. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Aslolan Özdür, Öz de Aşktır…


Elif Şafak’la Pinhan Üzerine

Aslolan Özdür, Öz de Aşktır…

“Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Döngüsellik ve Kadınsallık” sizin mastır tezinizdi. Pinhan romanının da bu tezinizin yansımalarını barındırdığını belirtiyorsunuz. Tezinizin bulguları ile romanın kurgusu kesiştikleri ya da ayrıştıkları noktaları biraz açabilir misiniz?


Türkiye’de beni çok kaygılandıran ikili bir yapı var. Bir tarafta, “islam” dendi mi ya da Osmanlı dendi mi tekdüze birkaç olumsuz genellemeden ötesini bilmeyen, geçmişinden bir an evvel kurtulma adına hızlandırılmış batılılaşmanın rahlesinden geçen, bir tuhaf, iğreti modernlik. Öbür tarafta böylesi bir hızlandırılmış modernleşmeye tepki mahiyetinde ama gene onun bir parçası olarak palazlanan muhafazakar yapılanma, Osmanlıyı öve öve bitiremeyen. Bence her ikisi de aralarındaki farklılıklara rağmen müthiş benzeşiyorlar. Aynı dar okuma, aynı ayıklamacı tarih anlayışı.


Türk solu bu anlamda çok güdük. Türk solu dine ilgisiz, din konusunda bilgisiz. Oysa din sadece yaratan-yaratılan ayırımı ya da öğretiler bütünü değil. Din aynı zamanda felsefe demek, insanların yaşamdan, ölümden, bedenden, cinsellikten ne anladıkları, ne anlamak istemedikleri demek. Dinler tarihine, dinler felsefesine olan ilgisizlik Türk solunun ufkunu daraltıyor. İslamiyet hiçbir zaman ne tek renkli oldu ne de durağan. İslam tarihi içinde, her monoteist din içinde olduğu gibi damar damar yollar var uzanan.


Acıklı olan, üzücü olan tasavvuf üzerine o kadar az araştırma var ki. Olanların önemli bir kısmı da tasavvufu tek bir yoruma indirgeyen, muhafazakarlaştıran metinler. Oysa tasavvuf çok kapılı; “ne kadar yürek varsa Allah için çarpan, o kadar yol vardır” diyen bir felsefe nasıl tek sesli, yekpare olabilir ki.


Tasavvuf tarihinin içinden, Rabia’dan örnek vermek isterim. Bir sabah Basra sokaklarında elinde bir kova dolusu su, öteki elinde de yanan bir meşale ile görülür. Bunlarla ne yapacağı sorulduğunda “su ile cehennemin ateşini söndürmek, meşale ile de cenneti kül etmek istediğini söyler, “ki böylelikle kalksın ortadan korku ve ödül beklentisi. Eğer insanlar Tanrıdan bahsedeceklerse sadece aşk ile bahsetsinler.” Şimdi burada müthiş bir kopma var aslında Ortodoks okuldan, cennet-cehennem fikrini reddetmek aynı zamanda günah-sevap ikileminden de uzaklaşmak demek, ya da belletilen kurallar, yasaklar bütününden. Aslolan senin Tanrıya duyduğun AŞK, aslolan aşk. O aşkın yansımasını hemcinsinde görürsen eğer, hemcinsine de aşık olabilirsin, suretler ve kategorik ayrımlar, sınırlar birer yansımadan ibarettir sadece, aslolan özdür ve öz de aşktır sadece. Bunun sonuçları panteizme kadar uzanabilir, tüm bir evreni içine alan bir döngüsel evren.


Romanı okurken kadın karakterlerin kadınlığın toplum tarafından marjinalleştirilen yönleriyle sunulduğunu görüyoruz. Koca-karıların mahalledeki özel konumları, kocasından kalan mirasla abartılı zengin bir yaşam süren kadının evine çağırdığı dansözlerle birlikte olması, topal ve çirkin olan kız çocuğunun doğa üstü güçleriyle insanlara zarar vermesi gibi. Bu karakterlerin kadınlığının yüceltilmesi/aşağılanması söz konusu mu?


Bazı feminist ekoller ataerkilliği daha indirgemeci bir biçimde okudular geçmişte. Mesele “erkekler karşısında kadınların konumu” değil. Çok daha karmaşık. Ataerkilliğin en tahakkümperver olduğu sistemlerde dahi kadınlar kendilerine nefes boruları açmış, oradan nefes alıyorlar. Hurafeler dünyasının kadınlara, bilhassa başka bir kudreti olmayan kadınlara apayrı bir iktidar bahşettiğini gözlemledim. Bakıyorsunuz cahil, okutulmamış, alt sınıftan bir kadın, kocası babası tarafından çok ezilmiş mesela, ama bir gül dikeni, bir cin, bir ayna ile iktidar kapıları açılmakta ona. Bu tür çelişkiler beni büyülüyor işte. Benim karakterlerim çelişkilerinden kuvvet alan insanlar.


Öte yandan şunu da eklemek isterim, ben kadınların da, birebir başka kadınların ya da eşcinsellerin ezilmesinde aktif rol oynadıklarını düşünüyorum. Cinsiyet şüphesiz belirleyici bir faktör Türk toplumunda ama keza “yaş” da önemli. Yaşı artan kadın daha az kadınsı oluyor toplumsal algılamada, yaşlandıkça güçleniyor kadınlar. İronik ama pek çok kadın vaktinden evvel yaşlanıyor Türkiye’de, bilhassa geleneksel kesimlerde. Sonra yaşından aldığı kudretle, daha genç kadınları eziyor ailesindeki, gelininden başlayarak mesela. Sonra aynı döngü gene tekrar ediyor, bitimsiz.


Kadınlar birbirlerine çok zarar veriyor Türkiye’de. Bu çok soyut bir şey, adeta havada; biliyorsunuz ama tanımlaması zor yaşamayana. Aradaki fark, Amerika gibi kadın hareketinin güçlü ve köklü olduğu yerlerde açıklık kazanıyor ama. Burada bazı şehirlerde en azından müthiş bir “dayanışma kültürü” var. Bizde ise, “herkese karşı tek başına” ruh haliyle üretiyorsunuz eğer bir şey üretecekseniz. İronik değil mi, oysa ilk bakışta biz bir cemaat toplumuyuz, ama üreten insanı tek başına bırakıyoruz. Amerika bireyci toplum, oysa üretken insan destek alıyor bir kolektiviteden.


Roman karakterlerinizin çelişkilerden kuvvet aldığını söylüyorsunuz. Örneğin, romandaki kocakarıların yaşları nedeniyle kadınsılığının azalmasına karşılık güçlenmesi bunlardan biri. Bu çelişkileri, sizin de değindiğiniz gibi, içselleştirdiğimiz gerçeklikler olarak yaşıyor ve çoğu zaman çelişki olduklarının ayırdına bile varamıyoruz. Bazen yaşarken fark edemediklerimizi dile dökmek, var olanı göstermek de sorgulamaya yetmiyor. Romanınızda okuyucuya, bunların birer çelişki olduğunun ipuçlarını veren ayrıntılardan bahsedebilir misiniz?


Çelişkileri ve onlardan doğan potansiyeli çok önemsiyorum. Son tahlilde Foucault’nun da dediği gibi “baskının olduğu yerde direnç var ancak”. Batıl inanışlar son derece kudretli ve kudret bahşeden çelişkilerle dolu. Ne yazık ki elitist bir yaklaşım var bunları atlayan, göremeyen. Böylesi bir elitizmin feminizm içine de sindiğini görüyoruz zaman zaman. Birçok elit/aydın folk islamı küçümsüyor. Her dindar kadını ezilmiş, her cahil kadını dilsiz zanneden bir yaklaşım bu. Oysa hakikat böyle değil.


Benim için önemli olan ezen-ezilen paradigmasının ötesine geçebilmek. Ezilen bir insanın hayatının başka başka safhalarında başkalarını nasıl ezdiğini görmek yahut da ezen kişinin nerelerde kimler tarafından nasıl ezildiğine bakmak. Çelişkilerin farkında olmak bu karmaşık yapıyı görmeyi sağlıyor. Ve eğer bizler heteroseksist kalıpların sorgulanmasını, ataerkil varsayımların sarsılmasını arzuluyorsak bu karmaşık yapıyı görebilmek durumundayız. Yani salt ezen-ezilen, erkek-kadın ikilemi içinde mümkün değil cinsiyetin ve cinsel ideolojinin yeniden üretimini algılamak, açıklamak...
Romanda Pinhan’ın yaşadıklarına baktığımızda ‘toplumsal erkek’ ile örtüştüğünü düşünüyoruz. Çünkü her yere rahatça girip çıkabilmesi, elinde asasıyla yol alan bir derviş olması, bir kadının yapabileceklerinden uzak görünüyor...


Mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki geçişlilik, tasavvuf açısından hep önemli bir tema olagelmiş. Beden de bir mikrokozmos. Hacı Bektaş’ın yazdıklarına bakarsak mesela, sürekli “vücudum şehri’ diye bahseder. Vücut bir şehirdir, kainattır. Benim için önemli olan şu, hem mikrokozmosda hem de kainatta karşıtlıklar iç içe. Diyalektik kainatın ritmi.


Evet Pinhan bir erkek olarak suret buluyor romanda, ama aynı zamanda kadın. Çünkü kainat gibi o da karşıtları barındırıyor içinde. Ve önemli olan şu karşıt sandıklarımız karşıt değil aslında, bir halden bir başka hale geçiş mümkün. Tüm bir tasavvuf “değişim” fikri üzerine kurulu. “Olduğun şeyden çıkıp bir başka şeye dönüşmek”.


Evet, sabit, değişmez gördüğümüz karşıtlıkların aslında nasıl iç içe olduğunu ve geçişlilikle birlikte tekrarlanan bir değişimi vurguluyorsunuz. Ancak haliyle, içinde yaşadığımız, norm olan toplumsal gerçekliklerden kuruyorsunuz karakterlerinizi. Örneğin Pinhan, içinde tüm karşıtlıkları barındırmasına rağmen, bir ‘oğlan çocuğu’ olarak büyütülüyor, sokakta ‘erkek’ olarak özgürce dolaşabilmesi ile Mevlevihaneye elinde sapanıyla gidebiliyor. Peki, Pinhan bir erkek değil de, kız çocuğu olarak yetiştirilseydi, değişimi hangi akışta olacaktı, kendini tamamlaması mümkün olabilecek miydi ya da öyküsünü nasıl yaşayacaktı?


Pinhan iki başlı olmasına rağmen sadece tek bir suret ile algılanıyor etrafındakiler tarafından. Eğer kız çocuk olsaydı da gene benzer şekilde iki başlılığı teke indirgenmiş olacaktı.


Bununla beraber haklısınız, eğer Pinhan kız çocuğu olarak dünyaya gelseydi çok daha başka olacaktı tecrübeleri. Her şeyden önce aynı kolaylıkla sokaklarda dolaşamayacaktı. Osmanlıdan bugüne değin toplumsal kültürel tarihimize ve gündelik yaşam tarihimize baktığımızda beni en çok düşündüren noktalardan bir tanesi sokakların kadınlara bu kadar kapalı böylesine uzak olması. Yasak değil elbet. Öyle olsa,  yani somut yasaklar olsa mücadele etmek daha kolay olurdu. Çok daha soyut çok daha örtük kurallar işliyor. Geceler kadınlara yasak. Sokaklar kadınlara yasak. Edebiyata müthiş bir soluk katan “flaneur” nasıl çıkabilir kadınlardan sokaklar bize böylesine yasak iken. O yüzden haklısınız her şeyden evvel sokağı tadamayacaktı Pinhan eğer kız çocuk olsaydı. Hareket serbestliği olmayacak, yaşam evreni kısıtlanıp kuşatılacaktı.


Romanın sonunda çift cinsiyetli Pinhan’ın,  erkek değil de kadın olmasının aşık olduğu kişinin erkek olması ile bağlantısı var mı? Toplumca onaylanan aşkın kadın-erkek arasında tanımlanması nedeniyle, okuyucu böyle bir düşünceye savrulabilir...


Hayır, Pinhan’ın kadınlaşması tamamen mistisizme içkin bir okumanın sonucu. Tüm mistik hareketlerde yakından bakarsanız bir kadınsılaşma süreci takip edebilirsiniz. Öte yandan şunu da belirtmek lazım, Pinhan ile Karanfil Yorgaki’nin aşkı sadece mevcut cinsiyet kalıplarının sorgulanması demek değil, aynı zamanda mevcut milliyet, aidiyet sınırlarını da aşan bir ilişki. İkisinin farklı kültürel, dinsel, etnik kökenlerden geldiğini unutmamak lazım. Osmanlı toplumun içinde baktığınızda bunlar önemli ayraçlar millet toplumunda.


Pinhan benim için bitimsiz bir iç yolculuk, dönüşüm demek. Romanın sonu, sadece bir kesit aslında çemberde. Kadın olarak ölüp yeniden erkek olarak dehre gelmesi de mümkün, ya da tasavvuf içinden okursanız eğer, ölmeden önce ölmesi de mümkün.


Virginia Woolf’un kadınları anlatmaya bayılan erkek romancılar üzerine yazdığı zehir zemberek bir eleştiri yazısı var. Tüm yazı boyunca kadın romancıları erkeklerden ayırıyor ama tam sonlarına doğru çok çarpıcı bir şekilde bitiriyor yazısını. Aslolan her ikisini birden barındırabilmek içinde, yazı aracılığıyla aşmak, aşabilmek verili erkeklik ve kadınlık rollerini. Edebiyatı bu yüzden çok seviyorum. Bana içinde doğduğum kimliklerin dışına çıkmak fırsatı verdiği için.


Tez konunuzun ‘kadınsallaşma ve döngüsellik’ üzerine olması ile de bağlantılı olarak belirttiğiniz üzere Pinhan’ın ‘kadınlaşması’ tamamen mistisizme içkin bir okumanın sonucu elbette.  Her ne kadar bütünsel bir yapıtın tek tek kesitleri üzerinde yoğunlaşma daraltıcı görünse de -hatta belki mistisizminden uzaklaştıran bir okumayla bakmak pahasına-; aslında biz, özellikle heteroseksizmi açığa çıkarma, tartıştırma ve sorgulatma kaygısında olmamız nedeniyle böyle irdeliyoruz bu konuyu, kesitlerin fazlaca üzerinde duruyoruz. İçine doğduğumuz kimliklerden sıyrılmak kolay olmadığı için, öncelikle verili kimlikler üzerinden farklı algılayışlar olabilir mi diye alternatif düşünüşleri gözetmeye çalışıyoruz. Bu noktada, pek çok yönden sınırları aşan bu aşk, çift cinsiyetli de olsa ‘erkek’ sureti ile bir kadına değil de bir erkeğe aşık olan Pinhan’ın ‘kadın’ suretinde kendini tamamlaması ile, toplumsal değerler açısından beklenen bir son izlenimi verebilir mi acaba? Örneğin, Pinhan ölmeseydi, lanetlenen eşcinsel aşk yerine onaylanan heteroseksüel aşka dönüşen bir mutluluk tablosu olarak algılanması da mümkündü... Mistisizmden uzak bir okuyucu, ‘bir erkeğe aşık olan erkeğin, aşkını yaşayabilmesi için cinsiyetini değiştirerek kadın olması’ beklentisinin onaylanması şeklinde algılayabilir...


Pinhan çok katmanlı bir roman. Farklı farklı okurlar farklı farklı düzeylerde algılıyorlar romanı. Kimisi sadece üstten akan hikayeyi takip ediyor, kimisi bir katman alta iniyor, kimileri ise üçüncü boyutta okuyup romanı da tersyüz ediyor son tahlilde. Ben bu çokluğu, esnekliği seviyorum. Bu anlamda tek ve doğru bir okumanın olduğunu sanmıyorum.


Bununla beraber Pinhan’ın kadın suretinde ölmesinin heteroseksist beklentilerin onaylanması olarak görülemeyeceğini düşünüyorum. Böyle bir yorum romanın geri kalanıyla uyuşmaz. Yani romanın bir dokusu, bir dili, bir akıntısı var. O akıntı içinde anlam kazanıyor her adım. Bence heteroseksizmin onaylanması gibi görmek, kadın ile erkeğin örtüşmez yapılar olduğuna inanan yaklaşımı desteklemek demek son tahlilde. Çünkü roman boyunca bunların arasında aşılmaz bir mesafe olmadığı anlatılıyor. Bu nokta da karşıtları birbirinin içine yerleştiren mistik gelenek ile örtüşmekte. Son tahlilde Pinhan belli bir mistik gelenekten beslenerek yazıldı. Bugün unutulmuş, unutturulmuş bir gelenekten. Teoride açık fikirli olan insanların dahi bilmediği, ya da küçümsediği, merak dahi etmediği bir gelenekten.


Gecede gündüz, gündüzde gece var. Ölümde yaşam, yaşamda ölüm var. Hayyam’ın rubailerinin dillendirdiği gibi. Birbirine uzak sanılanlar arasında bağlar var. Bağlardan geçişlilikler kurmak mümkün.


Bir adım daha atalım mesela İbn Arabi’yi takip ederek. Erkekte kadın, kadında erkek var.


Oysa bugün kendindeki kadını gören erkek panikleyip, bastırıyor içini. Utanç duymamak, utandırılmamak için “erkek gibi erkek” olabilmek için. Kendindeki erkeği gören kadın ise bu durumla nasıl baş edeceğini bilmiyor. Kendi bu durumdan hoşnut olsa bile etrafındakileri rahatsız ediyor çokluğu, iki başlılığı. Sonuçta içimizdeki iki başlılığı teke indiren, bizi tek ve yekpare olmaya ve kalmaya zorlayan bir sistem var. Hem sistem hem de kendimiz yapıyoruz bunu kendimize.

 


KAOS GL, Ocak – Şubat 2004, Sayı 19

 

İzlenme : 5681
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us