“Yazı, hayatımdaki tek süreklilikti” diye anlatıyor Elif Şafak. Otobiyografik romanı Siyah Süt’te, 15 ay önce kızını dünyaya getirdikten sonra başlayıp onu on ay esir tutan depresyonu anlatıyor. Elif Şafak ile annelik ve yazarlık üzerine konuştuk.
Eda Göklü
Fotoğraf: Bennu Gerede
“Yazıyla ilişkime baktığımda, dokuz yaşından itibaren, hiç kesintiye uğramadan öyle bir süreklilik var ki belki de hayatımdaki tek süreklilik yazı. Günlük tutuyorsunuz. Günlükler hikayelere, hikayeler romanlara dönüşüyor. Bir sürekliliği var. Birden o dokuz yaşından beri kurduğum bağ kesilince, çok zor geldi bana. Doğumun ardından girdiğim depresyon, bana o korkuyu yaşattı. Ben sabahları geç kalktığında ağlayan bir insandım. Dünya yürüyor ben geç kalmışım gibi. Oysa şimdi zamanı kovalıyorum duygusundan kurtuldum.” Elif Şafak, postnatal depresyon hikayesini anlatıyor…
Marice Claire: Kahramanının ilk kez ‘siz’ olduğu kişisel bir roman yazma fikri korkuttu mu en başta? Özellikle Türkiye’de otobiyografiler, hatıratlar çok gelişmiş bir tür değilken…
Elif Şafak: Açıkçası hiç alışkın olmadığım bir tarz bu benim. İlk defa otobiyografik bir kitap yazdım. Bir de ben biraz daha kabuklu, ketum yapılı bir insanım. O yüzden bu kitabı yazmak çok zor oldu ama çok da gerekliydi. Kendim için gerekliydi. Yaşadığım süreçten çıkmak için yazdım. Bu anlamda kitap beni toparladı. Bizde evet otobiyografik roman hiç gelişmemiş bir tür. Biyografi zaten az Batı’yla kıyaslandığında. Bu kitabın şöyle bir özelliği var; Batı’da ‘non-fiction’ ve ‘fiction’ dedikleri iki türü birleştiriyor. Orada bile yeni olan üçüncü bir edebi tür aslında bu! Kişisel olanla daha genel olanı buluşturuyor; kendi hayat hikayenizi başka kadın yazarların yaşam öyküleriyle buluşturuyorsunuz. O anlamda yeni bir tür.
M.C.: Bir araştırma kitabı tadı da var.
E.Ş.: Tabii… Bir de bence şöyle bir özelliği var bu kitabın; ben postnatal depresyon üzerine çok az şey buldum Türkiye’de orijinal. Batıda yazılanlar da daha popüler kısmını anlatıyorlar işin ya da çok teknik ama ne o ne de bu. Hem kişisel olanı anlatsın, hem içinde edebiyat, sanat, felsefe olsun, entelektüel damarlarla popüler damarlar birleşsin, öyle bir sentez arzu ettim ben. O anlamda aslında okumak istediğim kitabı yazdım.
M.C.: Bir loğusa güncesi değil tabii ama diğer romanlarınız gibi üzerinde önceden çalışılmış bir eser mi Siyah Süt?
E.Ş.: Tam olarak öyle değil. Çünkü on ay boyunca ben hiçbir şey yazamadım. Yoğun bir depresyon dönemi geçirdim. Ondan sonra bu kitap benden aktı çıktı. İki buçuk ay boyunca gece gündüz hiç durmadan, ne yazdığımı bilmeden yazdım. Şu anda yakıştırdığım tüm sıfatlar aslında sonradan kitaba bakıp anlattığım şeyler.
M.C.: Diğer kadın hikayeleri de o aşamada mı kitaba dahil oldu?
E.Ş.: Tabii… O da şu duyguyla geldi; bu süreci yaşarken bir süre zannettim ki tek benim başıma geliyor bu. Etrafımdaki kadınlarla konuştukça gördüm ki çok insanın başına geliyor; bu bir. İkincisi bu beni başka bir meraka götürdü, diğer kadın yazarlar ne yaptılar diye. Araştırdıkça gördüm ki, annelik-yazarlık üzerine her kadın yazar uğraşmış, bu ikilemle yüzleşmiş ama verdikleri cevaplar farklı olmuş.
M.C.: Otobiyografik roman yazmak, tanıtım röportajlarında da kendinizi anlatmak anlamına geliyor. Kurgu karakterlerin ardına saklanamıyorsunuz.
E.Ş.: Zor bir deneyim bu. Çünkü çok kendini anlatmayan biriyim. Hep arzu ettim ki kitap kendini anlatsın. Bir kitap değişik yorumlara açıktır, farklı okurlar aynı kitaptan farklı tatlar alırlar. O yüzden okura bırakan bir insanım ama tabii bu kitap farklı bir şey oldu; ilk defa kendimden bu kadar konuşmak zorunda hissettim.
M.C.: Yabancılaşıyor mu insan kendini bir roman kahramanı olarak anlatırken?
E.Ş.: Bu kitapta altı karakter var; altı ayrı ses var. Her biri benim farklı bir yüzümü temsil ediyor. Çünkü bence insan denilen mahluk zaten çok sesli, çok başlı, hepimizin içinde böyle parmak kadınlar ve parmak erkekler var ve sürekli didişiyorlar. O açıdan ben kendimi sadece bir örnek gibi algıladım. Kendimi anlatırken aslında insanlık hallerine, özellikle kadınlık hallerine dair bir şeyler söylediğime inanıyorum. Beni rahatlatıyor; sadece bana dair bir kitap değil bu.
M.C.: İçinizdeki sesleri ‘parmak kadınlar’ diye tanımlamak onları karikatürize etmek için mi?
E.Ş.: Evet çünkü bu kitabı yazarken kendimle çok dalga geçtim, o kadar canım yandı ki… Bir süre sonra ağlıyorsun sürekli ve birden bütün o ağlama artık komik gelmeye başlıyor. Onun için evet; mizah bu kitabın içinde var. Tabii Latif Demirci’nin çizimleri de bambaşka bir boyut getirdi.
M.C.: Sizin genel ruh haliniz nasıldır? Depresyon yaşadığınız bir durum mudur?
E.Ş.: Ben depresyon nedir bilmeyen bir insandım. Bende hüzün vardır ama depresyon diye bir şey hiç yaşamadım. O yüzden çok hazırlıksız yakalandım. Çünkü depresyonda başka bir şey var. Bir süreklilik, kasvet var, çok sarsan bir şey insanı ama şunu da fark ettim! Anneannemlerin kuşağı daha tecrübeli ve bilgililer bu konuda. Doğum sonrası kadınların duygusal olarak iniş çıkışlı olduklarını kabul ediyorlar. Bunu da kendilerince cinlerle açıklıyorlar, loğusayı yalnız bırakmıyorlar. Annemin kuşağı daha modern, eğitimli ama çok az şey biliyor postnatal depresyon üzerine. Kendi annesinin bildiği bilgiden de yoksun, malumatı da yok. Aslında garip şekilde daha eğitimli, daha şehirli, daha Batılı kadınlar daha hazırlıksızlar. Ben o nedenle postnatal depresyonun çağımızın icadı olduğunu düşünmüyorum. Yılların yüzyılların birikimi var. Baktığımızda ‘alkarası’ diyorlar, ‘al basması’ diyorlar. Loğusayı nasıl korumak gerektiği üzerine yazılmış büyük kitaplar var; müthiş bir külliyat var orada. Bir şekilde bunları okumuyoruz, unutmuşuz.
M.C.: İlk ne zaman depresyonda olduğunuzu fark ettiniz? Neydi ilk belirti?
E.Ş.: Aslında uzun süre kendinize ‘Depresyondayım’ demiyorsunuz. Tanımlama geç geldi bende ama şu var; sürekli ağlıyorum, evin içinde duygusal enkaz halinde dolaşıyorum. Yine de kabul etmem zor oldu; ismini vermek en zor şey. Yardım talep etmeye alışkın biri de değilim.
M.C.: Hiçbir konuda mı?
E.Ş.: Hiçbir konuda. Çok yalnız büyüdüm ve zannediyordum ki ben her şeyi yaparım, yapamazsam da yapamadığımla kalırım. Tökezlerim ama kanayan benim dizim olur. Hep böyle bir mantığım vardı.
M.C.: Kimden yardım istediniz ilk?
E.Ş.: İlk eşinizden talep ediyorsunuz fakat o dönem eşim askere gitti. Annemden talep ettim ama annem sıra dışı bir anne. Feminist, başına buyruk, pek bilmez bebeğe bakmayı. Beni anneannem büyütmüş. Doktorlardan talep ediyorsunuz. O anlamda hiç küçümsememek gerektiğini düşünüyorum terapistlerin, psikiyatrilerin ve jinekologların katkılarını ama sonuçta garip bir şekilde kendi zamanını tamamlıyor depresyon. Bende de öyle oldu. Yaşamam gereken bir mevsimmiş.
M.C.: Özgeçmişinizde babasız, arkadaşsız, hatta anneye bile özlem duyarak aile büyükleri ile yaşanan bir çocukluktan bahsediyorsunuz. Evlilik ve annelik konularında sizi çelişkiye düşüren kendi deneyiminiz miydi?
E.Ş.: Elbette; ben hiçbir zaman aile ortamı bilmedim. Aile uzaktan gördüğüm, belki o Sinik Entel Hanım’ın aklıyla biraz eleştirerek baktığım bir kurum. Bir de bir ayağım hep göçebe oldu benim. Fransa’da doğdum; Strasbourg’da. Annemle babam ayrıldı; annemle Türkiye’ye döndüm. Sonra annemin mesleğinden ötürü -dış işlerinde diplomat olarak göreve başladığı noktadan itibaren- İspanya’ya gittik. Çocukluğumun bir kısmı orada geçti. Döndüm, sonra Ürdün Amman. Yine Türkiye; ardından Almanya. Annem Japonya’ya gitti, ben İstanbul’a geldim. İstanbul’da dört yıl içinde yedi ev değiştirdim. Amerika’da üç yıl kaldım. Akademisyen olarak görev yaptım. İstanbul’la da şöyle bir ilişkim oldu hep; ne zaman uzaklaşsam koşa koşa, özleye özleye geri döndüm. İstanbul’un benim üzerimde bir büyüsü var.
M.C.: Aslında hikaye olarak bakıldığında müthiş bir hayat.
E.Ş.: Muhakkak ki güzellikleri var ama süreklilik yok hayatınızda. Hiç ayağınızı tam yere basamıyorsunuz. Bir yanıyla o sizi güçlü kılıyor, çünkü hayatın zaten her an değişen bir şey olduğunu kabullenmişsiniz, değişimden ürkmüyorsunuz. Beni değişime daha açık yaptı ama şu anlamda da daha evhamlı, anksiyetelerle dolu bir insan da yaptı ve hiçbir zaman aile, bir yere sırtını yasladığın şey, güven, huzur olmadı.
M.C.: Aşk mı değiştirdi her şeyi?
E.Ş.: Kitapta andığım Oscar Wilde’ın bir sözü var; ‘Erkekler yorulunca evlenir, kadınlar sırf meraktan evlenir.’ Ama benim örneğimde ben kısmen yorulunca evlendim. Meraktan değildi ama büyük oranda da aşktan evlendim. Çünkü aşk öyle bir şey ki; siz istediğiniz kadar kafanızda hayali, teorik bir şeyler inşa edin aşk geldiğinde hemen yerle bir ediyor onu. Güzelliği de orada.
M.C.: Doğum nasıldı? Ne hissettiniz kızınızı ilk kucağınıza aldığınızda?
E.Ş.: Müthiş bir şey. Nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum ama o efsun gibi. Bir yanıyla çok büyülü, bir yanıyla komik. ‘Ben ne yapacağım şimdi?’ hissi. Ben şuna inanıyorum; bence kişinin annelik yapmaya başlamasından evvel, kişinin kendini yeniden doğurması gerekiyor. Bu kitapta anlattığım kendini doğurma süreci. O da sancılı bir süreç. Çünkü kendini yeniden dünyaya getirebilmek için eski ‘ben’in birçok unsurunu atman gerekiyor. Kendimizi sorgulamazsak bastırdığımız yanlarımız er ya da geç ortaya çıkıyor. Kitapta; Saten Şehvet Hanım diye anlattığım bir tipleme var beni utandıran. Buram buram şehvetten, bedenden bahseden, cinselliği önemseyen bir tip. Nereye bastırsanız da bir yerden çıkıyor ya da anaç yanım; hep ondan utanmış sıkılmışım. Çünkü onu yazarlık dünyasına yakıştıramıyorum. O yüzden tüm bu sorgulamaları yapmak zorunda kalıyoruz.
M.C.: Tüm bu sürecin sonrasında farklı bir Elif Şafak mı çıktı ortaya?
E.Ş.: Bence öyle; çünkü ben hissediyorum bir değişiklik var ve kitapta şöyle anlatıyorum; nihayet demokrasi geldi içime diye. Ne zaman ki o altı parmak kadının hepsini eşit görmeyi öğreniyorum, o zaman başka türlü bir huzur geliyor. Ben iki tanesini çok önemsemiştim. Sinik Entel Hanım’ı hep el üstünde tuttum. Okuyan, yazan hep oydu bana göre. Bir de Can Derviş Hanım’ı. O da benim daha tasavvufi yanımdı. Fakat ikisinin arasında ciddi bir uyumsuzluk vardı. Çünkü yazmak ego işidir; öbür tarafta tasavvuf nefsini silmeyi öğretiyor. Çok farklı ikisi ve ben daha çok onlara yoğunlaştım; diğerlerini mümkün mertebe öteledim. Ancak öyle olmuyor. Birinin varlığı ötekine muhtaç. Onun için ne vakit demokrasi geliyor içime, ben de değişiyorum. Ben çok değiştim.
M.C.: Çoğu kadın hamilelik ve doğumla bedenlerinin değişiminden mutsuz olur, kadınsılıklarından uzaklaşır. Siz ise tam tersi, kadınsı yönünüzle barışıyorsunuz doğumdan sonra.
E.Ş.: Evet; bende farklı oluyor. Demek benim bedenimle tanışmam ve barışmam hamilelik ve sonrasında olmuş.
M.C.: Hamilelik sırasında çok değişime uğradı mı bedeniniz?
E.Ş.: Çok kilo almadım. Çok yürüdüm.
M.C.: Kitapta hamile yogası deneyiminiz yer alıyor.
E.Ş.: O sadece bir deneyimdi! İçimdeki sesler izin vermedi! Sağlıklı insan, yoga insanı değilim ama yürümeyi severim.
M.C.: Bedeninizle, kilonuzla, görünüşünüzle ne kadar ilgili bir insansınız? Dikkat eder misiniz?
E.Ş.: Onun ciddi bir tarihçesi var bende. Mahrem’i okuyanlar bilirler benim yemekle hep duygusal bir ilişkim oldu. Çok mutsuz olduğumda, kendimi endişeli hissettiğimde çok yerim. Açlıkla ilgili değil, duygularla ilgili bir şey yemek. Onun için hep kilo aldım verdim. Şimdi daha dengelendiğini hissediyorum. Bunda şunun etkisi var. Aile ortamını bilmediğim için sofra kültürüm yoktu. Yemek benim için kucağına bir şey alırsın televizyonun karşısına geçer ve tek başına yersin; buydu… Bu çok sağlıksız çünkü kucağınıza bir paket cips alıp paketi yoğurda banarak bir öğün geçiştirebilirsiniz. Sofra kültürü başka bir şey. Ne yiyeceğini, ne kadar yiyeceğini bilmek, bir daha yememek bir sonraki öğüne kadar… Basit geliyor kulağa ama bütün bu kodlar çok önemli. Benim düzene girmem, sofra kültürünü öğrenmem çok zamanımı aldı.
M.C.: Kitapta Virginia Woolf, Sylvia Plath, Ayn Rand’dan bahsediyorsunuz. Sahiplendiğiniz kadın yazarlar var mı?
E.Ş.: Genelde bu kitapta önemsediğim kadın yazarları anlattım. Her birinin yolu evet çok farklı. Aralarında yazarlığı anneliğe tercih edenler var. İyi yazar, iyi anne olan örnekler var. Her birinin yolu bence kendi içinde anlamlı ama sonuçta tabii ki bazı kadın yazarlar daha bir kalbime yakın. Mesela Sevgi Soysal… Çok izi var bende. Bir de Sevgi Soysal o kadar erken bir dönemde öyle bir sorgulama yapmış ki; hem anlattığı hikayelerle hem de diliyle, biraz sanki çabuk unuttuk. Yad etmemiz, sürekli hatırlayıp hatırlatmamız gerektiğine inanıyorum çünkü vefa borcumuz var. Bu kitapta o vefa borcumu ödemeye çalıştım.
M.C.: Zelda Fitzgerald mı yoksa Muhteşem Gatsby mi kızınıza Şehrazat Zelda ismini verirken sizi etkileyen?
E.Ş.: İsim verme konusu o kadar önemli ki benim için, roman karakterleri verdiğim ismi taşıyamıyorlarsa yazamıyorum. Önce ismi bulmam lazım ama o ismi bulmam için de onların ismi kazanmaları lazım. İnsanlarda da böyle olduğuna inanıyorum. Yani önceden kitabı açıp da isim çekmek yerine, yüzünü görmek… Biraz Kızılderili usulü. Doğumda doktora ısrarla hâlâ bilmediğim bir nedenden dolayı Muhteşem Gatsby’yi sayıklayınca, kendime geldiğimde bana ilk söylenen bu oldu. “Anestezi altında saçmalayan çok gördük ama hiç roman anlatan olmamıştı” dediler. Zelda çok sevdiğim bir karakter.
M.C.: Biraz da hüzünlü bir karakter.
E.Ş.: Bende uyandırdığı başka bir şey; hüzün değil… Çok ciddi bir aşk var, tutku var. Scott Fitzgerald ile başka yolları seçebilirlerdi ama hiç ayrılmadılar. Çok ciddi, dolu dolu bir aşk var. O ilişki bende hüzün uyandırmıyor o yüzden. O ilişki öyle yaşanmalıydı gibi geliyor.
M.C.: Romanlarınızın yanı sıra Menekşe ile Halil dizisinin hikayesini yazıyorsunuz, Osman Sınav ile bir film senaryosu üzerinde çalışıyorsunuz. Nasıl dengeliyorsunuz annelik ile yazmayı?
E.Ş.: Zannediyorum eskiden daha kaotikti. Artık o da değişti. Hiçbir zaman her gün aynı saatlerde masa başına oturup yazan bir insan olmadım. Bende hep yazma mevsimi oldu ve o mevsimde deli gibi oturdum yazdım. Şimdi mağaraya çekilir gibi çekilip; ‘Kitap yazıyorum kimse bana dokunmasın’ deme lüksüm kalmadı.
M.C.: Nasıl bir anne olmayı arzuluyorsunuz?
E.Ş.: Sanırım her kadın işe kendi annesinden farklı bir anne olacağını zannederek bahsediyor, sonra o kadar da farklı olmadığını idrak edip kabul ediyor. Biz annemle hep çok iyi arkadaş olduk. Bana hep farklı bir birey olarak davranıldı. Onu çok önemsiyorum; çocuğa kendi uzantımız gibi bakmamak. Onu kendi uzantın gibi görünce istiyorsun ki sana benzesin. Senin yapamadığın şeyleri o tamamlasın. Bu da bir tahakküm aslında. Tahakküm beni rahatsız eden bir şey ilişkilerde. Karşıdaki insanı kendine benzetmeye çalışmak; o zaman hepimiz aynadaki suretimize aşığız demektir değil mi? Tabii pratikte hayat başka türlü zorluyor insanı. Mesela eleştirdiğim şeyleri kendim de yapıyorum. Geçenlerde fark ettim, ‘biz’ diye konuşan anneleri çok eleştirirdim. Niye anneler çocukları adına konuşur? ‘Acıkmadık’ derler mesela. Ama geçenlerde benim de ağzımdan çıktı ‘Susadık mı?’ diye. Dilimi ısırdım!
M.C.: Şimdi seçtiğiniz yerleşik hayatınızdan memnun musunuz?
E.Ş.: Evet! On aylık depresyonun ardından sakinleştim. Bir bahar temizliği yapmam gerekiyormuş içimde.
M.C.: Bir sonraki projeniz ne olacak?
E.Ş.: Bu dönem daha yoğun olarak tasavvuf üzerine okumaya başladım. İlk başlarda daha entelektüel bir ilgiydi. Yine aşk vardı ama şimdi belki de yaşamaya başladım. His düzeyinde oralardan bir şey çıkabilir gibi geliyor.
Marie Claire, Ocak 2008
|