Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin aşkını ‘Aşk’ romanıyla 21. yüzyıla taşıyan yazar Elif Şafak, en iyi aşk romanlarının İstanbul’da yazılacağını söyledi. İşte Şafak´tan iddialı sözler:
İsmail Zelvi / TIMETURK
Elif Şafak, yazdığı ‘Aşk’ romanıyla 21. Yüzyıl insanının gündemine Mevlana ve Şems aşkını oturttu. Doğu aşkını tüm dünyaya anlatabilmek için ‘Aşk’ı İngilizce olarak yazan Şafak, kitabın Türkçeye tercümesini yetersiz bulması üzerine diller arasında seyahatinde kendini farklı mecralara ulaştırdı..
İSTANBUL ŞEHİR, KADIN VE AŞKI ANLATIYOR
Kitabın alt yapısında tasavvuf’un bulunduğunu belirten Şafak, İstanbul’daki karmaşa ve çok kültürlü hayatın Aşk kitabına yansıdığını söylüyor. İstanbul’un çok büyük ve muhteşem bir şehir olduğunu dile getiren Elif Şafak, “Özellikle sanat için, hayata farklı bir açıdan bakmak isteyenler için muazzam bir hazine. Eğer düzenli, daha korunaklı yaşamlar istiyorsak İstanbul çok doğru bir yer değil, ama hayatı katmanlarıyla algılamak istiyorsak, sanatı seviyorsak bu şehrin muazzam bir olanak olduğunu düşünüyorum. Bütün romanlarımda İstanbul’u bir dişi karakter kadın karakter olarak gördüm. İstanbul arka plan fon olarak kullanmak istemediğim başlı başına bir karakter. Uzun yıllar ben Ankara’da yaşadım. Farklı şehirlerde yaşadım. Yurtdışında çok daha modern şehirlerde yaşadım. Ama hiçbir yerde İstanbul’da bulduğum ruhu bulamadım. Burada bir sarkaç var. İstanbul çok bunaltıcı, çok daraltıcı olabilir ama ondan uzaklaştığınız zaman da büyük bir hasretle geri dönüyorsunuz. Bunu ben defalarca yaşadım. Büyük bir aşkla bağlıyım ben bu şehre. Kendi romanlarımda da işledim bu şehri. Hem bu kadar asırlık, hem bu kadar yaşlı hem bu kadar genç bir ruhu olan bu şehrin aynı zamanda da kamusal alanının çok erkek olduğunu düşünüyorum. Meydanlar erkek, parklar erkek, sahiller erkek, sahil kenarındaki erkek.’’ şeklinde duygularını dile getirdi.
İSTANBUL FARKLILIKLARIN BİRLEŞTİĞİ KENT
Farklılıklar bizim bir zenginliğimiz olmalı
Farklı düşüncelerde insanları bir araya getiren ortak işler yapmalarını kolaylaştıran mecralara bence hepimizin ihtiyacı var. Hayatımızdaki herkes, dostlarımız arkadaşlarımız hep bizim gibi düşünen, bizim gibi konuşan, bizim gibi yaşayan insanları arıyoruz. Hep kendi aynamızı arıyoruz etrafımızda, hep bizim gibi düşünen insanları görmek istiyoruz, hep kendi sesimizin yankısını duymak istiyoruz. Bu ben merkezci bir şey. Tabii ki farklı düşünceler olacak. Farklılıkların oluşturacağı yaşamın kıymetli olacağını düşünüyorum. O anlamda çok kıymetli bir ülkede yaşıyoruz. Öyle bir ülke ki Müslüman dünya içinde çok özgün bir yere sahip, öyle bir ülke ki Batılılaşma serüvenini çok erken başlatmış, bir o kadar içinde Doğulu unsurlar var. Osmanlı var. Bunların her birinin bir arada yaşayabileceğini, bunların birleşmesinden oluşan sinerjinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kadınların kamusal alanda kendilerini ifade edecekleri buluşma noktaları yaratmak, iki gençlere bu anlamda önem vermek. Bir yandan çok genç bir toplumuz; bir yandan gençlere güvenmeyen bir toplumuz; aklı, bilgeliği, zekayı hep yaşlılarla özdeşleştiriyoruz. Bunu derken şunu küçümsemiyorum. Muhakkak ki yaşanmışların tecrübenin büyük önemi var. Ama bir o kadar da gençlerin de önünü açarak işi ehline vermek lazım. İnsanların meziyetlerine göre yükseltmek, ortak işler yapabilmek çok önemli. Bir yandan çok politize bir toplumuz. Batı çok daha bireysel bir toplum ama iş yapmak konusunda daha profesyonel düşünüyorlar. Çok farklı insanları bir araya getirebileceğimiz ortak işler yapabileceğimiz ortak kaygılarımız var. Ortak düşüncelerimiz var. Bunlarla diyaloğu önemseyen konulara önem veriyorum. Bu şehirde doğup büyüyenlerle sonradan gelenler arasında bir fark var. Sonradan gelenler bu şehre tutunmak istiyor. Burada doğup büyümeyen, ailesi akrabaları bir mahalle, bir evde olmayan insanların bu şehirde var olmak, kendi ayakları üzerinde durabilmek gibi bir derdi de var. Bunu çok yoğun olarak yaşıyorlar. Kadınlar da bunu çok yoğun olarak yaşıyor ama bunu pek fazla dillendirmiyorlar.
İstanbul’a ilk ne zaman geldiniz?
İstanbul’a 20 yaşlarında geldim. Hep uzaktan sevdim. Enteresan manyetik bir çağrısı olduğunu düşünüyorum bu şehrin. Bazı insanlar buraya gelmek istediklerini tam bilmeden… Benim bir sebebim yoktu, hayvani bir içgüdüyle, akılla değil, ben bu şehre çekildim. Çok farklı şehirlerde yaşadım, hiç İstanbul’da duyduğum çekim gücünü başka bir şehirde almadım. Çok sevdiğim şehirler oldu. Buraya geldiğimde çok fazla ev değiştirdim. Kuzguncuk’ta, Fındıklı’da, Kazancı Yokuşu’nda, Maçka’da yaşadım. Bit Palas’ı yazarken şehrin tarihi dokusunun izi vardır. Özellikle o romanımı önemli buluyorum. Sonlarında çöp yazıları var. Öyle bir şeydir ki farklı semtlerine gittikçe duvar yazılarının dili kurgusu dahi farklı; çok kıpır kıpır, dinamik bir şey ve ben bunu çok önemsiyorum. Birkaç ay gelmeseniz hemen bir şeylerin yenilendiğini görüyorsunuz. Bu kadar yaşlı olduğu halde kendisini hızla yenileyebilen çok az şehir olduğunu düşünüyorum.
Tasavvufla ne zaman, nasıl tanıştınız?
Tasavvufla tanışıklığım 14-15 sene önce öğrenci iken başladı. Öncelikli olarak kitaplardan öğrendim. Okumayı sevdim öncelikli olarak. Etrafımda bu kültürü yaşayan bir aile içinde büyümedim. Hiç bilmediğim bir alandı açıkçası. Arkadaş çevremden de görmedim. İnsanlar değil, kitaplar bana tasavvufun kapılarını açtı. Okudukça okumayı sevdim. Okudukça merakım arttı. O gün bugündür benle beraber gelen bir akıntı oldu. Kimi zaman yoğunlaştı, kimi zaman geri planda kaldı. Ama bundan birkaç sene önce -aklın da yetmediği bir yer var- daha duygusal bir ilişkiye dönüştü, daha kaynağa bağlandığımı fark ettim. Ondan sonra aşk yazılarım başladı. O kadar çok değişimden geçiyorsunuz ki hiçbir şey sabit kalmıyor. Teneffüs ettiğiniz yerler oluyor, daha yoğun hissettiğiniz yerler oluyor. Sürekli okuma halindeyim, devamlı okuyoruz. Mesnevi bir okumayla geçiştirilebilecek bir kitap değil. Sürekli insan öğrenci olarak kalıyor. Tasavvufa böyle bakıyorum. Ben yaşadığımız şehri çok hoyratça kullandığımızı düşünüyorum. Ama bu şehrin bir tasavvuf yönü var. Ben bu topraklarda ciddi bir tasavvuf damarı olduğunu düşünüyorum. Bizim o damarı, edebi, ahlakı, insanlar arasındaki nazik ilişkileri tekrar ön plana çıkartmak gerektiğini düşünüyorum.
İSTANBUL’DA BERABER YAŞAM PRATİĞİ OLUŞUYOR
Tasavvufi bir damara rağmen yine de sorunlar içinde yaşıyoruz?
İstanbul ve Ankara gibi şehirlerimiz çok büyüdü, çok farklı gelen insanlar bir şekilde aynı mekanda buluşmaya başladılar. Beraber yaşam pratiğimiz yok, zaman alacak. Türkiye’nin zenginliği gücü buradan geliyor. Çok fazla göç aldı İstanbul, ona göre altyapı olmadan, sokaklar hazırlanmadan, ona göre bir yaşam kültürü oluşmadan göç aldı. İstanbul tarihi boyunca kalabalık olmuş, tarihi boyunca her kesimden insanın bir arada yaşadığı bir şehir olmuş. Seyyahların 17-18. yüzyılda yazdığı eserlerde bu şehrin ne kadar kalabalık olduğunu, ne kadar farklı kültürlerden insanların olduğunu yazıyorlar. Sokağa başlarken farklı bir İstanbul, sokağın ucundan çıkarken farklı bir İstanbul’dan çıkıyorsun. Hala öyle, gücü güzelliği de buradan geliyor. İstanbul’un müthiş bir gücü var, her şehir böyle değil, kendini yenileyebiliyor, bu kadar hoyratça kullanılmasına rağmen, müthiş bir içsel iradesi direnci var. O açıdan ben İstanbul’un yenilmezliğini takdir ediyorum. Bu şehirde bir kız kardeşlik ruhu olması gerektiğini düşünüyorum.
HAYATIMI KENDİMİ ÖĞRENMEKLE GEÇİRİYORUM
Elif Şafak’ın görünmeyen yönü, görünmeyen yüzü var mı?
Benim nasıl bir insan olduğumun cevabını vermem çok zor. İnsan bir ömrünü kendini keşfetmeye nefsini bilmeye çalışmakla geçiriyor. Büyük dönüşümlerden geçiyoruz. Şimdiye kadar 9 kitabım yayınlandı. Yan yana koyup baktığım zaman her biri birbirinden farklı; içeriği, sitili, üslup farklı. Kendini tekrar eden bir insan değilim. Neden farklı? Çünkü ben farklı bir insandım. Sürekli değişiyorum. Her an değişim üzerine kurulu, o bakımdan birbirini tekrar eden an yok. Devamlı öğrenmek üzerine kurulu hayat. Kendi iç dünyamdaki değişimin öyküleri romanlarımda var. Şunu söyleyebilirim; yazıyla ilişkim çok küçük yaşlarda başladı. Bu da yazar olmak istediğim, romancı olmak istediğim için değil, tamamen o dönemki şartlarımla ilgilidir. Ben çok içine kapalı çocukluk ve gençlik geçirdim. Kitaplar benim hayatımdaki en renkli şeylerdi. Tek anne tarafından, dul bir anne tarafından büyütüldüm. Bunun bende izleri var. O bakımdan, erkek egemen bir toplumda bir kadın nasıl çocuk yetiştirmeye çalışır, ne tür zorluklar yaşar, hep bunları gördüm. Gözlemleyerek büyüdüm. Bu konuları önemsiyorum. Kitaplar hayatımdaki en renkli şeylerdi. Kendi hayatımı o kadar sıkıcı tek düze buluyordum ki hayal dünyası bana daha gerçek daha sahici geliyordu. Öyle başladı benim yazıyla ilişkim. Yazar olma arzusu çok sonra gelişti. 20’li yaşlarda gelişti. Yazıyla bağımın o anlamda var olduğunu düşünüyorum..
Farklı ülkelerde bulundunuz? Bu sizi nasıl etkiledi?
Ben yolculukların insanları çok değiştirdiğini düşünüyorum. Farklı kültürleri gidip görmek gözlemlemek, ama ön yargı ile değil, yukardan bakarak değil. Zaten bildiğimizi düşünerek gidersek gördüğümüz şeyler sınırlı olacak. Gözlerimizi filtremizi önce önyargısız tutarak gözlemlemek, oradaki güzellikleri de görmek. Ama onların eksiklikleri de çok fazla. Biz iki uç arasında, ifrat ve tefrit arasında gidip geliyoruz. Ya Batıyı gözümüzde çok büyütüyoruz. Hep bir Batı hayranlığı içinde, o zaman kendimizi çok aşağı çekiyoruz. Veya kendimizi çok aşağı çekip, Batıyı da çok kötü zannediyoruz. İkisi de zan. ‘Batıdaki kadınlar daha yoz, bizim aile yapımız daha güzel’ Bunlar, büyük genellemeler. Batı diye tek renk zaten yok. Amerika’ya gittiğinizde farklı aile yapıları görüyorsunuz. Norveç’e gittiğinizde farklı aile yapısı görüyorsunuz. Amerika’nın kendi içinde bir eyaletten eyalete gittiğinizde farklı aile yapıları görüyorsunuz. Kelimeleri biraz daha temkinli kullanmak gerekir. Bizim çok güzel artı değerlerimiz var. Onlarla da övünebilmek gurur duyabilmek kendi moralimizi bozmamak, ataerkillik konusunda erkek egemenliği konusunda
ROMANLARIMDA KADINLARI ANLAMAYA VE ANLATMAYA ÇALIŞTIM
Roman karakterlerinizi nasıl seçiyorsunuz?
Kadın karakterleri anlatmak, anlamaya çalışmak benim için önemli bir mesele oldu. Kendi oğlum olana kadar hep kadınları anlamaya çalıştım. Bunu yeni yeni fark ediyorum. Bu toplumda bir oğlan çocuğu olmak, oğlan çocuğu olarak büyümek, bunu pek düşünmemiştim. Kız çocuğu olarak büyümenin ne anlama geldiğini çok düşündüm. Tek başına kadın olmak ne demek, bunları düşündüm. Bundan sonra anlattığım karakterlerde erkekler de olabilir. Ben karakterlerimi severek yazıyorum. Sevdiğim bir işi yapıyorum. Yazıyı iki şekilde yazabilirsiniz. Bir hıncınız olacak hayata karşı, birilerine karşı, bir haksızlığa uğradığınızı düşüneceksiniz, ben sana gösteririm diyeceksiniz. Bu çok güçlü bir motor. Çok insanın da hınçla yazdığını görüyorum. Bir ikinci yol da aşkla sevmek, sevdiğin için, anlatamadığın bir sevgiden dolayı yazmaya devam etmek. Benim yolum ikincisi. Ben karakterlerimi yargılamadan, onlara tepeden bakmadan yazıyorum. Yazar benim için, kuklacı değil. İpleriyle ben onları oynatmıyorum, onlarla beraber yazıyorum. Mahrem’de ben bunu çok yaşadım. Kitaba başlarken kitabın nereye gideceğini ben bilmiyordum. Bit Palas’ta yaşadım. Benim kitaplarım çok karakterli kitaplar. Bazen bir karakteri çok kenarda tutuyorum. Bakıyorsunuz o kaymış kaymış ortaya kadar gelmiş. Bir başka karakteri daha etlendirmek, butlandırmak istiyorum; o kenarda kalıyor. Bunları ben seviyorum. Yazının kendi kendini götürmesi lazım, beni de şaşırtması lazım ki daha samimi bir yazı çıksın. Mühendislik gibi, ben şöyle bir kitap inşa edeyim, şöyle olsun böyle olsun diye kafamda kurarak yazmıyorum, kendimi yazının akışına bırakıyorum. Kadın karakterleri uç noktalardan seçmiyorum. Uç karakterler de var. Mahrem’de çok şişmanla bir cücenin aşkı anlatılıyor. Bir yanıyla çok uç gibi ama hepimizin yaşadığı bir duygu var orda, zaman zaman. Kimi zaman biri başörtüsünden, başkası mini eteğinden dolayı, başkası fiziksel özelliklerinden dolayı herkesin yaşadığı, yolda yürürken veya bir yere girdiğinde, gözlerden rahatsız olma, gözlerin kuşatıcılığı, bu tür temalar… Karakterin zahirindeki temaları bir tarafa bırakırsak, benim hoşuma giden, özdeki birlikteliği empatiyi yakalayabilmek. Bu anlamda ben öyle anlatmalıyım ki Boston’daki bir kadını da anlatsam Aşk kitabında, Isparta’daki birini de anlatsam, okur onu okurken bir şey hissetsin, ona tanıdık gelsin. Bu tür buluşmaları önemsiyorum.
Kitaplarınız sizi mi anlatıyor?
Kitapla yazar aynı şey değil, o bir ürün. Bir müzisyen bir albüm çıkardığı zaman Türkiye’de onun için bir tanıtım yapması, çıkıp söyleşilerde bulunması son derece doğal karşılanıyor. Bir yönetmen filminden dolayı programlara katıldığında son derece doğal karşılanıyor. Kitap söz konusu olduğu zaman kriterlerimiz değişiyor. Kitaptan yazarların para kazanmak istemelerini çok ahlaksız buluyoruz. Ben bunun niye ahlaksız bulunduğunu hala anlamış değilim. İnsanlar kalemleriyle geçinebilmeleri lazım. Türkiye’de keşke korsan diye bir şey olmasa. Keşke daha çok yazar daha büyük paralar kazanabilseler de ek işler yapmak zorunda olmasalar. Ben Cumhuriyet tarihine baktığımda -kendim de yaşadım bunu- birçok yazarın bizden çok daha zorluklar yaşadığını düşünüyorum. Bir sürü başka iş yapmış, devlet dairelerinde çalışıyor, geceleri yazabilmiş. Niye? İki kuruş buradan kazanıyor, yıprana yıprana bir şeyler üretiyor. Bu bir ahlaksızlık değil. Hepimiz, çok sayıda yazar yaptığı işten para kazanmak ister. Yazıyorum ama okunup okunmamayı önemsemiyorum diyen arkadaşları pek inandırıcı bulmuyorum. Her yazar okunmak ister, daha fazla okunmak ister. İnsanız, hepimizin gönlünde bir yerde sevilmek isteriz. Bu konularda insanın dürüst olmasını ister. Ama ben daha çok okunmak için yazdığım temayı değiştiriyorsam, bu benim yazıma etkide bulunuyorsa, yazımın gidişatını etkiliyorsa, başka bir şey. Bir ürünü ortaya çıkardıktan sonra göstermek istemek bana çok insanca geliyor.
AŞKIN RENGİ PEMBELEŞTİ
Aşk isimli romanınızın kapak renginin pembe olmasının bir sebebi var mı?
Bu kitabın özelinde iki çok değerli insanla çalıştım. Biri Doğan Kitap’tan, diğeri gönüllü, kafa dengi insanlar buluştu. Fotoğraf sanatçısı Ebru Bilun yaptı o kapaktaki yaprağı. Kapaktaki yaprak, o bir kalp. Pembeyi zinhar düşünmezdim, ben pembeyi çok seven bir insan değilim. Hayat da böyle bir şey. Bir şeyi öteleyince geliyor insanın hayatına. Ben kız çocuk annesi olduktan sonra pembe ile çok barıştım. Her şey pembe olmaya başladı. Bu tür şeyler de var. Vücutta çeşitli aurolar olduğu düşünülür Doğu felsefesinde. Kitapta Şems’in de buna benzer düşünceleri var. Bu renk kalp çakrasının tonu. Birkaç şey bir araya geldiği zaman, ben neden olmasın diye düşündüm. Benim de ön yargılarım var. Kapak pembe olursa hafif olur diye endişe etmedim değil doğrusu. Çünkü hepimiz olduğumuzdan, daha entelektüel, daha derin, daha ciddi… Kıyafetlerimi giyerken bile koyu giyiniyorum. Pembe giyemiyorum. Kendimdeki ön yargıyı kırmak istedim. Çekinmeden pembe yapabildim bu kapağı..
Timeturk
07 Temmuz 2009
|