. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Annelik bana şarkı sözü yazdırdı

 

Yazar Elif Şafak, hayranlarına sürpriz yaparak Teoman’a ‘Uçurtmalar’ adlı bir şarkı verdi. İki çocuğuyla birlikte Anneler Günü’nü kutlamaya hazırlanan Şafak, şarkı sözü yazarlığını da bu kutsal kimliğin getirisi olarak görüyor.

 

 

Teoman’ın son albümünü dikkatlice inceleyenleri bir sürpriz bekliyor: Uçurtmalar isimli şarkının söz yazarı Elif Şafak. Balat şeklinde yapılan parçada, yazar kendi hikâyesini anlatıyor. Annelikle şarkı sözü yazarlığına adım atan Şafak, devamının geleceğini müjdeliyor. Ancak şarkılarını vereceği insanlarda bir ruh akrabalığı arayacağını ekliyor...

-Şarkı sözü yazmanız, müzik dünyasında ses getirdi. Siyah Süt romanında iyi bir dinleyici olduğunuzu fark etmiştik; ama mutfağa girmeniz nasıl gerçekleşti?

Yazarken edebiyatın dışında kalan iki alan benim için çok önemli. Birisi görsellik. Görsel düşünmeyi çok seviyorum. İkincisi de ritim duygusu, yani müzik. Ben müziksiz yazamam, sessizlikte yazamam. Anneliğe kadar açıkçası şarkı sözü yazmayı denemiyordum. Hep iyi bir dinleyici olarak kaldım. Annelikle başka bir şey gelişti bende. Gün içinde kendinize parantezler şeklinde yazı alanları açıyorsunuz.

-Aforizmalar gibi…

Evet. Daha kısa, yoğunlaşabileceğiniz sanatsal dışavurumlara yönelmeye başlıyorsunuz. Çocuklar uyurken veya mama yerken, ben bir şeyler karalıyorum. Bu, romandan ayrı bir tür. Giderek, hoşuma gitmeye başladı.

-Annelikten gelen merhamet duygusu, o duygusallığı dönüştürmüş olabilir mi?

Annelik benim için çok dönüştürücü oldu. Çünkü hayatı hep göçebe yaşadım, hep çekip gitmeyi sevdim. Bunu bir hayat tarzı olarak da benimsedim. Benim romanlarımın çoğu hareket hâlinde yazılmıştır. Havaalanlarında, yolculuklarda, otel odalarında… Benim gibi bir insan asla anne olamaz diye düşünüyordum. Sonra yerleşik hayatın da güzel yanları olacağını düşündüm. Ama onu öğrenene kadar da çok ciddi silkelendim. 10 ay kadar ciddi bir depresyon geçirdim. Yazarlığıma, anneliğime dair şüphelerim oldu. Eyvah ben bu işi beceremeyeceğim diye, 10 ay sürekli ağlayarak, enkaz hâlinde dolaştıktan sonra başka tarafa geçebildim.

-‘Eyvah, bundan sonra yazamayacağım!’ dediniz mi?

En büyük korkularımdan biri oydu: “Artık yazamayacağım. Ben bittim.” Demek ki şöyle bir ön kabulüm varmış, çocukluktan itibaren: Başıma ne gelirse gelsin, ben yazarım. Ama öyle bir dönem geliyor ki çat diye yazı yeteneği elinizden alınıyor. O zaman birçok şeyi, inanç da dâhil yeniden sorgulamak gereği duydum. Çünkü biz romancılar, her şeyi kendimiz yaratıyoruz zannediyoruz. O benim için çok önemli bir tokattı.

-10 aylık süreçte anlam dünyanızın değişmeye başladığını, kendinize ne zaman itiraf edebildiniz?

İnsan depresyon içindeyken, onun hayırlı bir yanı olduğunu göremiyor. Ama tünelin ucuna doğru yaklaştıkça anlıyorsunuz ki, başka bir yere taşımış sizi, o depresyon. Ben anaç yanımı hep yok saymışım. Evlenmek isteyen, çocuk yapmak isteyen hatta reçel yapmak isteyen yanımı hep küçük görmüşüm. Benim için entelektüel olmak, yazar olmak, büyük kitaplara imza atmak önemliydi. Bir de tasavvufi damarımı çok önemsedim. Siyah Süt’te de uzunca anlatıyorum... İçimdeki altı kadından ikisini, Sinik Entel Hanım’ı ve Can Derviş Hanım’ı hep el üstünde tuttum. Ama Anaç Sütlaç Hanım’ı küçümsedim ben. Öyle bir zaman geliyor ki, onunla yüzleşiyorsunuz. Barışamazsanız, yola devam edemiyorsunuz. Anne olamıyorsunuz. Kendi içime demokrasi geldi diyorum o yüzden.

-Müzikte giderek hikâyelere ihtiyaç duyar olduk. Teoman’a verdiğiniz ‘Uçurtmalar’ da bir kız çocuğunun hikâyesini barındırıyor. Anne olup da, kendi çocukluğunu dışa vurmak zor bir şey değil midir?

Çok zor. ‘Ama ben bu işi beceremiyorum’ demek de çok önemli. Ben yardım istemeyi bilmiyormuşum. Ama anne olunca başkalarının yardımına ihtiyacınız oluyor. Her çocuğun içinde bir hikâye anlatıcı var. Masallar yazan, hayal kuran, merak duygusu müthiş gelişmiş... Büyüdükçe o merak duygusunu kaybediyoruz. Küçük sorular sorabilmek; ‘Ama niye böyle, bu ne?’ demek… Soru sormaz oluyoruz, kanıksıyoruz ve yaşayıp gidiyoruz. Hâlbuki çocuk soru soruyor, hayal kuruyor. Hayal dünyasının sınırı yok. Ben çocuklarıma masallar uyduruyorum, onlardan masallar dinliyorum. Bunlar bana da ilham veriyor.

-Kendi içindeki dizelerle bile bir resim çizmişsiniz. “En büyük zararı kendine / Ayak izlerini kuşlar yesin diye, ekmek kırıntılarını bırakıp geride…” Metaforlar ve çağrışımlarla yüklü bir alana girseniz bile, bu işin bir ritminin olması sizde çekinceler doğurmadı mı?

Doğurmadı; çünkü öyle bir an geliyor ki zaten açılıyor kapılar. O ana gelinceye kadar şarkı sözü yazmadım. Edebiyat dünyasında şöyle bir şey var: ‘Edebiyat çok yüce bir sanat. Popüler kültüre bulaşınca da yozlaşırız.’ Bu kibirden hoşlanmıyorum. Kaldı ki her yazar okunmak, daha çok insana ulaşmak ister. Bunda da utanılacak bir şey yok. Benim birçok kitabımda da popüler kültürün izleri vardır. Araf, ABD’de ‘Popüler kültürü bu kadar iyi kavrayan, anlatan roman azdır’ diye övgü alıyor, bizde popüler kültüre değdiğin an sanki sen de kirleniyorsun. Bizdeki kültürel elit, popüler kültüre önyargıyla bakıyor. Bir dönem beni en çok besleyen şey 1960’ların ‘Hayat’ mecmualarıdır. Orada buram buram popüler kültürü, gündelik hayatı görürsünüz.

-Ki Türkiye’de sosyolojinin eksik ayaklarından biri de ‘gündelik hayatın sosyolojisi’dir.

Kesinlikle. Başka türlü nasıl kavrayacağız? Benim için önemli olan, buluşmalar. Teoman’la yaptığımız da bir buluşma.

-Fikir kimden çıktı?

Ortak bir arkadaş çevremiz var. Orada, şarkı sözü yazdığımı söylemiştim Teoman’a. O da ilgilendi ve görmek istedi. ‘Uçurtmalar’ı yolladım. Kısa zamanda bestesini yaptı. Kırpmadı sözleri. Bir balat şeklinde yaptı. İki enstrüman kullandı ve sözleri öne çıkararak besteledi. Dinlediğimde bana da çok hoş geldi.

-Sonraki taleplerde de seçici mi davranacaksınız?

Tabii. Her şey bir buluşma aslında, ortak ruhlar arasında. Benim için talebin nereden geldiği önemli; ama ortak bir ruh akrabalığım varsa zaten bir yakınlık var. Ondan sonra kendimi geri planda tutup o insanın özelliklerine göre yazabilirim. O sözün doğru insanla buluşması önemli. Biz roman yazarken zaten aktör gibi karakterlere bürünüyoruz. Ben kitabımdaki karakteri anlatırken kendi etimden, zihnimden sıyrılıp onun yerine kendimi koyuyorum. Şarkı sözü yazarken de kendimi o insanın yerine koymayı seviyorum. Bu benim alışık olduğum bir pratik.

-İkiniz de kaçışlara meyillisiniz. Teoman bunu ‘ödleklik’ olarak da nitelendiriyor. Sizde ise bu kavramın karşılığı, tasavvufi anlamıyla yolculuk ve keşif.

Eyvallah. Çok doğru. Kaçmak, yollar, gidişler, kopuşlar, bunlar bence de ortak paydalarımız.

-Teoman’ın en sevdiğiniz şarkısı hangisi?

Paramparça. Gemiler’i de çok severim. Şebnem Ferah’la olan düetleri, İki Yabancı’yı çok severim. Belki ilgisiz ama Müzeyyen Senar’ı çok beğeniyorum. Yurtdışına gittiğimde albümlerini hep yanıma alırım.

-Türkçe ve yabancı müzikte özellikle ilgi duyduğunuz müzisyenler kimler?

Yabancı müzik çok dinliyorum. Leonard Cohen çok dinlerim. Sözün geri plana atılmadığı bir müziğin mümkün olduğunu gösteren en iyi örneklerden biridir. Johny Cash’i çok severim. Onun da sözleri çok damardandır ve önemlidir. Bunu yapan rock, heavy metal grupları var. Kendimce iyi bir müzik dinleyicisiyim ve çok farklı damarlardan besleniyorum. Yazarken çok sert müzikler dinlerim. Post punk, endüstriyel metal, psychodelic rock’ın yanı sıra mistik -ki o tabiri pek sevmem- ve etnik müzik dinlerim. Ney sesini çok severim. Neyzenleri mümkün olduğunca tanımaya çalışırım. Bana çok kıymetli bir damar gibi geliyor. Ben hayatla ilişkimi kelimeler üzerinden kuruyorum. Benim gibi bir insan için aslında en zoru sessizliği öğrenmek.

-Tasavvufla ilgilenen yanınız sizi müzikal anlamda Mazhar Alanson’a da yanaştırıyor…

Mazhar Alanson’un öyle şarkı sözleri var ki; şarkı biter, sizle yaşamaya devam eder. Onu dünyevi ama ilahi anlamda da okuyabilirsiniz. Kalbinize hitap eder. Bu pek bilinmez… Annemden gelen bir başka birikim var. Annem dışişlerine girip diplomat olmasaydı, istediği şey ses sanatçısı olmaktı. Amatör dersler aldı, dersler verdi, korolara girdi. Sanat Müziğinin yoğun yaşandığı bir ortamda büyüdüm. Repertuarım annemden dolayı çok geniştir. Sesim berbattır; ama şarkı söylendiğinde sözlerini genelde bilirim.

-Hayatınızın önemli bir bölümü yurtdışında geçti. Son üç kitabınızı da İngilizce yazdınız. Orada ikinci bir dil ve onun getirdiği ayrı bir ritim var. Farklı diller arasındaki o ritim, sizde keskin sınırlarla ayrılır mı, yoksa yan yana mı durur?

Mevlânâ pergel benzetmesi yapar ya; bir ayağınız sabittir ama öbürü dünyayı dolaşır. Bu, neden mümkün olmasın ki! Ben bu topraklardan çok besleniyorum ve müthiş bağlılık duyuyorum. Özellikle İstanbul’a... Kadınların kuşaktan kuşağa aktardıkları sözlü kültürden çok besleniyorum. Ama öbür ayağım dünyayı dolaşabilir. Hem buralı, hem her yerli olmak mümkün.

-Barış Manço’nun tabiriyle ‘Doğunun batısında, batının doğusunda’…

Çok güzel. Barış Manço da böyle bir insandı.

-İlginçtir, o da annesi Rikkat hanımdan gelen bir Türk Sanat Müziği damarına sahipti.

Bu arada zikretmeden de geçemeyeceğim; Barış Manço’nun Dönence’sinin bende çok özel bir yeri vardır. Çok bunaldığımda dinlerim. -Dönence için, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin oldukça ilginç bir yorumu var. “Barış Manço, bu şarkıyla metafizik ufuklara yelken açmıştır.” der.

Allah Allah. Bilmiyordum. Gerçekten şaşırdım.

-Murathan Mungan ve Yeni Türkü grubu gibi sizin de edebiyatçı olarak birbirinizi tamamlayacağınızı düşündüğünüz sanatçılar var mı?

İlla ki şunla çalışayım diye bir şey demiyorum. Hayatın alametlerini okumayı seviyorum ben. Kendime baktığımda dünyayı soldan okuyan; ama soldan gelerek inançla, tasavvufla tanışan bambaşka bir seyir görüyorum. Bu bana kıymetli geliyor. Biz Türkiye’de kendimizi kategorilere çok bölüyoruz. Hâlbuki sanat, bu ayrılmış adaları buluşturmak, o adaların yapaylığını göstermek için çok önemli bir mecra. Zahirideki ayrımlarımız ne olursa olsun, özümüz o kadar aynı ki. Aşkı arayışımız, hüsranlarımız, beklentilerimiz... Tabii ki benim kendi geçmişimden, çocukluğumdan getirdiğim izler de olacak. Birbirimize benzemek zorunda değiliz. O aynılaştırmalar da bana çok ürkütücü geliyor.

-Sizden şarkı talep eden başka isimler oldu mu?

Oluyor. Ama şimdilik isim vermek istemem.

-Şebnem Ferah olabilir mi?

Onunla öyle bir temasım olmadı, ama isterim. Hep beğendiğim insanları zikrediyorsunuz siz bu söyleşide.

-90’ların ortaları Türkiye’de alternatif müziğin yeşermeye başladığı dönemdi. Teoman, Feridun Düzağaç, Şebnem Ferah gibi aynı zamanda nitelikli söz yazabilen sanatçılar da bu dönemde karşımıza çıktı. Bu kalite, dinleyicideki beklentiyi arttırdı. Sektörün çöküşünde, beklentilerin cevaplanamayışının etkisi var mı?

Bugünkü sadece müzik ortamında değil, sanatın birçok alanında edebiyat, şiir, hikâye ve sinemada da beni düşündüren bir şey var: kendini tekrar etmek. Bu bence bir sanatçı için tuzak. Çıkacaksın o koydan. Bilmediğin sulara açılacaksın. Ama orada batabilirsin, gemin su alabilir; ama müthiş bir yere de varabilirsin. Sonra gene devam edeceksin. Tekrar etmemek, bir. Birbirini tekrar etmemek, iki.

-Değişmekten mi korkuluyor?

Değişmekten korkuyoruz; ama bence işin bir sırrı da öğrenmek. Türkiye’de ‘zihinsel getto’larımız var. Ben müzisyenim, sadece müzisyenlerle yaşarım! Siyasi anlamda da yapıyoruz bunu. Sadece benim gibi düşünenlerle... Bu çok narsistçe bir şey. Öyle köşe yazarları biliyorum ki roman okursa vakit kaybedeceğini düşünüyor. Akademide de çok görüyorum bunu. Adamın siyaset bilimi mezunu diye başka bir şey okumaması bana çok garip geliyor. Bu çağ daha interdisipliner bir çağ. Birbirimizden beslenmek zorundayız. Yeter ki yatay bakalım birbirimize. Hiyerarşik baktığımız noktada iş bitiyor zaten.

-Bu gettolar edebiyat dünyasında daha fazla değil mi?

Biz birbirimizi çok okumuyoruz. Okusak bile çok konuşmuyoruz, yazmıyoruz. Birbirimizi çok yıpratıyoruz. Bir de hep şahıslar konuşuluyor. Kitap konuşulmuyor yazarı konuşuluyor. Hâlbuki benim ihtiyacım olan şey, kitabın konuşulması. Herkesin nefsi, bir başkasının nefsini zedeliyor. Edebiyat âleminin egoları daha şişkin. Müzisyen bir iş yaparken, ekiple çalışmayı öğrenmek zorunda kalıyor. Her albüm, her film, her sergi bir ekip çalışması. Ama roman sanatların en yalnızı. Tek başımıza ürettiğimizi zannediyoruz. Maalesef, karakterler yaratıyorum, karakterler öldürüyorum diye böbürlenerek geçiyor ömrümüz.

-Siyah Süt’te post-natal (doğum sonrası) depresyondan bahsetmiştiniz. Şarkı sözü yazarlığında bu kez pre-natal (doğum öncesi) depresyon sizi bekliyor olacak! Bu, sizi tedirgin ediyor mu?

İçime sinen işi yapmak benim için önemli. Benden ne bekleniyor diye düşünmek değil de, samimiyet. İnandığım şeyleri yazmak. Tabii ki birbirimizden besleniyoruz ama ticari olsun diye bir işi yapmam.

 

 

 

Aksiyon, Sayı: 752 - 04.05.2009

 

 

 

İzlenme : 10355
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us