Uzun bir süredir yolunu beklediğimiz haber, nihayet Brüksel’den çıkageldi ve İstanbul 2010 Yılı Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Elif Şafak ile yaptığımız İstanbul sohbeti de bu vesileyle isabet oldu. “İstanbul’un en büyük sorunu hafızasızlığıdır,” diyen Şafak’ın kendi İstanbul’u özelinde anlattıkları, hayli tartışmalı geçeceğe benzeyen Avrupa Kültür Başkenti sürecine de ışık tutuyor aslında…
Güler Emektar
İstanbul’da doğup büyüyen; ailesi, yakınları bu şehirde olan ve tüm bunlardan kaynaklı olarak burada bir süreklilik duygusu taşıyanlardan değil Elif Şafak. O bu şehre sonradan gelenlerden, yani dışarlıklı olanlardan. Bu, onun için bir açıdan şans, bir açıdan da ciddi bir zorluk demek. Şans, çünkü şehre yabancı bir gözle bakabilmenin ayrıcalığını yaşıyor. Zorluk, çünkü ‘Sana yenilmeyeceğim İstanbul’ sözünün ne demek olduğunu çok iyi biliyor… İstanbul onun için hiç tereddütsüz güzel bir şehir. Ancak bu güzellik, bir kartpostal şehrine karşılık gelmiyor. O bu şehrin kirliliğini, gürültüsünü, karışıklığını kısacası İstanbul’u zor kılan yanlarını seviyor. Şafak’ın İstanbul’u büyük bir aşkla sevdiği aşikar; ancak bu şehir tarafından kuşatıldığını hissettiğinde de alıp başını gitmesi kaçınılmaz oluyor. Gitmek, elbette ki kaçmak üzere değil. Biraz nefes almak, sonra geriye dönüp yeniden İstanbul’un gizlerine dalmak üzere gitmek… Bu daimi çekişmeye en güzel yorumu yine Şafak’ın kendisi getiriyor: ‘İstanbul ile olan ilişkim örselenmiş bir aşka benziyor.’ Görülen o ki, bu aşkın gel-gitleri bundan böyle de sürüp gidecek. Ama ziyanı yok, zaten Elif Şafak bu şehre geri dönmeleri çok seviyor…
Med-Cezir’deki “İstanbul” yazınızda, “Yeter ki sormayın bunca sevdiğin şehirde niye yoksun diye?” diyorsunuz. O halde ben sormuş bulunayım…
Bu, cevabı zor bir soru. Benim de tam bilmediğim bir cevap herhalde. Ben çocukluğumdan beri bir göçebeyim. Şehirden şehre, kültürden kültüre yolculuk ettim hep. Belki de yerleşme özürlüyüm. Çok seviyorum bu şehri, ama sürekli içinde olduğum zaman da kuşatıyor beni, boğulduğumu hissediyorum. İlla ki kaçmam lazım. Bu şehirden biraz uzaklaşabileyim ki geri dönebileyim ve geri döndüğümde de kıymetini daha iyi anlayabileyim.
Yani Agripina Fyodorovna’nın “İstanbul’a ya bir şeylerden kaçılarak varılır, ya da gün gelir ondan kaçılır” cümleleri tam da sizin durumunuzu özetliyor…
Ben şuna çok inanıyorum: Bir şeyin çok içindeyseniz eğer görememeye başlıyorsunuz. Örneğin yurtdışından İstanbul’a gelenler bu şehrin kokularını fark ederler hemen, oysa biz fark etmeyiz, burnumuz o kokuları almaz, o renkleri, o ayrıntıları görmez, çünkü kanıksamışızdır. Görebilmemiz için biraz ayrı düşmemiz, yabancı olmanız gerekir. Benim o yüzden gitmem lazım ki sevdiklerimi daha çok seveyim, sevmediklerimden de daha az etkileneyim… Bir nevi nefes alıyorum, sonra tekrar gelip dalıyorum. Bu şehre gelmek dalmak demek… Benim açımdan bu, entelektüel anlamda da beni çok zenginleştiren bir süreç.
Bir şehir olmanın ötesinde İstanbul sizin için başka neler ifade ediyor?
İstanbul, diğer şehirlerden farklı olarak başlı başına bir varlığa sahip. Örneğin Ankara, insanlar olmadan algılanacak bir şehir değil. Ankara’da şehirle doğrudan temas kuramazsınız. Arkadaşlarınız, işiniz, aileniz üzerinden şehre dokunabilirsiniz. Ama İstanbul’da yalnız olsanız da şehir size dokunur. Bir de Ankara gibi şehirlerde çok steril hayatlar kurarsınız. İşinize gidersiniz, kendi sosyal çevrenizde vakit geçirirsiniz, ailenizle birlikte olursunuz. Yani en çok üç muhit arasında, şehrin geri kalan kısmını bilmeden günlerinizi geçirebilirsiniz. Oysa İstanbul’da öyle değil. Nereye giderseniz gidin şehrin kaosu, gürültüsü, kirliliği size bulaşır. Çünkü her şey iç içedir. Üstelik tek bir şehir yoktur, iç içe geçmiş birden fazla şehir vardır. Bu yüzü beni çok etkiliyor…
İç içe geçmiş, birden fazla şehir var dediniz. Sanırım kastettiğiniz çok kültürlü yapıdan ziyade bugünkü mega kentin birbirinden tamamıyla farklı yaşam alanları…
Ben İstanbul’da çok kültürlü yapının kaybolduğunu düşünüyorum. İstanbul bir enkazlar kenti bence. Bir şeyler yaşanmış, yıkılmış, kaybolmuş bu şehirde. Bu anlamda İstanbul büyük bir daralma yaşıyor. Bugün gidenlerin ardından en azından şunu söyleyebilmemiz lazım: Siz gittikten sonra bu şehir özelinde bu ülke kültürel olarak, ahlaki olarak, ekonomik olarak, vicdani olarak… çoraklaştı. Gidenin acısını hissetmiyoruz, hatırlatmıyoruz. Gidenlerden geriye kalan izlere sahip çıkmıyoruz, onlar hiç olmamış gibi davranıyoruz. Geçmişi yok sayarsak, o zaman kültürel miras bir kuşaktan ötekine akamaz. Akacak ki, dönüşebilelim.
Gidenlerin yerini, yeni kalabalıklar aldı. Onlar da beraberlerinde kendi kültürlerini getirdi. Sizce bu, İstanbul için bir tehdit mi?
İstanbul her zaman göç almıştır; bu, kentin kaderinde var. Anadolu’dan göçler beni kaygılandırmıyor. Ama oradan gelen aile gidenin anısına saygısızlık ediyorsa, hiç yokmuş gibi davranıyorsa o zaman kaygı duyuyorum. Öyle bir şey yapalım ki, hem gidenin anıları yaşasın hem gelenin renkleri kenti zenginleştirsin. Gelen ikinci kültüre kötü derseniz yine başka türlü bir ayrımcılık yapmış olursunuz. Ben giden kültürün eksikliğini, en azından bizi nasıl çoraklaşmaya ittiğini görmek gerektiğini düşünüyorum. Bu şehri hep beraber inşa ettiğimizin farkına varalım. İkincisi, yabancıya, dışarıdan gelene, farklı olana açık olalım. Aksini, öteki ayrımını çok tehlikeli buluyorum. Biraz da bundan kaynaklı olarak İstanbul’da küçük küçük adacıklar var.
Ve kimse adasından çıkmak istemiyor…
Zaten bu şehrin en düşündürücü yanlarından biri herkesin çok kendi başına yaşaması. Kimsenin kimseden haberi yok. Kimse kimseyle ilgili değil. Örneğin bir siyaset bilimci bir romancının kitabını okumuyor, romancı da kalkıp bir felsefecinin kitabını okumuyor. Herkes çok tek yönlü yaşıyor. Ada güvenli, çünkü adada kendine benzeyen insanlarla yaşıyorsun. Diğerlerini kendi hayatın için bir tehdit unsuru olarak görüyorsun. Ama adacıkları kırmalıyız ki ortak bir ruh yaratabilelim, kelimeler akabilsin. İkincisi ancak adadan dışarı çıkarsan bir şeyler öğrenebilirsin. Ötekisi sadece aynaya bakmak gibi bir şey. Ben bu duruma ayna meraklılığı diyorum.
Dünyanın diğer bütün metropolleri gibi İstanbul da fazlasıyla kaotik. Sizce şehir, bu kaostan iyi şeyler üretebiliyor mu?
Bence İstanbul kaostan beslenebilen bir şehir. Her zaman da iyi şeyler üretebilmiş. Bu şehir çamuruyla, gürültüsüyle, karışıklığıyla var. Bunlardan ayrı bir İstanbul düşünemiyorum ben. İstanbul’un sokaklarında yürümek, kalabalıklarla birlikte yürümek demek. Bu şehrin bir dili var ve
Ulusoy Travel, Mayıs 2006
|