Yayımlandığından beri Türkiye’nin en çok tartışılan kitaplarından biri haline geldi Elif Şafak’ın Aşk’ı. Farklı zamanlarda ve farklı yerlerde birbirinden ayrılmış iki hikayeyi anlatıyordu kitap, bir ayağını tasavvufa basarken, diğer ayağı modern dünyadaki kimlik arayışları üzerinde duruyordu. Kitapta tartışılması gereken çok fazla şey varken, genelde yazar merkezli tartışmalar yapıldı. Kitap bir kenara bırakılıp Elif Şafak merkeze alındı ve bu merkezdeki yazara en çok da kitabını neden Türkçe değil de İngilizce yazdığı üzerinden sorular sorulduğunu gördük. Yazarların dil seçimlerine de karışır hale gelmiştik artık… Hal böyle olunca Elif Şafak’ı ve kitabın çevirmeni Kadir Yiğit Us’u bir araya getirmek farz olmuştu, onların yanına da bir okur olarak eklenip önce aşkı, sonra da çok dilli yazımın faydalarını konuşmaya başladık, ama bir süre sonra sohbet kendi bağımsızlığını ilan edip bambaşka yerlere gitti…
Ferhat Uludere: Çevirmen-yazar ilişkisiyle başlayalım. Nasıl bir ilişki kuruldu ve kitabın hazırlanışında nasıl çalıştınız?
Kadir Yiğit Us: Aslında son derece prosedüre uygun başladı. Önce çeviriyi amaçladığımız metni konuştuk, ne arzu ettiğimizi, metnin yapısı nasıl olacak bunu konuştuk.
Elif Şafak: Ciddi bir hazırlık yaptık. Birden fazla aday vardı. Aynı bölümü çevirip yolladılar. Yiğit Bey’in çevirisinde epey bir fark vardı. Gerçi diğerleri de güzeldi ama buradaki ahenk, ritim çok farklıydı.
Ferhat Uludere: Çeviri yaparken seni zorlayan şeyler var mıydı?
Kadir Yiğit Us: Özellikle tarihsel uzaklık bir meseleydi. Tarihsel uzaklıktan kastım olayların geçtiği dönem 13. yüzyıl. 13. yüzyılda geçen bir kurgu var, bir de 21. yüzyılda geçen bir hikaye var. Bunlar ilk başta dil açısından zorluklar yarattı. Nasıl bir dil kullanacaksınız? O dönem içerisinde Konya’da konuşulan dil, ya da Şam’da konuşulan dil… Dil okuyucuya eski gibi gelecek, bir anlamda anlaşılır olmasını sağlayacak dil çözümleri var. Şimdi çıkan metinde şunu görüyorum; bazı yerlerde çok fazla eskilleştirmişim. Ama okuyucunun daha rahat metne sirayet edebilmesi için bunu yapmışım. Gerçi bunlar benim sivri olan taraflarım. Çevirince insan kaptırıyor. Bunlar çerçevesinde değişiklikler yaptık. Bir tanesi bu. Elif Şafak’ın metnini çeviriyorum. Yani Elif Şafak’ın dilini öğreniyorum. Bunu metnin başında yakalamaya çalıştım ve kısmen yapabildiğim yerler oldu. Ama sonrasında bu pratik bir çözüm olmaktan çıktı.
Ferhat Uludere: Neden pratik bir çözüm olmadı?
Kadir Yiğit Us: Çünkü çevirmen zamana karşı yarışır. Bu metinde beni sıkıştıran şey, metnin başka basamaklarının oluşu. Yani metin bitecek, Elif Hanım tarafından tekrar değerlendirilmesi gerekecek. Elif Şafak’ın şiirinin öne çıkması gereken yerlerde daha çok uğraştım.
Elif Şafak: Baştan şunu söylemek lazım; evet bu çevrilmiş bir kitap ama çeviri bir kitap değil. Bu da aslında çok yapılan bir şey değil, Türkiye’de de dünya edebiyatında da çok fazla örneği yok. O anlamda ben Yiğit’e müteşekkirim. Çünkü kendi çevirisi bittikten sonra onu bana teslim etti ve ben resmen yoğura yoğura bambaşka bir şey çıkardım ortaya. Bu anlamda da benim bunu yapmama izin verdi.
Ferhat Uludere: Kitabın hazırlanışında üç aşama mı var? Kitabın İngilizce yazımı, çevirisi ve sonra tekrardan üzerinden geçilmesi?
Elif Şafak: Evet, üç aşama…
Kadir Yiğit Us: Ben buna katılmıyorum. Elif Şafak’ın sonradan yaptığı süreç, bir yeniden yazma süreci. Tek başına çeviri olarak değerlendirmek yanlış, ona katılmıyorum. Bu zaten çeviride olan bir süreç.
Elif Şafak: Salman Rüşdi’nin bir kitabını çevirdiğinizde yazarla oturup yeniden şekillendirmiyorsunuz. Burada artı bir boyut var. Benim için şu önemli, orada çevirmen hakikaten büyük bir iş yapıyor, ama o kadar büyük bir tevazuuyla yapıyor ki. Bizde çevirmenin hakkının yenildiğini düşünüyorum. Maddi anlamda da hakkı yeniyor. Sonuçta metni beraber yaratıyorsunuz. Bir de bir aşama daha var; yazara teslim ediyorsunuz.
Kadir Yiğit Us: Bu daha önce karşılaşmadığım bir iş ve çok farklı bir tat çıktı sonunda. İnsan kendi yazdığı şeyi görüyor, bir de sizin yazdığınız şeyi görüyor. Orada işte Elif Şafak şiiri, ben şiir sözcüğünü romanı da içine alacak şekilde kullanıyorum, benim için çok keyifliydi. Farklılıkları gördükten sonra, bir özgür metin iki farklı girdi ve çıktı olarak değerlendirilebilir.
Elif Şafak: İşte o zaman dile iki kat mesai harcıyorsunuz. Yani normalin ötesinde bir çalışma yaptık biz. Öyle oldu ki tek bir kelimeye takılıyoruz, bunun anlamı ne? Bu kullanılabilir mi diye… Dolayısıyla o dilin sadece grameri üzerine değil, kültürü, felsefesi üzerine, dilin mayası üzerine başka düşüncelere de götürüyor. Bizim için hoş bir düşünsel egzersizdi, hem de ruhsal bir egzersizdi. Böyle bir ortak tasavvuf damarı da çıktı. Bu kitabın öyle hoş bir gelişimi oldu benim için, gönülden katkıda bulunan insanlarla beni buluşturdu, bambaşka ruh akrabalıkları yakaladım. En temel ruh akrabalığını da Yiğit ile yakaladım.
Ferhat Uludere: Bu sürecin yazarlığınıza ne gibi bir katkısı var?
Elif Şafak: Bence çok katkısı var ama bunları konuşmak biraz zor Türkiye’de. Bazen yadırganıyor. Halbuki açıyı biraz geniş tutarsak dünyada da bunun örneklerine rastlayabiliriz. Mesela Halide Edip Adıvar var, en bilinen örnek. Osmanlı son dönem kadın yazarlardan birçoğu kendini farklı dillerde ifade etmiş insanlar. Bir o kadar önemli olan dünya örnekleri var, Nabokov gibi. Samuel Beckett gibi. Bunlar mümkün. Edebiyatın tek bir reçetesi yok. Benim için bu doğal bir sonuç çünkü ben dile her zaman meraklı oldum. Kiminin görsel hafızası güçlüdür, kiminin matematiksel hafızası güçlüdür, benim dille ilgili bir tutkum var çocukluktan beri. Bugün konuştuğumuz 300 kelimelik Türkçe bana yetmiyor. Kendimi daha farklı, daha başka nasıl ifade edebilirim diye bir çaba var. İngilizce benim için çok matematiksel bir dil, zihinsel bir dil. Türkçe ise çok duygusal bir dil. Anneannemin dili. Her dilin kendine has bir ritmi var. Mesela kelime hazinesi bakımından İngilizce çok zengin bir dil. Kelime dağarcığı itibariyle ise Türkçe’nin bir kabahati yok, bizim bir kabahatimiz var, çok daralttık Türkçe’yi. Ben bunun üzerine çok düşünüyorum, emek sarf ediyorum. Romanda dil hep geri planda kalır, ne anlattığınıza önem verilir. Dil hep şiirin meselesidir. Ama benim için ne anlattığım kadar nasıl anlattığım da önemli.
Ferhat Uludere: Dilin eskiliği bakımından Aşk’ın çevirisinde Baba ve Piç’ten daha zorlayıcı olmuştur…
Elif Şafak: Bir anlamda daha zordu. Sadece dilin eskiliği değil, bir de tasavvuf terminolojisi işin içine girdi. Öyle şeyler oldu ki mesela, Yiğit ile yazışıyoruz, Mesnevi çevirileri, Kur’an çevirileri… Bunun için ekstra çaba harcadık. Güzel oldu, çok keyifli oldu.
Ferhat Uludere: Pinhan’a gelmek istiyorum, oradaki tasavvuf öğeleri anladığım kadarıyla bu romana parçalar halinde giriyor. Bunun nedeni nedir? Baba ve Piç’te bu yoktu ve Pinhan’daki dil lezzetini orada görememiştim.
Elif Şafak: Biraz haksızlık ediyorsunuz. Mesela ben dokuz kitabın hepsini yan yana koyup baktığımda, her biri çok farklı. Pinhan bambaşka bir şey, benim için de bir milattır Pinhan. Pinhan farklı bir metin, biraz kapalı bir metin. Araf’ta çok fazla tasavvuf var. Bir de günün sonunda iyi bir editöre ihtiyacımız var. Ben Yiğit’le çalışmaktan çok beslendim. Onunla çalışırken çok şey öğrendim. Orada bir mutfak var.
Kadir Yiğit Us: Çevirinin güçlenmesini sağlıyor. Bu süreç de olmasa zaten bir bacağı eksik kalan bir iş oluyor.
Ferhat Uludere: Yetkin bir editör bulmak da çok zor. Editörlük daha başka bir halde işliyor.
Elif Şafak: Biz kurum olarak editörlüğe kıymet vermezsek nasıl çıkacak bu insanlar? Yazarın orada biraz kendi egosuna dikkat etmesi lazım.
Ferhat Uludere: Tamamen yayınevlerinin izlediği politika da buraya getiriyor işi. Bir dil okulundan mezun olan birdenbire editör olmaya başlıyor ve yaptığı sadece düzeltme oluyor. Ama tabii Batı’da iş böyle işlemiyor.
Elif Şafak: Evet orada öyle işlemiyor. Orada editör dile bakıyor, teknik ayrıntılara bakıyor, içeriğine bakıyor, sana fikir veriyor. O şöyle görüyor; benim de katkım olmalı bu işte. Aylarca mevsimlerce, senelerce o romanla yaşasanız bile bazen göremiyorsunuz. Editörün söylediği bir şey başka bir uyanıklık getiriyor. Çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zaten çok fark ediyor, iyi editörün elinden geçen ve geçmeyen kitaplar…
Kadir Yiğit Us: Ben editör olarak da çalıştığım için biliyorum. Editörlerin de sıkıntıları var. Ama yayınevlerinin de kurumsallaşma basamaklarını aşması lazım. Bu hem yazar için önemli, hem de çevirmen için önemli. Çevirmen Türkiye’deki yayın şartlarında görünmezdir. Örneğin kapakta çevirmenin adı yoktur. Biyografisi yoktur. Bu çeviriyi ikinci plana atar. Çeviri eserin algılanışında daha başlangıçta olumsuz bir algıya yol açar.
Elif Şafak: Bizde genel anlamda bakarsan, mesela bir müzisyenin yaptığı müzikten para kazanması çok normal karşılanır. Sinemacıysanız, filminizin daha fazla insan tarafından izlenmesini istemeniz normal karşılanır. Yazarsanız, kitabınızın çok okunmasını istemeniz ayıp karşılanır. Buradan para kazanmak istemeniz ayıp karşılanır. Çevirmene gelince, artık iyice hakkı yenmiş bir durum var ortada. Halbuki çevirmen, eğer yaptığı işten yeterince para kazanamıyorsa, ikinci bir iş yapmak zorunda kalır. Boş zamanında, ara zamanında yazabilir. Bu yüzden bir sıkışmışlık var aslında. Bizim bu önyargılarımızdan kurtulmamız lazım ki insanlar para kazanabilsinler. Keşke daha fazla yazar işinden geçinebilse, keşke çevirmen daha büyük meblağlar kazanabilse bu işten, özendirici güç olsa. Çünkü günün sonunda herkes çevirinin yetersizliğinden yakınıyor. Evet çoğu yetersiz ama neden? Çünkü çeviriyi yapan adam başka bir iş yapıyor.
Taraf Pazar, 19 Nisan 2009
|