Elif Şafak, romanlarını okurları ile beraber yaratıyor ve romanlarındaki karakterlerle yatay bağlar kurarken bu bağların oluşturduğu akışa kapılarak yazıyor. Okurları ile arasında ruh akrabalığı olduğunu vurgulayan Elif Şafak, yazdığı her kitabı yeni bir yolculuk olarak görüyor…
Özge Saydam
Yazarken hangi karakter özelliğiniz en çok önplana çıkıyor, eserlerinize yansıyor?
Ben yazarken çok değişiyorum. Kendimi yaptığım işe tamamen veriyorum. Adeta beynimin içinde başka kapılar açılıyor. Gündelik hayatta kapalı kalan kapılar... Yazarken kendi içimdeki bütün sesler ve renkler su yüzüne çıkıyor. Kendimi, anlattığım hikayenin ya da okurlarımın üstünde görmüyorum. Yatay bağlar kuruyorum karakterlerle. Yazının akışına kapılarak yazıyorum.
Strasbourg´ta doğmuş olmanın ve yaşantınızın bir bölümünü hep yurtdışında geçirmiş olmanın bugün yazma stilinize bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Muhakkak yazımda kendi çocukluğumun, gençliğimin, geçmişimin izleri vardır. Ben düzenli bir aile ortamında büyümedim. Aslına bakarsanız otuzaltı yaşıma kadar sabit bir evim de olmadı. Hayatı hep göçebelik olarak algıladım. Sürekli bir yolculuk hâli. Yazdığım her kitabı da yeni bir yolculuk olarak görüyorum.
ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunusunuz, yüksek lisans eğitiminizi Kadın Çalışmaları Bölümü´nde, doktoranızı ise siyaset bilimi alanında tamamladınız. Uluslararası İlişkiler bölümünü okuduktan sonra kariyerinize yazma yönünde başlama kararını nasıl verdiniz, bu yolda devam ederken yazma konusunda size en çok güç veren faktör neydi?
Benim akademik bir geçmişim var. Daha disiplinlerarası çalıştım ve bundan hep beslendim. Hem zihnen hem ruhen. Ancak benim için başat olan yazıdır. Kendimi temelde "hikaye anlatıcısı" olarak görüyorum. Yazmaya çocuk denebilecek bir yaşta başladım. Ama yazar olmak gibi hayallerim olduğu için değil. Adeta önüne geçemediğim bir ihtiyaçtan ötürü. Çok içine kapanık ve yalnız bir çocuktum. Hep kitap okurdum. Kitaplardaki dünyayı gerçek dünyadan daha çok sevdim galiba. Öyle başladım yazmaya. Hayal alemine yolculuklar yapa yapa.... Ben yazıyı hiçbir zaman "kariyer" olarak görmedim.
İlk öykü kitabınız olan "Kem Gözlerle Anadolu"nun bugünkü düşüncenizdeki yeri nedir?
İlk öykü kitabımı amatör bir kitap sayıyorum. Benim edebiyatçılığımın miladı Pinhan´dır. Yani ilk romanım. Pinhan´ın gözümde çok özel bir yeri var.
Pinhan size Mevlana Büyük Ödülü´nü kazandırdı. Bu ödül kitabın en çok öne çıkan hangi özelliği sayesinde verilmiş olabilir sizce?
Pinhan´ı 24 yaşında yazdım. Adeta ben yazmadım, o kendi kendini yazdırdı. Son derece içten, hayal gücü engin, dili zengin ve tasavvufi bir romandır. Dili diğer kitaplarıma göre daha kapalı ve yoğundur. Osmanlıca kelimeleri seviyorum. Tasavvuftan gelen terim ve deyimleri kıymetli buluyorum. Genelde romancılıkta "ne anlatıldığı", "nasıl anlatıldığı"ndan önemlidir. Yani dil daha geri plandadır. Benim romanlarımda ne anlatıldığı kadar nasıl anlatıldığı da ön planda. Dil benim için dinmeyen bir sevda.
Bugüne kadar yazılarınız hakkında aldığınız olumlu ve olumsuz eleştirilerle ilgili neler düşünüyorsunuz?
Türkiye´de çok iyi, sahici bir edebiyat okuru olduğuna inanıyorum. Bu okurdan gelen her türlü eleştiriye kıymet veriyorum. Okurların yorum ve görüşlerini muhakkak dinliyor, takip ediyorum. Olumsuz görüşleri de dinliyorum. Ama ne yazık ki bizde bir yazarı okumadan eleştirmek, bir insanı hiç tanımadan uzaktan yaftalamak gibi eğilimler de var. Onları dinlemiyorum. Benim için önemli olan yaptığım işi sevmek ve sevdiğim işi yapmak. Bence sanat kucaklayıcı olmalı. Dışlayıcı değil. Sanatçının Ötekisi olamaz. Bir yazarın Ötekisi olmamalı. Benim işim hikâye anlatmak. Ve hikayeler tüm insanlığın ortak değerleri. Böyle yaklaştığım için her kesimden okurum var. Kimseye önyargıyla bakmamaya önem veriyorum.
Konsantrasyonunuzu sağlam tutmayı nasıl başarıyorsunuz, bu konuda problem yaşadığınızda nasıl aşıyorsunuz?
Benim bir ruhsal sarkacım var. Sarkaç bu tarafa geldiğinde roman yazma mevsimi başlıyor. Ve roman bitene kadar orada kalıyorum. Yazarken zihnim hep başka bir yerde oluyor. Acayip bakımsız oluyorum, evin içindeyim ama aklım başka yerde. Kitap bittiğinde ayağımı romandan çekip bu dünyaya dönüyorum. Uzun zamandır bu sarkaç böyle işliyor. Romancılığı da mutlak bir odaklanma şeklinde yaşadığım için annelik ile romancılığı dengelemek zor oldu başlarda. Ama zamanla bir denge gelişti orada da.
Okuyucu ile kurduğunuz ruhsal bağ konusunu biraz açabilir miyiz?
Ben okurlarımı ruhdaşım olarak görüyorum. Aramızda ruh akrabalığı var. Çünkü ben “okur” dendi mi pasif bir insan algılamıyorum. Okur da kendi gözünü katıyor romana. Kendi yorumlarını. Beraber yaratıyoruz. Ortak bir paydada buluşuyoruz. Yazarların kendi kitaplarını okurlardan daha iyi bildiğinden emin değilim zaten. Öyle okurlar var ki benim eserlerimi benden daha iyi anlıyor. Yazarın okurla yatay bir ilişki kurması gerektiğine inanıyorum. Yazarken okuru küçümserseniz, onu kendinizden daha bilgisiz sayarsanız bu hemen kendini belli eder. Okuruna tepeden bakan romancılık bana göre değil.
Şehrin Aynaları adlı romanınız 17. yüzyıl İstanbul´unda farklı dinsel kimlikleri de buluşturan bir kurguya sahip. Öfkeli bir ruhun kendini arayışının hikâyesi olarak da nitelendiriyorsunuz. Günümüzde bu açıdan neler gözlemliyorsunuz?
Şehrin Aynaları benim tek tarihsel romanım. 17. yüzyılda geçiyor. Kısmen İspanya kısmen Osmanlı´da geçen, Akdeniz´in iki yanındaki topraklara ve kültürlere yakından bakan bir roman. İslam ve Yahudi mistisizminden izler var içinde. Kitabın içinde dağılan bir aile anlatılıyor. Ve kendini arayan öfkeli bir genç adam. Öfke ya da hınç önemli bir yakıt. Ve pek çok insan bu yakıtla işini yapıyor, projeler geliştiriyor, kararlar alıyor. Ama öfke aynı zamanda son derece yıkıcı bir özellik. İnsanı içten içe zehirliyor. İkinci bir yakıt daha var. O da aşk. Bir işi aşkla, tutkuyla, sevdiğiniz için yapmak bambaşka bir şey. Ben yazarken yakıtım aşk olsun istiyorum.
Romanlarınızda kurgudan değil, an´dan yola çıkarak ilerlediğinizi vurguluyorsunuz. Mahrem´i hangi an´dan yola çıkarak yazdınız, hangi sezgiyle yazmaya devam ettiniz?
Tüm kitaplarım içinde eşimin en çok sevdiği Mahrem. Bazen öteki kitaplarım Mahrem´i kıskanır bu yüzden : ) Özel bir yeri var o kitabın da bende. Romana temel olan bir "an"ım var. Bir gün Bostancı dolmuşunda oturuyorum. Yanıma mutsuz bir kadın oturdu. Hüznü o kadar belirgindi ki. Orada ona bakarken birden böyle bir hayal geldi bana. Kendimi o kadar şişman hissettim ki dolmuşa sığmadım. Çok şişman bir kadının İstanbul´da bir dolmuştaki halini hissettim. (Romanı okuyanlar dolmuş sahnesini hemen hatırlayacaktır.) Bazen böyle bir an, bir his, tek bir resimle başlıyorum romanlarıma. O hissin peşine düşüyorum. Hikayesini kovalıyorum. Oturup kafamda her şeyi kurgulamak yerine, ben de hikayenin içine giriyorum. Yazdıkça hikaye beni de şaşırtıyor.
Bit Palas´ın çoğu insan sinemaya aktarılmasını istedi. Böyle bir teklif geldi mi size, romanlarınızın sinemaya aktarılmasına nasıl bakıyorsunuz, betimleme konusunda sorun çıkacağını düşünüyor musunuz?
Sinema ve müzik çok sevdiğim ve beslendiğim iki alan. Ancak edebiyatla sinemanın evliliği zor bir evlilik. Hani her iki tarafı da memnun edecek bir dengenin bulunması kolay değil. Ama olunca da ortaya harika şeyler çıkıyor. Edebiyatın sinemaya, sinemanın da edebiyata çok şey kattığına inanıyorum.
Araf´ı İngilizce yazdınız ve sonra Türkçe´ye çevrildi. Orijinalini İngilizce yazmanızın sebebi neydi?
Hem İngilizce hem Türkçe yazıyorum. Senelerdir bu böyle. Tabi ki Türkçe benim ana dilim. Ve Türkçe´ye derin bir sevgim var. Emek veriyorum bu dile. Duygusal bir bağım var. Nasıl olmaz? Annemin, anneannemin, çocukluğumun güzel dili bu. Roman yazarken Osmanlıca kelimeler, tasavvuftan terimler katıyorum, zengin bir Türkçe ile yazmaya gayret ediyorum. Öte yandan İngilizce benim için daha matematiksel bir dil. Bir başka dilde kendini ifade etmek bir yazar için heyecan verici bir şey. Ben galiba esas diller arası yolculuk yapmayı seviyorum. Tıpkı kültürlerarası yolculuk yapmayı sevdiğim gibi.
Araf’ı; Med Cezir, Baba ve Piç, Siyah Süt izledi. Son romanınız ise AŞK. Yeni çıkmasına rağmen birçok insan tarafından okundu bile. Bu romanınızın Aşk temalı olmasının sebebi nedir? Kitapta yer alan kuralları biraz açar mısınız?
Biz yazarlar kitap konularımızı bulmuyoruz bence, konular bizi buluyor. Önemli olan hayatın içinde algılarını açık tutarak yaşamak. O zaman zaten her yer hikaye dolu. Bu roman bana rüzgarın, yağmurun, havanın, suyun eliyle "geldi". Romanda anlatılan kırk kural var. Bunları ben oluşturdum. Şu anda bu kurallar çok konuşuluyor. İnternette dolaşıyor. Bakıyorum insanlar birbirlerine SMS ile bazı kurallar gönderiyorlar. Kurallar kulaktan kulağa konuşuluyor. Artık onlar okura ait. Bana değil. Kitaptaki kurallardan biri diyor ki: "Her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Ve ömrü hayatımız tamamlanmaya çalışmakla geçiyor. Bizi tamamlayacak olan tek bir şey var: Aşk!"
2010 yılında Amerika´da yayınlanacak olan bu romanın "Aşkın Kırk Kuralı" adını almasını nasıl değerlendiriyorsunuz, bu isim ilk bakışta sanki kalıplara sıkıştırmıyor mu aşk kavramını sizce, düşünceleriniz neler bu konuda?
Ben romandaki kırk kuralı bir yol haritası gibi düşünüyorum. Aşkın kuralları vardır. Ama bu sadece o kurallara indirgenebileceği anlamına gelmez. Benim çıkış noktam hem mütevazi hem iddialı bir kavramdı: AŞK. Aşka farklı açılardan bakan ve sonra o farklı açıları buluşturan bir roman yazmak için yola çıktım. Ve bence aslında hepimiz aşka özlem duyuyoruz. Yüreğimizin derininde bir yerde hepimiz aslında bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz.
Zaman Gazetesi´nde yazdınız bir dönem. Şu an Habertürk´e geçtiniz. O geçişin hikayesini öğrenebilir miyiz?
Evet Zaman gazetesinde yazdım. Şimdi de Habertürk´te yazıyorum. Her iki gazetenin okur profili çok farklı. Benim için önemli olan okurla kurulan bağlar. Ben insanları dinlemeyi, gözlemlemeyi seviyorum. Okurlardan çok şey öğreniyorum. Ayrıca romancıların sadece roman yazmasını, başka hiçbir şeyle ilgilenmemesini doğru bulmuyorum. Romancının, yazdığı roman biter bitmez sokağa çıkıp hayatı görmesi, başka işler edinmesi, hayatı yaşaması gerek. Yoksa kendimizi tekrar etmeye başlarız. Kendini tekrarlamadan ruhen ve zihnen göçebe olmayı, hem hayatı hem yazıyı sürekli bir yolculuk olarak yaşamayı seviyorum...
CEO’s, Sayı: 63, Temmuz-Ağustos 2009
|