Elif Şafak, yeni romanı Aşk ile geçtiğimiz günlerde okurlarla buluştu. Şafak, romanında biri günümüze ait, diğeri ise 1200’lü yıllarda geçen iki öyküyü harmanlamış. Elif Şafak ile Aşk’ı konuştuk.
2007 yılında yayımlanan ‘Siyah Süt’ün ardından yeni romanınız Aşk okuyucularla buluştu. Bize Aşk’ın yazılma sürecinden bahseder misiniz? Aşk’ı anlatan bir roman yazma arzusu bir süredir içimde pişiyordu galiba. Dünü ve bugünü, Doğusu ve Batısıyla bakmak istedim aşka. Hem manevi hem dünyevi boyutlarıyla... Böyle çıktım yola. Yazarken hikayenin yolu Şems’ten, Mevlana’dan geçti.
Romanınız içinde tarihi kahramanlar yer alıyor. Kitabınızı kurgularken nasıl bir araştırma yaptınız? Ben zaten senelerdir tasavvuf konusunda okumaktan keyif alıyorum. Sadece Anadolu kökenli Sufilikle değil evrensel Sufilikle de ilgileniyorum. İngilizce Türkçe bulabildiğim ve ilgimi çeken her şeyi okuyorum. Bitmeyen bir merak benimki. Ama roman için ayrıca dönemi araştırdım, biyografileri okudum, notlar aldım, epey emek sarf ettim.
Romanınızda, Şems’in, Çöl Gülünün ve Aziz Zahara’nın dilinden düşürmedikleri bir söz var: “Ölmeden evvel, ölmeyi öğrenmek”. Nasıl öğrenilir ölmek. Başlangıçsız ve sonsuz olabilir mi insan? Ölmeden evvel ölmek mutasavvıfların çok kullandıkları bir ifade. Hâlâ bugün de kullanıyorlar. Bunlar yüzyıllar öncesine uzanan, zamana yenilmeyen inançlar. Kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Eğer insan benlik zannından vazgeçerse, kendini ayrı bir ego olarak görmekten vazgeçerse, nefsini eritebilirse ancak o aşamaya yaklaşabiliyor. Bunlar modern insan için zor şeyler ama imkansız değil.
Kitabınızın Boşluk isimli beşinci bölümünü çok beğendim. Boşluk yani; hayatta varlıklarıyla değil, yokluklarıyla bizi etkileyen şeyler. Bir de Kimya’nın deyimiyle “Hiç olmak suretiyle her şey olmak” bunları bizimle paylaşır mısınız? Neyzen Tevfik’in beni çok etkileyen bir fotoğrafı vardır, bilirsiniz. Önünde ‘hiç’ yazılı bir işaretle bakar objektife. Bu beni çok duygulandıran, düşündüren bir şey. Ha bire bir şey olmaya çalışıyoruz şu dünyada. İlla ki bir yerlere varmak, yükselmek, başarmak istiyoruz. Bende de var bu dürtüler. Ama öte yandan bir hiçlik bilinci var tasavvuftan gelen. İçimde hem bu bi-linci hem yazarlık egosunu taşıyorum galiba.
Yanılıyorsam düzeltin ama sanki Aşk’ta daha çok gölü değil de göle atılan taşın öyküsünü yani Tebrizli Şems’in öyküsünü anlatıyorsunuz? Bence çok haklısınız. Ve ne tuhaf, çok söyleşi yaptım ama bu hiç sorulmadı. Gölü anlatıyorum, yani hayatını çok sıkıcı bulan üç çocuk annesi bir ev kadınının arayışını anlatıyorum bu romanda. Ama daha ziyade o göle atılan taşı, yani aşkı anlatıyorum. Şems’i anlatıyorum. Bence her dönem Şems ruhlu insanlar gelip gidiyor. Romanda da var bu: Şemsler yaşıyor aramızda. Asi, dürüst, dobra, edep bilen, tepeden tırnağa aşk olan insanlar.
Romanlarınızda tasavvuf olgusu hep vardı ama Aşk’la bu had safhaya ulaşmış gibi gözüküyor bu nasıl oldu? On beş senedir kendimce bu yollarda pişiyorum. Ama Aşk ancak şimdi yazılabildi, daha evvel değil. Demek ki benim de çok mevsimden geçmem gerekti.
21. yüzyıl, 13. yüzyıldan çok da farklı değil aslında. Dini ihtilaflar, kültürel çatışmalar, önyargılar, yanlış anlamalar, karışık zamanlar... Böyle zamanlarda, “Aşk latif bir kelime değil, başlı başına bir pusuladır” diyorsunuz. Sizce insanoğlu bu gerçeği bir türlü neden anlamak istemiyor? Biz zannediyoruz ki çok ilerledik. Teknolojinin ilerlemesi insanlığın ilerlemesi anlamına gelmiyor ki. Zihnimiz ve ruhumuz ne kadar ilerledi? Yüreğimiz ne kadar yol kat etti? Ne yazık ki fazla değil. Hâlâ önyargılar, dışlamalar, ihtilaflar, kültürel ve dini gerginlikler yaşanıyor. O yüzyılda da bu yüzyılda da hep bir ötekileştirme var. Benim için önemli olan şuydu; öyle karmaşık bir dönemde Mevlana gibi bir alim çıkıyor ve aşktan bahsediyor. Bu muazzam bir şey. Onun yaşadığı dönem bizimkinden daha kolay bir dönem değildi. Biz de aşkı şiar edebiliriz hayatımızda. Bize örnektir Mevlana.
“Bir sırrımı açtım bu romanla” diyorsunuz sizce okuyucular yazarlar açısından iyi sırdaşlar mıdır? Okuyucu sırdaşımdır. Zaten bir romanı okur ile yazar beraber inşa eder. Ben okurlarımı kendimden aşağı görmüyorum. Benim kitaplarımı benden daha iyi anlayan okurlar var. Hakiki edebiyat okurunu çok önemsiyorum ve oradan gelen fikirleri, yorumları dinliyorum.
Aşk’a okurun ilgisinden memnun musunuz? Evet memnunum. Türkiye’de hep kitap okunmuyor diye yakınırız. Tabii ki daha çok okunmasını ben de arzu ediyorum ama şunu da unutmayalım. Bu ülkede son derece dinamik, samimi, tutarlı bir edebiyat okuru var. Her kesimden, her yaştan... Onlara çok kıymet veriyorum.
Son olarak şunu sormak istiyorum, kitapları çok konuşulan, tartışılan bir yazarsınız. Aşk daha yayımlanmadan pek çok eleştiriyi de beraberinde getirdi. Sizce Türkiye’deki kitap eleştirmenliği ne durumda? Türkiye’de bir kitabı okumadan peşinen eleştirmek gibi vahim bir eleştiri anlayışı var ne yazık ki. Ve bu o kadar kanıksanmış ki, artık yadırganmıyor bile. En çok da “kültürel elit” yapıyor bunu. “Filanca yazarı hiç okumadım ama bence kötü yazıyor” diyebiliyorlar. Böyle yazan köşe yazarları var. “O filme gitmedim ama çok kötü bir film” diyor mesela. Bizde yazı değil yazarlar konuşuluyor. Halbuki bizim eserleri konuşmaya ihtiyacımız var. Ancak ondan beslenir bir kültür. Yoksa sadece dedikodu, magazin kalır geride.
Refik Sıla Güvenç
Evrensel
22/03/2009
|