzu. Kendi gördüklerinizle burası arasında çok ciddi farklar var. Ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Ben Şehrazat’ın şunu bilmesini istiyorum; toplumun bize öğrettikleri nihai şeyler değil, onun dışında da yollar ve yaklaşımlar var. Esnek davranabilirse bu çok benim için çok kıymetli olacak. Bir de benim için önemli olan; kızıma “insanı” sevmeyi, herhangi bir nedenden dolayı insanları aşağılamamayı, ayrımcılığa tabi tutmamayı öğretebilmek. İnşallah daha eşitlikçi bir dünya görüşü gelişmesine ben de bir katkıda bulunabilirim çünkü bu benim için önemli bir şey.
Sizin yurtdışında yaşadığınız zamanlarda hep aklınıza gelen, sizi duygulandıran bir anınız var mı?
Benim çocukluğum İspanya’da Madrid’de geçti ve ben çok kozmopolit bir okula gittim, oradaki tek Türk öğrenci bendim. Ben oraya gitmeden bir sene önce Papa’ya suikast düzenlenmişti. Bir Türk terörist Papa’yı öldürmeye çalıştı diye, Türklere karşı çok ön yargılılardı. Ben de kendimi öyle bir sınıfın içinde buldum ve çocuklar birbirlerine karşı çok acımasız olabiliyorlar. Çocuk dendiği zaman “melek, kanatlı bir canlı” anlamamak lazım... Çocuklar da güç mücadelesi yaşıyorlar devamlı. O dönemde Türkiye Eurovision’a katılmıştı opera şarkısıyla, sıfır puan almıştı ve ben 1 hafta okula gidememiştim. Gittiğimde ise herkes “opera, opera” benle alay etmişti. Böyle küçük şeyler önemsiz gibi görünüyor ama insanın hayatında iz bırakıyor. Ben Türkiye hasreti, İstanbul hasreti çekmek ne demek çok iyi biliyorum ve yurtdışında olduğumda bu şehri çok özlüyorum. Ne zaman gitsem özlemle, hasretle geri dönmüşümdür, o duygusal bağ hep devam etti bende.
Bebeğinizin ismi çok değişik: Şehrazat Zelda. Sizin için özel anlamı olan isimler mi bunlar?
Şehrazat’ı Eyüp koydu, o arzu etti. Anlamı: “Hikaye anlatıcı”. Zelda’yı da ben istedim. Benim çok sevdiğim Amerikalı yazar Scott Fitzgerald’ın pek çok eserini ithaf ettiği eşinin adıdır Zelda... Hatta doğum sırasında narkozluyken bu adı sayıklamışım ve Fitzgerald’ın en sevdiğim romanlarından birini anlatmışım. Sonrasında doktorlarım şaşkınlık içinde bunu söylediler. Ben de bu adı çok sevdiğimden ve böyle de ilginç bir anısı olduğundan kızımızın ikinci adının “Zelda” olmasını istedim.
Siz bir yazarsınız ve yazarların en çok istedği şey, okunmaktır. Gelecekte çocuklarının iyi birer okuyucu olması için ailelere ne yapmalarını tavsiye edersiniz?
Benim ailelere tek önerim: Çocuklarının farklılıklarını bastırmamaları. Her çocuk kitap okumak zorunda değil; çocuğun yeteneği, eğilimi hangi yönde ise çocuk o doğrultuda desteklenmeli. Çocuğun bireyselliğine saygı duyulmalı.
Yani o kitabı okuması çok önemli değil. Zaten çocuk eğilimliyse o yolda gider diyorsunuz...
Bence teşvik edilmeli ama zorlanmamalı. Yukardan bastırarak, bunu bir görev gibi yapmamalı çocuk. Eğer sevmesi sağlanırsa ve açıkçası ailedekiler kitap okuyorsa, çocuk da kendiliğinden bunu doğal bir süreç olarak görüp yaşayacaktır. Bizim toplumumuzda öyle bir yanlış var ki; anne kitap okumuyor, baba kitap okumuyor, ev ödevi verir gibi kafalarındaki ideal model için çocuğa bunu dayatıyorlar. Çocuk onun zoraki, yapay bir şey olduğunu o noktadan itibaren hissediyor. “İyi bir şey olsa benim annem- babamda okur” diye düşünüyor. Yani açıkçası önce kendimiz okuyalım, çocuk kitap okunan bir evde büyüsün, kitabı da çatal kadar, kaşık kadar, ekmek kadar doğal kabul etsin, o zaten kendiliğinden okuyacaktır.
Sayın Elif Şafak a, değerli paylaşımlarından dolayı teşekkür ederiz.
anneyizbiz
|