Elif Şafak yeni romanı ‘Aşk’ta ilahi olandan dünyevi olana aşkın her halini anlatıyor. Kitap inanç meselesine de dalıyor. Ve Şafak, Türkiye ’de inancı konuşmanın çok zor olduğunu söylüyor: ‘Çok çabuk birbirimizi yargılıyor, yaftalıyoruz; önyargılarla dolu bir toplumuz. Bağnazlık sadece sağcılara ya da ‘İslami ’ diye adlandırılan kesime özgü değil. Solcuların da bağnazı oluyor. Hatta feministlerin bile! Bağnazlık dar bir bakış açısı içinde herkesten ve her şeyden şüphe ederek yaşamak demek. Bağnazlıklarımız yüzünden şu inanç meselesini şöyle bir rahat rahat konuşamıyoruz’
EFNAN ATMACA
Aşk’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde...” Elif Şafak’ın yeni romanı Aşk bu cümlelerle başlıyor. Ve aslında bu kısa giriş tüm romanın özeti gibi dikiliveriyor karşınıza son noktaya geldiğinizde. Kitap, kitap içinde kitap, aşk içinde aşk olarak ilerliyor. İlk önce Bostonlu bir kadınla tanışıyoruz Şafak’ın satırlarında. Hayatını bir hayale, genel geçer kurallarla mutluluğun insanın karşısına çıkacağına olan inanca kurban etmiş bir kadın Ella. Hani “Her şeyim var ama neden mutsuzum?” diyenlerden, çok tanıdık olanlardan. Sonra bir tesadüfle hayatı değişiyor Bostonlu bir kadının. Tasavvufla tanışmış Avrupalı bir Sufinin satırlarıyla yenidünyadan çıkıp eski dünyanın dehlizlerine dalıyor. Aşk’ın kahramanı Aziz isimli bir sufinin yazdığı ‘Aşk Şeriatı’ adlı kitabı okumaya başlıyor. Kitabın içindeki kitap, okuru 21. yüzyıldan alıp 13. yüzyıl Konya’sına götürüyor ve işte orada da Şems ile Mevlânâ var. Şems ile Mevlânâ’nın ilahi aşkını, inancını hem onların hem de o dönem Konya’da yaşayan dilencisinden fahişesine, Mevlânâ’yı seveninden düşmanına kadar pek çok yan kahramanın dilinden okuyoruz. Kitapta o gün yaşananları bugüne taşıyıp aşkı, her yönüyle aşkı anlatıyor. Varoluşun özünü aşk olarak yorumluyor. Ve arayışımızın özünün aşk olduğunu söylüyor. Bu arayışta da okura tasavvufla yol gösteriyor Şafak. Kitap bu anlatımla oldukça şiirsel ve bir o kadar mistik ama atlamamak gereken bir yönü de yok değil. Şafak son romanlarında olduğu gibi bu romanın satır arası politik. İnancın, dindarlığın, dinin tartışıldığı ve kutuplaşmanın bu kadar keskinleştiği bugünün Türkiye’sine göndermeler yer alıyor Aşk’ta. Ve belki de kutuplaşmaların çözüm yolları sunuluyor. Ve çözüm Şafak’a göre yine aşk.
Öncelikle konu olarak neden Şems ile Mevlânâ’nın aşkını seçtiğinizi merak ediyorum. Sizi bu konuyu yazmaya iten ‘ilham’ neydi? Aslında benim çıkış noktam aşktı, Mevlânâ değil. Yani oturup Mevlânâ üzerine bir kitap yazayım diye başlamadım bu romana. Ben ilahi ve dünyevi boyutlarıyla aşkı anlatan bir roman yazmak istedim. Aşkın dünü ve bugünü üzerine... Benim gözümde bu roman aşk ve yolculuklar üzerine kurulu. O zaman baktım ki kitabın yolu Şems’ten geçiyor.
Baba ve Piç ile Siyah Süt’te tasavvuftan biraz uzaklaşmıştınız. Bu konuyu yeniden eğilme sebebiniz neydi? Tasavvuf benim hemen her romanımda bir alt metin olarak vardı aslında. Diyebilirim ki son on dört-on beş senedir bu böyle. Kimi zaman daha belirgin, kimi zaman daha örtük bir biçimde hep benimle gelen bir gölge gibiydi. Bu kez bütün perdeleri kaldırdım. Okurlarımla som ve saf bir sohbet halinde yazdım.
Pinhan ilk romanınız tasavvufun en hissedildiği kitaptı. Bu kitap da öyle. Çember tamamlandı diyebilir miyiz? Pinhan özel bir romandı. Hâlâ da öyle görüyorum onu. Pinhan her okura hitap etmez, onun okurları daha başkadır. Tüm kitaplarım içinde Pinhan’ın yeri ayrıdır. Ama Aşk başka türlü bir kitap. Çünkü ben başka bir insanım artık. Değiştim, değişiyorum. Bakıyorum da her romanım bir öncekinden farklı. Kendimi tekrar etmiyorum. Hayat sürekli bir yolculuk hali. Ve yazdığım her kitap o yolculukta bir durak.
Aşk’ta Mevlânâ ile Şems’i anlatırken sırf onların dilinden değil. Onları tanıyanların gözünden de yaşananları okurla paylaşıyorsunuz. Yan kahramanlar bize hem o dönemi hem de o insanların farklı yüzlerini anlatmak için mi var? Benim çok sevdiğim bir yazı tekniği bu. Çok karakterli, çok sesli romanlar kurmayı seviyorum. Hakikat denilen şeye farklı öznelerin gözünden bakmak istiyorum. Bir dönemi anlamak için ona farklı kişilerin gözünden bakabilmek lazım. Okuru da benimle beraber bu yolculuğa yapmaya davet ediyorum. Mesela 13. yüzyıl Konya’sında bir fahişe nasıl yaşardı? Ya da cüzamlı bir dilenci ne yapardı? Sadece egemen kesim değil, dışlananlar açısından nasıl bir yapıydı? Acaba o zamanlar herkes Mevlânâ’yı sever miydi? Onu sevmeyenler varsa ki vardı- sebepleri neydi? Bütün bu çarpışan seslerle anlatıyorum romanı. Orkestra şefi ise okurun kendisi! Okur yönetiyor tüm sesleri. Okur karar veriyor o seslerden nasıl bir müzik çıkacağına.
Yan kahramanlar toplumun her kesiminden ve onlara kucak açan Mevlânâ ile Şems var kitapta. Bu sınıfsal ayrımlara tepki mi? Şems deli güzel bir adam. Muazzam bir karizması var. Ve çok dürüst. Dobra dobra. Yüreği engin bir derya. Herkese açık. Şems gelene kadar Mevlânâ daha korunaklı yaşamış. Toplumun alt kesimleriyle bir teması yok ki. Şems gelip açıyor o kabuğu. Ve Şems’in baktığı yerden bakınca insanlar eşittir, birdir.
Şems olmasa Mevlânâ, Mevlânâ olmasa Şems olmayacaktı belki bireyselliğin pompalandığı, birey olmanın sürekli öneminden bahsedilen bir çağda bir bütün olmak için bir aşka ihtiyaç olduğunu söylüyorsunuz. Bu günümüz öğretisine tezat değil mi? İnsan kendisini ancak kendine benzemeyen birinin aynasında tam olarak görebilir. Eğer etrafımızdaki herkes, tüm arkadaşlarımız, dostlarımız, akrabalarımız hep bizim gibi düşünen insanlardan oluşuyorsa, bir adada, bir gettoda yaşıyoruz demektir. Hep kendi sesimizin yankısını duyarak yaşıyoruz. Halbuki Şems geliyor ama ne geliş! Mevlânâ’nın hayatını altüst ediyor. Duymadığı şeyler söylüyor. Alıştığı hayatı bozuyor. Ama Mevlânâ da o kadar güzel bir insan ki, bu kadar ünlü ve muktedir olmasına rağmen kibir yapmıyor. Müthiş bir tevazu ve gönül açıklığı var onda. Kaçımız yapabiliriz bunu?
‘Aşk’ın bir başka boyutu da Ella’nın yaşadıkları. Kitaptaki gidiş gelişler yani dün ile bugün arasında kurulan köprüler ve ‘aşk’ın her zaman ilk planda olması günümüzdeki kavgalara, çatışmalara bir çözüm önerisi olarak da değerlendirilebilir mi? Aşk, bir çözüm ama sahici bir çözüm olabilmesi için değişmeyi göze almamız lâzım. Bencilliği ve benlik zannını aşmak durumundayız. Yani “Ben hiç değişmeyeyim, yerimde durayım, aşk ayağıma kadar gelsin” diye bir şey yok. Sen gideceksin aşkın ayağına. Sen değiştireceksin kendini. Egonu, yani nefsini eriteceksin bu uğurda. Ancak o zaman çözüm olabilir aşk. Yoksa sadece göstermelik olur.
Bir anlamda bugün insanoğlu aşkı mı unuttu? Ve biz yeniden aşkı keşfettiğimizde yüreğimizdeki insan da uyanacak mı? Bizler aşkı unuttuk belki ama yüreğimizde derinde bir yerde o özlem hep var. Aslında hiç vazgeçmedik aşktan. Hep arayış halindeyiz. En bezgin ve bedbin olanımız bile arıyor aslında. Aşkı keşfetmekle bitmiyor ki iş, esas ondan sonra başlıyor emek. Aşk için emek sarf etmek gerek.
Son on yılda dünya tasavvufla çok ilgileniyor. Siz bu ilgiyi nasıl karşılıyorsunuz. Size göre bunun sebebi nedir? Ve oryantalizme kaçmadan gerçek anlamıyla bu felsefeyi benimseyebiliyorlar mı? Bir söyleşide “Tasavvuf bir derya, kimisi kıyısından geçer, kimi ayaklarını suya sokar sadece. Kimi denizin içinde görünür ama bakarsınız üstü başı kupkuru. Kimisi de dalar dibe, yol yordam bilmeden, ne kayığı var ne pusulası, boğula boğula arayış halinde. Kimin ne kadar derin olduğu, bu işe ne kadar emek harcadığı, samimiyetinin derecesi yazdıklarının kalitesinden anlaşılır. Okur ayırt eder” demiştiniz. Okur artık ayırt edebiliyor mu? Evet, okur anlar, hisseder, ayırt eder. İyi edebiyat okuru bir kitabın sadece kurgusuna ya da diline değil, özüne bakar. Özünü samimi buluyorsa benimser, kucaklar. O anlamda okur ile kitap arasında bir sırdaşlık kurulur. Son yıllarda tasavvufa ilginin artmasından şikâyet edenler var. Bu bir moda oldu diye eleştiriyorlar. Velev ki oldu, koskoca tasavvuf günün modasından zarar görecek bir şey mi? Hayır. Tasavvufa bir şey olmaz ki! Ama o moda sayesinde belki beş, belki beş bin insanda samimi bir merak uyanıyorsa, varsın moda olsun. Onda da bir hayır vardır.
Bir söyleşimizde “Tasavvuf ile tanışmam, karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmak gibi oldu. Kendi başımaydım, kimse aracı olmadı. Ne aileye ne bir şeyhe, hocaya ihtiyacımız yok yollar arasında yollar bulabilmek için. İnsanın en büyük hocası kitaplar. Okumak, daha çok okumak. Her kitap bir sonraki kitaba açılan kapı” demiştiniz. Bugün kendinizi o yolun neresinde hissediyorsunuz? Bugün galiba bir sonraki aşamadayım. Yani kitaplardan sonraki aşama. On dört seneden sonra bunu söyleyebiliyorum. Bir yerden sonra akıl yetmiyor. Akıl yola devam edemiyor. İşte orada ‘inanç’ kavramı devreye giriyor. Ama Türkiye’de bunları konuşmak zor.
Neden zor? Çünkü çok çabuk birbirimizi yargılıyor, yaftalıyoruz; önyargılarla dolu bir toplumuz. Bağnazlık sadece sağcılara ya da ‘İslami’ diye adlandırılan kesime özgü değil. Solcuların da bağnazı oluyor. Hatta feministlerin bile! Bağnazlık dar bir bakış açısı içinde herkesten ve her şeyden şüphe ederek yaşamak demek. Bağnazlıklarımız yüzünden şu inanç meselesini şöyle bir rahat rahat konuşamıyoruz.
Kitapta benim dikkatimi çeken en önemli noktalardan biri de inançlı olmak ve dindar olmak ayrımı. Günümüz Türkiye’sine baktığınızda da pek çok ayrılık bu ayırımdan çıkıyor: Dini kurallara ya da aşka göre yaşamak. Konulan kurallar da insanları dinden soğutuyor. Laik ya da dinci gibi ayrımlar doğuyor. Bu engeller nasıl aşılabilir? Bu aslında bütün dünyada konuşulan bir ayrım. Bu hafta Hollanda’da uluslararası bir konferansa katıldım. Şimdiye kadar hep görsel sanatlar, sanat akımları gibi konular konuşan insanlar bu sene neyi tartıştılar biliyor musunuz? Laiklik-dindarlık-maneviyat ne demek, bu kavramlar nasıl ilişkilendirilebilir sorusunu! Hollanda’da entelektüel insanlar yoğun bir şekilde bunlara kafa yoruyor artık. Keza Amerika’da, İngiltere’de, İspanya’da! Bütün dünyada artan bir maneviyat arayışı var. İnanç ve maneviyat arayışı illa da dindar olmak demek değil ki! Sufi öze bakar. Öz her yerde aynıdır. Sufi dışlamaz, dışlayamaz. Kapsayıcı, kucaklayıcıdır. O herkesi bir görür. Şimdi böyle bir evrensel anlayışa ben nasıl bağnazlık derim?
Türkiye’de insanların kimlik arayışından değil kimlik sabitlemesinden mustarip. Bu sabitlenmenin anahtarı tasavvufta bulunabilir mi?Türkiye’de insanlar sadece kimlik sabitlemesinden değil, bir de habire ötekinden şüphe duymaktan mustarip. Herkes istiyor ki bir şeyler değişsin ama kendi değişmesin! Halbuki tasavvuf ne diyor, değişime kendinden başlamak zorundasın. Bırak başkalarını yargılamayı! Dedikodu yapma başkaları hakkında. Sen kendi içine bak. Kendi kalbini temiz tut. Kendini değiştir. Sen değişirsen, dünya değişir.
Kitapta Şems en önemli figürlerden. Her yüzyılda bir Şems gelir ve ışık saçar önemli olan o güneşe yönelebilmektir diyorsunuz. Günümüzde de Şemsler var mı? Bence var. Benim için kitaptaki Aziz tiplemesi, Şems’in bugünkü haline bir örnek. Her yüzyılda Şemsler geliyor, gidiyor.
Kitapta her bölüm aynı harfle başlıyor. Nedir bunun gizemi? O tasavvuftan alınan bir ayrıntı. Aynı zamanda bir edebi oyun. Aziz’in yazdığı romanda her bölüm ‘B’ ile başlıyor. B harfinin tasavvufta özel bir yeri var. Sırların toplandığı harf. Tek bir harfte bütün bir kitap toplanıyor. Bundan ötesi okura kalmış...
Radikal Kitap
06 Mart 2009
|