Zaman Gazetesi´nden Habertürk´e geçen romancı Elif Şafak, Medyatava´dan Batur İlhan´a konuştu..
Son romanı ‘Aşk’la haftalardır kitap evlerinin ençoksatan’lar listelerinin başında olan isim o. Fransa’da dünyaya gelen, gençliğini Madrid, Köln ve Boston gibi Ankara’da da geçiren, ODTÜ’de eğitim alan bir yazar o. Bir hayranı değilim ancak niteliklerinden pek çoğunun bana parmak ısırttığını saklamamak dürüstçe olur. “Neden Batur?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Açıklayayım: Bu kadın yazar kaleme aldığı ilk roman Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’ne layık görülmüş. Daha sonra yazdığı Mahrem’le Türkiye Yazarlar Birliği ödülü almış. Bit Palas ve Araf’sa sonraki üretimleri olmuş ve hem çok satmışlar hem de adını büyük bir alanda duyurmuşlar. Üç yıl önce yazdığı ve yılın en çok okunan kitaplarından biri olan Baba ve Piç’i aylarca satış listelerinde ilk sırada yer alan -ilk otobiyografik çalışması-Siyah Süt izlemiş. Bugünlerde adını DOĞAN KİTAP’tan çıkan Aşk’la sık sık işittiğimiz bu değerli yazar Elif Şafak’tan başkası değil.
Adının anlamı Arap alfabesinin ilk harfi olan Elif Şafak’ın eserleri şimdiden 20’nin üzerinde yabancı dile çevrilmiş durumda. Zaman’da yazan Şafak son yazısında “Her şeye rağmen, Türkiye´de son derece samimi ve hakiki ve iyi bir edebiyat okuru olduğuna yürekten inanıyorum” diyor. Peki ben ona neler sordum? MEDYATAVA yazarı olmam münasebetiyle elbet medyayı sordum, bir kültür-sanat aşığı olmam sebebiyle de kültür-sanatı sordum ve efendim yazımız sizi sıkmasın, bunalmayın diye birkaç da “renkli(!)” yaşam ayrıntısı sordum.
Kibirden ufak bir zerre dahi taşımayan Elif Şafak tane tane anlattı. Bir kitap içinde iki kitap saklayan, Boston-Amsterdam hattında yaşanan alev alev bir aşkı tasvir ettiği dokuzuncu romanı Aşk’ı anlattı. Gelecek projelerini, bir gününün nasıl geçtiğini ve 10 yıl sonrasında kendisini nasıl konumlandırdığını anlattı.
Ülkemiz edebiyatının dünya genelinde en tanınan isimlerinden biri olan Elif Şafak’ı medya lensinden çektiğim fotoğrafı ilginizi çekerse, sizi, aşağıdaki satırlara davet ediyorum.
Sizce genel olarak Türk medyası, toplumun bir aynası olabiliyor mu? Günümüz Türk medyasını değerlendirmenizi istesem, neler söylersiniz?
Türkiye’de medya (en sağdakinden en soldaki gazeteye-televizyona kadar) geniş bir yelpazeye sahip. Çok sesli, çok renkli ve hayli hareketli. Ben bu niteliklerini son derece önemli buluyorum. Öte yandan medyada her kademede çalışan ve haber akışı için muazzam emek sarf eden, fazla mesai harcayan çok insan var. Onların emeklerini görmüyoruz. İşin mutfağını pek takdir etmiyoruz. Hep köşe yazarlarına odaklanıyoruz. Halbuki medya “köşe yazarlığı”ndan ibaret değil. Türkiye’de medyanın çok dinamik olduğunu görüyor ama daha verimli ve biraz daha sakin olmasını arzu ediyorum.
Siz oluşturulan gündemlerle genelde hemfikir misiniz?
Ben gündemi sıcağı sıcağına takip eden biri değilim. Eğer roman yazıyorsam bilerek gündemin gerisinde kalırım. Kendi kabuğuma çekilir, yazarım. Ama toplumu hep dinlerim. Okurları dinlerim. Beklentilerini, sevinçlerini, hüzünlerini anlamaya gayret ederim. Topluma kapımı hiçbir zaman kapatmam. İnsanları dinlemeyi seviyorum. Her yazarın önce iyi bir okur, sonra da iyi bir dinleyici olması gerektiğine inanıyorum.
Türk medyasının edebiyata/kültür-sanata yaklaşımını nasıl? Sizce bu konuda yapılan doğrular ve yanlışlar neler?
Türk medyası edebiyata “yazı” değil “yazar” odaklı yaklaşıyor. Yazarları büyüteç altına alıyor. Ama bu ortam yazarları fikren ya da ruhen besleyen bir ortam değil. Bizi besleyecek olan şey “eser” odaklı tartışmalar. Yoksa “şahıs” odaklı tartışmalar değil. Açıkçası kadın yazarların mevcut durumdan daha çok yıprandığını düşünüyorum. Bir de ne yazık ki bizde okumadan eleştirmek gibi bir kolaycılık da var. Bir filmi görmeden, bir kitabı okumadan hakkında yazı yazabiliyorlar. Ama tüm bunlara rağmen gene de medyada son derece verimli, yapıcı, yaratıcı yazılar ve işler de çıkıyor, onu da takdir etmemek mümkün değil.
Kırgın ya da kızgın olduğunuz basın mensubu var mı?
Kızgın olduğum kimse yok. Zaten kimseyle polemiğe girmemeye özen gösteriyorum. Ben kimseyle rekabet halinde değilim. Benim derdim kendimle. Akrep burcu insanı en fazla kendini sokar.
Siz Türk basınında kimleri izler ve okursunuz? Eve hangi gazeteler giriyor, evde hangi TV kanalları izleniyor?
Eyüp(Can) bütün gazeteleri okuduğundan eve her gün bir çuval gazete giriyor. Kızımız ne zaman kitap görse “bu annenin” ne zaman gazete görse “bu babanın” diye her birimize getiriyor. Ben hayret ediyorum Eyüp’ün her gün uzun uzun böyle sabırla her gazeteyi okuyabilmesine. Ben öyle değilim. Akıl ve ruh sağlığım açısından daha az gazete okuyup, daha az televizyon izliyorum.
Eşiniz Eyüp Can’la Türk medyası üzerine günlük sohbetler eder misiniz?
Eyüp işten geldiğinde en son konuşmak istediği şey medya olur genellikle. Biz daha başka şeyler konuşmayı tercih ediyoruz. Dünyadan, insanlardan, sanattan, kendimizden konuşmak bize daha hoş geliyor. Keza dostlarımızla bir araya gelince daha felsefi, sanatsal, esprili sohbetler yapmayı seviyoruz. Bunlar ruhen ve zihnen bizi besliyor.
Bugün bulunduğunuz yerden memnun musunuz? Bu konumun oluşmasında medyanın payı nedir?
Medyayı ne abartanlardanım ne de küçümseyenlerdenim. Çocukluğumdan beri yazıyorum, 15 senedir profesyonel olarak kitaplarım yayınlanıyor. “AŞK” dokuzuncu kitabım. Kitaplarımı yan yana koyup baktığımda görüyorum ki her birinin içeriği, stili ve ritmi farklı. Çünkü ben farklı bir insanmışım onu yazarken. Hayat hep değişmek demek. Ve her roman uzun bir birikim işi. O yüzden şu anda bulunduğum yer, sadece bir durak. Ben habire yolculuk halindeyim. Yolculuğun kendisine bakmaya çalışıyorum, yani bütününe.
Son kitabınız “Aşk” nasıl bir emek sonucu ortaya çıktı?
Aslında “Aşk” gibi bir roman yazma arzusu uzun zamandır vardı galiba içimde. Ama yazmam için belli bir olgunluğa gelmem gerekti. Bir sürü mevsimden, aşamadan geçtikten sonra çıktı bu roman.
Nasıl bir hazırlık/araştırma yaptınız?
Benim tasavvufa ilgim bundan 15 sene evvel henüz ODTÜ’de öğrenciyken başladı. Tezimi Bektaşi ve Mevlevi düşüncesi üzerine yazdım. Hep bu alanlarda okumayı, düşünmeyi sevdim. Sadece Anadolu kökenli tasavvufla değil, evrensel Sufizmle de ilgileniyorum. Pakistan, İngiltere, Amerika’daki literatürü takip ediyorum. Dolayısıyla yoğun bir okuma var bu romanın ardında.
Yazım süreci ne kadar zaman aldı?
Ben bir buçuk senede hem İngilizcesini hem Türkçesini yazdım bu romanın. Ama deli bir tempoyla yazdım. Gece gündüz. Zaten roman yazma mevsimine girince dengelerim bozuluyor. Çok hızlı yazıyorum, fitilimi yaka yaka. Bu romanı bilhassa geceleri yazdım, çocuklar uyuduktan sonra. Baykuş gibi gece yaratığı oldum.
Kitapta sürekli sözü edilen “aşk şeriatı” nedir?
Aşk Şeriatı kavramını Mevlana kullanıyor. Beni de çok düşündürdü bu ifade. Çünkü biz aşkı kuralsızlıkla şeriatı da hep kurallar ve yasaklarla anmaya alışmışız. Halbuki Mevlana diyor ki “Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır. Aşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.” Çok güçlü bir öz var burada. İnsanları ayırmayan, kategorilere bölmeyen, evrensel ve kucaklayıcı bir yaklaşım sunuyor.
Bu kitap yoluyla insanlar Hz. Mevlana’yı merak edecekler. Amacınız bu muydu?
Geçenlerde bir kitapçı bana Mesnevi başta olmak üzere tasavvufla ilgili kitaplara ilgide artış gözlemlediğini ve bunda AŞK’ın payı olduğunu söyledi. AŞK’ı okuyan gelip soruyormuş: “AŞK’ı bitirdim, konu çok ilgimi çekti, şimdi ne okuyayım hemen ardından?” Bu beni çok mutlu etti. Romanımın böyle bir hizmeti olursa, ne güzel, ne mutlu.
Kitap kapağı tasarımı pespembe ve bir yaprağın röntgeni görülüyor. Bu sizin tercihiniz miydi?
Kitap kapağı için “Alamet-i Farika”yla çalıştık. Yaprağın mimarı ise Ebru Bilun. Uzaktan yaprak ama durup bakınca içi damar damar açılmış bir kalp. Çok hoşuma gitti bu resim. Hem yalın hem güçlü. Kitabın ismi de öyle: AŞK. Hem yalın ve sakin hem kendinden emin. Pembe benim pek sevdiğim bir renk değildi. Hatta önyargılıydım. Hani “ciddi” işleri ağır renklerle özdeşleştiririz ya, pembeyi “hafif” buluruz. Edebiyat dünyasında da bu böyle. Bende de vardı bu önyargı. O kalıbı aşmanın zamanı geldi. Zaten kız çocuğu annesi olunca pembeyle barışmanız lazım!
Yetiştirdiğiniz (tecrübelerinizi paylaştığınız) bir çırağınız var mı?
Bir çırağım yok. Kendimi kimsenin ustası olraka görmüyorum ki. Bence okurla beraber yaratıyoruz her kitabı. Ben okurlarımla eşitliyorum kendimi. Yazarı okurun üstüne koymuyorum. Anlattığım karakterlerle de eşitliyorum kendimi. Daha yatay bakıyorum dünyaya, hiyerarşilerle değil. Okur benim sırdaşım, ruhdaşım.
Gelecek projeleriniz neler, tezgahta ne var?
Bu dönem “Plato Film”in çekeceği bir dizinin hikayesini yazıyorum: ŞAHANE SERSERİ. Teoman’a şarkı sözü yazdım, çok hoş bir çalışma oldu, buna devam edeceğim. Gazetede yazmaya devam. Sanatın ve akademinin başka alanlarıyla buluşmaları seviyor ve önemsiyorum. Ama son tahlilde benim için aslolan roman ve romancılık.
Elif Şafak’ın bir günü nasıl geçer?
Bir günüm bir günüme uymaz ki. Çok savruk ve dağınık bir insanım. Devamlı beş altı iş birden yapıyorum. Akrobat gibi. Bazen durup kendi halime gülüyorum. Erkek yazarlar bu kafa karışıklığını aynı dozda yaşamıyor. Erkek, babalığıyla mesleği arasında bir ikileme düşmüyor. Nasıl olsa eşleri çekip çeviriyor. Bu sayede Tolstoy hem roman yazıp hem 13 çocuk babası olabiliyor. Ama eşi Sofya için iş başka.
Kendinizi 10 yıl sonra nerede görüyorsunuz?
Büyük planlar yapmıyorum. Biz plan yapaduralım, hayat kendi hikayelerini yazıyor zaten.
MEDYAYAVA okurlarına iletmek istediğiniz mesaj nedir?
AŞK’ı okuyanlardan romandaki kurallar ile ilgili çok güzel şeyler işitiyorum. Romanda 40 kural var. Gönlü Geniş ve Ruhu Gezgin Sufi Meşreplilerin Kırk Kuralı. Bir günlüğüne de olsa bu kırk kuralı hayatımıza uygulamayı denemeyi öneriyorum. Bence iyi gelecek.
Medyatava
12.05.2009
|