Çok satanlar listesinin zirvesine, son kitabı “Aşk” ile bir kez daha oturan Elif Şafak, kalp kapısını bizlere açtı. Kendisiyle edebiyattan aşka, beyazın sırrından el falına kadar birçok konuda konuştuk.
Sait Halim Paşa Yalısı’nın merdivenlerinde başlayan sohbetimiz, Elif Şafak’ın gülümseyen güzel yüzü, narin kişiliği, kelimelere hakimiyeti ama en önemlisi de sevgi dolu duygusal dünyası ile çoğaldı. Kitaplarını tuhaf bir adanmışlıkla, aşkla ve tutkuyla yazdığını söyleyen Şafak, en büyük hayalinin ise insanlara yüreklerini titretecek hikayeler anlatmak olduğunu belirtti.
Ahmet Ümit’in son kitabı ‘Bab-ı Esrar’ Mevlana ve Şems aşkını konu ediniyor. Okudunuz mu? Tabirimi mazur görün “adeta pişti oldunuz”...
Hayır, bilerek okumadım. Ama okuyacağım. Pişti olduğumuzu da düşünmüyorum çünkü tarzlarımız farklı. Aslında bu dönemde havada bir Mevlana ilgisi olduğunu düşünüyorum. Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada. Bu nedenle hepimiz bu havadan etkileniyoruz. Zaten edebiyatta topu topu 5-6 konu var. Aşk, ayrılık, hüzün, kavuşma... Hepimiz aslında üç aşağı beş yukarı aynı temaları anlatıp duruyoruz yüzyıllardır. Bizi birbirimizden ayıran ne anlattığımız değil, nasıl anlattığımızdır.
Peki Ahmet Ümit’in böyle bir kitabı çıkınca, “tüh, bu konuyu ben yazıyordum” diye düşündünüz mü?
İlk duyduğumda tabii ki irkildim ama edebiyatta ‘nasıl’larımız bizi ayrıştırıyor, meseleleri nasıl ele aldığımız bizi farklı kılıyor. Aslında okur için de hoş bir şey farklı yazarlardan aynı temayı farklı okumak. Bence bu da hoş bir kıyas.
Kitabınızın adı “Aşk”. Hayatınızda gerçek aşkı buldunuz mu?
Buldum ama buldum demekle bitmiyor. Yani aşk öyle bir şey ki çaba göstermek gerekiyor, aşkı bulunca bu sefer onu kaybetme duygusu başlıyor. Kısaca aşk bitmeyen, tamamlanmayan bir süreç.
Kocanıza hâlâ aşık mısınız!
Evet.
Aşkın birkaç tanımı olabilir mi? Erkeğe, çocuğa, anne-babaya ya da Tanrı’ya?
Ben, aşkın tek olduğunu düşünüyorum. Özünde bir olduğuna ve evrenin sırrı olduğuna inanıyorum. O yüzden kitabın ismini tek bir kelime koymak istedim. Gücünü, gösterişten uzak olmasından alan bir ismi var kitabın, ilk bakışta çok basit ama bir o kadar da temel, mütevazı ve iddialı. Hepsini barındırıyor. ‘Aşk’ın önüne arkasına sıfat koymak, onu kategorilere bölmek istemedim.
Kitabın ismi gibi kapağı da sade ve çok güzel...
Kitabın kapağı için benim çok müteşekkir olduğum iki isim var. Birincisi, fotoğraf sanatçısı, kitabın üzerindeki yaprak kalbin yaratıcısı Ebru Bilun Akyıldız, zaten o ‘kadın kalbi’ ismini vermiş bu fotoğrafa. Bir de Alamet-i Farika ile Uğurcan, Zeynep ve Doğan Kitap’taki arkadaşlarla çalıştım. Bu bağlamda kapağın arkasında muazzam bir emek var.
Kitabınızın içinde neden ‘Genel Yayın Yönetmeni’ ve ‘Editör’ yazmıyor?
Doğan Kitap’ın kendi formatı böyle, onlara sormak lazım...
Editörünüz ile aranız nasıl?
Bu soruyu sormanıza çok sevindim, çünkü bizde editörlük pek konuşulmaz. Hatta önemsenmez. ‘Siz yazarsanız, editöre ihtiyaç yoktur’ gibi bir kanı da vardır. Oysa Amerika’da ister akademisyen olun ister çok iyi bir yazar, kitaplar hem dil hem de sunulan bilgiler açısından çok dikkatli bir editoryal müdahaleden geçer. Türkiye’de ise çok az yayınevi buna önem veriyor. O anlamda ben şanslıyım. Cem Alpan ile çalıştım. İnanılmaz bir emek sarf etti.
Tabii, yazar körlüğü denilen bir olgu var.
Kesinlikle, aylarca, senelerce bazen o romanla yaşıyorum ve göremiyorum. Bir üçüncü gözün nesnel bir şekilde yaklaşarak size zaman zaman tavsiyelerde bulunması gerekli. Editörlük başka bir okuma biçimi. O, bizi, yazarları besler. Buralarda ego yapmaya gerek yok.
Zaten editörlere verdiğiniz önemi kitabınızda da göstermişiniz. Ella, büyük bir yayınevinde editör asistanının asistanlığını yapıyor.
Evet ama Türkiye’de böyle bir unvan yok.
Bu arada feminist misiniz?
Kitaplarım feminist.
Ya siz?
Feminizme, içerden eleştirel bakan biriyim. Ancak kadın hareketine de saygı ile yaklaşıyorum. Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız, kadın sorunlarına duyarsız durmak gibi bir lüksünüz yok. Aşılması gereken çok ciddi ön yargılar, zihinsel sınırlar var.
Bu kitabı yazarken çıkış noktanız neydi?
Her roman insanın içinde pişiyor. Tasavvuf ile ilgim bundan 15 sene önce başladı. 15 senelik serüvenimin içinde değişik mevsimler geldi geçti. Daha önce entelektüel bir bilgiydi benim için. Bu konuları okumayı seviyordum. İlgilendikçe ilgim arttı. Zamanla daha duygusal bir bağa dönüştü. Ama yola çıkarken, aşkı farklı anlatmak istedim. Doğusuyla, batısıyla, dünüyle, bugünüyle, daha dünyevi ve daha manevi boyutuyla aşkı ele alan bir kitap yazmak istedim. Yani bu kitabı yazarken çıkış noktam, aşktı.
Annenizin diplomat olması nedeniyle Fransa’da doğdunuz, İspanya’da büyüdünüz ve Ürdün, Amerika gibi birçok ülkede yaşadınız, şu anda nerede yaşıyorsunuz?
Evet ben, dul bir anne tarafından büyütüldüm. Ve şu anda İstanbul’da yaşıyorumJ
İngilizceyi ne zaman öğrendiniz?
11 yaşında başladım ve o günden beri benimle geliyor.
Ama hakim olduğunuz dil Türkçe, o zaman neden bazı kitaplarınızı İngilizce yazıyorsunuz?
Ruhen ve zihnen zenginleştiğim için hem İngilizce yazıyorum hem Türkçe. Resmen deli bir şey yapıyorum ve bundan da keyif alıyorum. 4-5 senedir bunu yapıyorum ve bir yazar olarak iki kat mesai harcıyorum.
Kelimelere özel bir yeteneğiniz var, diyebilir miyiz?
Dil, benim için çok özel bir mesele. Benim sevdam. Hepimizin hafızasının güçlü olduğu alanlar var. Kiminin daha matematiksel, kiminin daha görsel. Benim de kelimelere yeteneğim var. Kelimelerle oynamaktan çocukluğumdan beri büyük bir haz aldım. 300 kelimelik bir dil bana yetmiyor, bu nedenle Osmanlıcadan, tasavvuftan bu kadar çok kelime getiriyorum. Onun da yetmediği noktada bu sefer de İngilizce yazmaya başladım. Yani sürekli bir arayış var. Keşke gün gelse de kendimi başka bir dilde de ifade etsem, Rusça, İspanyolca…
Bunun yanında da Türkçeyi ihmal etmiyorsunuz...
Evet, nasıl yabancı bir ülkeye gittiğinizde ülkenize özlemle dönüyorsanız, İngilizce yazdıktan sonra da Türkçeyi daha iyi duymaya başlıyorum. Daha bir özen gösteriyorum. İngilizce yazmak bu bağlamda benim de Türkçemi zenginleştiriyor aslında...
Amerika’da ilk Araf kitabınız yayınlanmıştı. ABD’de kitap yayınlamak çok zor. Kitapların yüzde 2’si çeviri kitap. Siz, bunu nasıl başardınız?
Zor. Hâlâ da zor bir pazar orası. Amerika çok dilli, çok kültürlü bir ülke olmasına rağmen dünya edebiyatına kapalı. Amerikalı olmayanların kitaplarının çevrilme oranı dediğiniz gibi çok düşük. Büyük yayınevleri ile çalıştım, çalışıyorum ama kolay olmuyor. Orada şöyle bir beklenti var. Müslüman kadın yazar diye, hemen bir kimlik atfediliyor ve o zaman da Müslüman dünyada kadın olmanın zorluklarını anlatan bir kitap yazmanız bekleniyor. Hangi kimlik yapıştırıldıysa, o kimliğe uygun kitaplar yazmanız isteniyor. Oysa benim kitaplarımın hepsi farklı. Sanatsal göçebelik benim için çok anlamlı. O bakımdan Amerika’da zor tabii işimiz.
Baba ve Piç kitabınızı İsviçre-İtalya sınınırdaki Lugano’da bir kitapçının vitrininde gördüm ve hem sevindim hem şaşırdım. Daha sonra bu kitapta Ermeni tarafını tuttuğunuz için dünyada kitabın öne çıkarıldığı dedikoduları oldu?
Her şeyden önce ben, bir romancıyım. Yüreğimde hissettiğim hikayeleri yazıyorum. Benim romanlarımda çok sayıda karakter olur. Herbirinin de farklı söylemleri vardır. Bazen uyuşurlar, bazen uyuşmazlar. Ben, bir romancı olarak taraf tutamam. Ayrımcılık yapamam. Hikayeciliğin ayrımcılığı olur mu? Hikaye anlatıyorsanız gönlünüzün herkese açık olması lazım. O anlamda ben, bütün romanlarımda gönlümü açık tutuyorum.
Ya milliyetçi tarafınız?
Türkiye’ye çok bağlıyım. İstanbul’u çok seviyorum ve güçlü yerel damarlarım var. Bunu bütün romanlarımdan takip edebilirsiniz. Özellikle bu ülkedeki yerel kültüre, kültürel dokusuna müthiş bir aşk var romanlarımda. Bir yanım çok yerel ama diğer yanım da daha kozmopolit, dünyayı dolaşan pergel gibi, bunu da seviyorum. Sanatın evrensel olduğunu düşünüyorum. Sanat bence özünde empati yaratmalıdır. Öyle bir anlatmalısınız ki Boston’da yaşayan bir kadının hikayesini, Isparta’da yaşayan bir kadın zevkle okur. Farklı insanları buluşturabiliyorsa, onlar arasında empati köprüleri kurabiliyorsa o iyi bir sanattır. Yani sanat insanları buluşturur, ayırım yapmaz. O anlamda benim bir tarafım yok. Ben, hikaye anlatıyorum. İnsanların keyif alacağı, yüreğinden duyabileceği, kalp gözüyle okuyabileceği kitaplar yazmak istiyorum.
Okuyucu profiliniz nasıl?
Benim okurum her kesimden, her yaştan ve düşünceden. Türkiye’de çok iyi bir edebiyat okuyucusu var ve bunların büyük bir bölümü de kadın. Bu, beni çok büyülüyor. Eğer önyargısız bakarsak birbirimizi hissedebiliyor, anlayabiliyoruz.
Eleştirilere nasıl bakıyorsunuz?
Eleştiriye açık bir insanım ama okumadan eleştirmek olmaz. Bunu ne yazık bazen köşe yazarları da yapıyor. Diyor ki ‘ben romanı okumadım, ama bence kötü. Bu filmi seyretmedim ama kötü.’ Böyle bir şey olabilir mi? Bunu, içimize nasıl sindirebiliriz? Çok acele ediyoruz eleştirmekte.
Türkiye’de başarıya bir kıskançlık var. Katılıyor musunuz?
Evet, başarılı insanı çok eleştiriyoruz. Hoyratça. Özellikle kadın ve genç ise daha çok eleştiriyoruz. Ama bir yanıyla halka baktığınızda hiçbir kompleksi yok. Bir kitabı çok seviyorsa, kim ne derse desin seviyor ve arkasında duruyor. Bir kitabı sevmiyorsa da medya ne kadar şişirirse şişirsin o kitabı sevmiyor, okumuyor. Daha burjuva, şehirli ve elit çevrelerden gelen eleştiri daha hoyrat oluyor ama halktan gelen çok daha samimi ve dürüst oluyor ve ben, bu kesimi daha çok dinliyorum doğrusu.
Hayata ilişkin arayışınız nedir?
İnsanın arayışı hiç bitmiyor. Bu böyle bir seyr-ü sefer. Sürekli aşamalardan geçiyorsunuz, nefsiniz mevsimlerden geçiyor. Bu anlamda en kötüsü ben oldum zannetmek. O zaman tepetaklak oluyorsunuz.
Hayaliniz ne?
Dünyevi en büyük hayalim insanların yüreklerini titretecek hikayeler anlatmak. Çünkü ben, aşkla yazıyorum. İki şekilde yazabilirsiniz, kaleminizi hınca batırarak yazabilirsiniz, çatarak yazabilirsiniz, kendinizle, dünyayla kavga ederek ya da aşkla yazarsınız. Yaptığım işi külfet görmeden, ona bağlanarak, tuhaf bir adanmışlıkla yazıyorum ve inşallah aşkla okunan kitaplar yazabilirim.
Okuyucularınız sizi hayal kırıklığına uğratıyorlar mı?
Hayır. Benim romanlarım, çok odalı eski saraylar gibi. Bakıyorum bir okurum bir kapıdan girmiş, filanca odanın penceresinden çıkmış. Başka bir okur farklı bir kapıdan girmiş, başka bir kapıdan çıkmış, bunlar birbirleriyle karşılaşmamışlar bile. Aynı odaları gezmemişler. Aslında bu çok hoş bir şey. Birbirlerine çok benzeyen iki insan bile kitaplardan farklı duygular alıyor. Okur da mânâyı yazarla birlikte yaratıyor. Kendi geçmişini, mayasını getiriyor. Romanları okurla inşa ediyoruz.
Bir röportajınızda dindar olmakla inançlı olmayı ayırmışsınız. Siz hangisisiniz?
Ben, inançlıyım.
Zaman gazetesinde haftada iki gün köşe yazısı yazıyorsunuz. Köşe yazısı yazmak sizi edebiyattan uzaklaştırıyor mu?
Aslında anne olmakla birlikte bende yeni bir kapı açıldı. Gün içerisinde kendinize küçük zaman adacıkları ayırıyorsunuz. Daha kısa zamanda yazı ile ürettiklerim çoğaldı. Şu anda bir dizi senaryosu ve şarkı sözleri de yazıyorum. Gazete yazılarım da kalemimle ürettiğim bir ada benim için.
Cemaatle yakınlığınız var mı?
Türkiye’de insan yaftalamak o kadar kolay ki. İlla ki bir adresin olacak. Ben edebiyatçıyım. Benim ismime yapıştırılacak tek bir –cı, –ci eki var, o da “edebiyatçı” ya da “sanatçı”.
Çocuklarınız isimleri de kitaplarınızın ismi gibi çok ilginç...
Evet. Şehrazat Zelda, Emir Zahir.
Anladığım kadarıyla en büyük rakibiniz kendinizsiniz.
Evet, ben bir tek kendimle rekabet ediyorum. Kendimle yetinmeyi sevmiyorum. Bu anlamda da devamlı bir yolculuk benim için, Evliya Çelebi’lik.
Aşk kitabınızın afişinde beyaz bluz giymişsiniz, bu bir ilk mi?
Evet. Beyaz giymem, eskiden beyaz koltuğa bile oturmazdım. Böyle takıntılarım var. Gelinlik giymedim mesela. Bu çekimler için beyaz bir elbise almamı söylediler ama ilk defa beyaz gömlek giydim, kendimce bir aşama katettim.
Ya kitap kapağının pembesi?
Pembeyi de hiç sevmezdim. Fakat kızımla birlikte pembenin hakimiyetini kabul etmek zorunda kaldım.
Bu nedenle benim için büyük değişiklikti beyaz gömlek giyip, kucağıma da pembe kapaklı kitap almak.
Resimlerinizde çok asık suratlısınız. Ama kendiniz çok güler yüzlüsünüz.
Çünkü resim çektirmeyi sevmiyorum.
El falına inanıyor musunuz?
Hayır.
Şems, kitabınızda el falına bakıyor.
Ama o geçmişi söylüyor. Ben de elden geleceği okumaya inanmıyorum. Mesela kahve falına inanıyorum. Çünkü o ana dairdir. Böyle ayrımlarım var. Ben, batıl inançları güçlü bir anneanne tarafından büyütüldüm. Elden ele bıçak almam, nazar boncuğu taşırım. Siyah süt kitabımda tüm bunlar var. Orada tüm çelişkilerimi, kadınlık hallerini anlatmaya çalıştım.
Röportaj: Yelda CUMALIOĞLU
28 Mart 2009
http://www.gercekgundem.com/?p=182609
|