"Biz yazarken çok yalnızız, okur da okurken çok yalnız"
Elif Şafak, Hülya Okur’un sorularını yanıtladı: Yazmak benim için zamk... İnanılmaz derin bir aşkım var Türkçe’ye... Benim kitaplarımda kahramanlar yoktur ben kahramanlara inanmıyorum... Önemli olan edebiyat okurunun ne dediği!.. Mesaj vermek bana yakın bir tarz değil... Sufi’nin hangi harfindeyim hakikaten bilmiyorum... Hikaye palavra değil, bence hikaye hayatın büyüsü demek... "Aşk"ın çok parçalı, lego gibi bir yapısı var... Mevlana onca dizeye, Şems diye imza atıyor. Bu nasıl bir bağ? Biz yok mu sayacağız?
Tasavvuf berzahına girmiş bir yazarın terk ettiği değil yaklaştığı şeylerden olmak gerçekten harika. İmana ekmek, tasavvufa meyve dersek, onun bütün yapısal arazilerinin üzerine meyve ağaçları dikmeye çalıştığını görürüz. Bir melek gibi kanatlarını kırıp otururken karşımda, insan olduğunu düşünmem için özel bir çaba gözlemledim onda. Hani sarayın servetinin kendisine kaldığından habersiz yaşayan, gariplerin kendisinden yukarısını bilmediği, asil hizmetçisi vardır ya işte o kadar alçaktı gönlü, hani Allah’ın bile isimleri arasına almadığı Aşk’ı, Aşk ehli sınıfından talebeliğiyle bulmaya çalışması var ya işte o kadar haylazdı ruhu. Hani ‘Aşk’kitabının bir bölümünde, Şems’in Mevlana’yla ilk karşılaşmasında, Şems’in, Rumi’ye sorduğu şu sorunun,”Şu ikisinden hangisi ileridedir sence:Hz Muhammed mi, Sufi Bayezid-i Bistami mi?” cevabının nereye uzandığını görmek gibi ondaki deryanın küçük bir oluğu olmanın mutluluğu da bana kalır mı acaba?
“BEN DÜZENLİ BİR AİLE ORTAMINDA BÜYÜMEDİM”
Ege Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Nuri Bilgin ile emekli diplomat Şafak Akayman’ın tek kızı olarak 25 Ekim 1971 günü Strasbourg’da dünyaya geldiniz. Bu aile ile arap alfabesindeki ilk harf’ın Elif’in buluşmasının hikayesi nedir?
Ben düzenli bir aile ortamında büyümedim, ben doğduktan çok kısa bir süre sonra annemle babam ayrıldığı için çok birebir izleri yok bende…Annemle ben, anne ve tek çocuk olarak uzun yıllar yaşadım, bir dönem anneannem büyüttü, ben de zannediyorum annemin ve anneannemin, ikisinin de izleri var. Ama aile ortamında büyümemiş olmamın da benim kişiliğimde ve yazımda etkisi olduğunu düşünüyorum.
“VARLIKLAR KADAR YOKLUKLAR DA KİŞİLİĞİMİZİ GELİŞTİRİYOR “
Aslında ‘abla’ dediğiniz annenizin adını, soyadı olarak benimserken, babanızı kimliğinizin tamamen dışında bırakmayı amaçladınız peki değneksiz, desteksiz büyüyen fasulyenin boynunu dik tutan şey neydi?
Boynumu dik tutan şey neydi? Hayat öyle bir şey ki, eksikliklerimiz de zaman içinde bize ayrı bir zenginlik katıyor aslında. Mahrum olduğumuz şeyler de farkında bile olmadan biz, bakış açımıza bambaşka boyutlar getiriyor. O anlamda insan sadece sahip olduklarından değil, sahip olmadıklarından da çok şey alıyor öğreniyor. Varlıklar kadar yokluklar da bizi, kişiliğimizi geliştiriyor, özellikle sanatçılar(sanatla uğraşan insanlar) açısından bunun çok geçerli olduğunu düşünüyorum.
“ÇOĞU ZAMAN TAM DA NE YAZDIĞIMI BİLMİYORUM.”, “BEN YAZARLARIN KENDİ KİTAPLARIN EFENDİSİ YADA SAHİBİ OLDUĞUNU ZANNETMİYORUM”
Yokluklarsa bizi ayakta tutan…İlk romanınız Pinhan´da da bunu yaşadığınız söylenebilir mi? Denizli çevresinde kurulu Dürri baba tekkesine girişi ile başlayan ve içindeki ikinci cinsiyeti farketmesi ile gelişen bu öykü sizin takıntılarınızın nüksetmesi mi yoksa büyü ve cinlerin bir takıntıya mı yol açmasını mı sağladı?
Ben Pinhan’ı 24 yaşında yazdım ve kitap çıktığı zaman epeyi bir şaşırttı eleştirmenleri, bu yönde epeyi bir yazı yazıldı, dili itibariyle 24 yaşında bir genç kadının yazacağı bir şey değil diye düşünenler oldu. Pinhan daha kapalıdır, daha ağırdır Osmanlıca kelimeler bakımından. Benim için çok önemli bir kitap. Ben hep kendi edebiyatçılığımın, yazarlığımın miladını Pinhan’la başlatırım. Yazının değil, yazı benim ta çocukluğuma kadar gidiyor ama yazdıklarını yayınlatmak anlamında Pinhan benim için önemli bir dönüm noktası ve çok özel bir kitap olarak kalacak. Açıkçası şöyle yazıldı Pinhan: Kafamda bir şeyleri amaçlayarak, hedeflere göre büyük hırslar, planlar yaparak değil. Hikaye benden öyle bir şekilde aktı ki, buna ben çok inanıyorum yani yazarken çoğu zaman tam da ne yazdığımı bilmiyorum. O mistik bir şey, ben her kitapta mistik bir tecrübe yaşıyorum aslında. Bunları da çok söylemiyorum, insanlara saçma gelebiliyor, çok da kolay anlatılabilecek şeyler değil ama ben yazarların kendi kitapların efendisi yada sahibi olduğunu zannetmiyorum.
“ANNEM GİBİ ÇOK DAHA EĞİTİMLİ, ŞEHİRLİ MODELLE, ANNEANNEMİN GELENEKSEL BATIL İNANÇLARLA BÜYÜLÜ DÜNYASINDAN BESLENDİM”
Bu mistik kavramlar sadece sizden doğmadı eşiniz de benzer açıklamalarda bulunmuştu….Berlin Başkonsolosluğu’nda kıyılan nikáhla evlendiğiniz gazeteci Eyüp Can da rol model olarak gördüğü dedesinden sıklıkla cinlerin eşkalini dinlermiş. Ve ilginç, Eyüp bey dedesinin hiç görmeden anlattığı İstanbul’u, tıpkı onun anlattığı gibi bulduğundan bahsediyor. Cinler ve ilişkinize inanmanın illiyet bağı nedir?
Ben buna cinler periler diye ayrı ayrı kategoriler içinde bakmıyorum da şöyle bakmayı tercih ediyorum; bence yaşadığımız hayat, şu dokunduğumuz masadan, gördüğümüz sandalyeden ibaret değil. Onun ötesinde belki gözle görmediğimiz ama kalben hissettiğimiz başka boyutlar olduğuna inanıyorum. Kimisi buna mistisizm diyor, kimisi batıl inanç deyip geçiştiriyor, o önemli değil bence ne isim verdiğimiz…Belki anneannemin de çok etkisi var bunda çünkü iki ayrı kadınlık modeliyle büyüdüm. Bir taraftan anneannem daha batıl inançları olan, folk İslam mı diyeceğiz ona? O büyülü dünyaya daha açık bir yaşam tarzı ve daha geleneksel. Öbür tarafta annem gibi çok daha eğitimli, şehirli, modern, burjuva..bir başka kadınlık modeli. İki kadınlık modelinin de Türkiye’de mevcut olduğunu, ikisinin de yan yana yaşadığını düşünüyorum, ikisinden de çok şey öğrendim ve hiçbir zaman da birini ötekine üstün görmedim, birini dışlamadım, küçümsemedim, onun için bence ikisinin de izi var, bir taraftan gelen o batılı, bilgi birikimi, şehirlilik..Öbür taraftaki daha yerel, geleneksel batıl inançlarla beslenen büyülü dünya..Her iki kadınlık dünyası da bu topraklarda mevcut. Ben ikisinden de çok besleniyorum yazarken.
“TASAVVUF, ESKİDEN DAHA AKLEN YAKLAŞTIĞIM BİR BOYUTTU, ZAMANLA DAHA KALBEN YAKLAŞTIĞIM BİR HAL ALDI”, “İNSAN SÜREKLİ BİR OLUŞ HALİ”
Babaanneden bahsetmedik ama onun evinde her yerde Allah’ın gözü vardır korkusunun hakim olduğunu, anneannenize gelince de aşka dayalı bir İslam anlayışıyla karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Kendi evinize gelindiğinde İslam, kapıya ekmek ve gazeteyi bırakan bir olgu mu?Yani inancınızın bugüne uzantısı…..
Ben inancın çok kişisel bir arayış olduğunu düşünüyorum, bence bu kişisel bir yolculuk ve tek tek bir çok insan bu yolculuğu yaşıyor ömrünün farklı dönemlerinde farklı sebeplerden ötürü. Benim için de kişisel bir yolculuk oldu, önem verdiğim bir yolculuk oldu. Ama tasavvuf benim aileden gördüğüm, bildiğim bir şey değil, hatta etrafımda hiç görmediğim bir kültürdü. Ben kitaplar arayıcılığıyla keşfettim. Bana kapıyı açan kitaplar oldu. 16 seneye yaklaştı ve 16 senedir de bu sevgim azalmadı, tam tersi arttı, derinleşti. Eskiden daha aklen yaklaştığım bir boyuttu, zamanla daha kalben yaklaştığım başka bir hal aldı ama bunlar insanın planlayabileceği şeyler değil. Dediğim gibi bu bir yol hali. İnanç, yolculuk hali, yolda olma hali. Hiçbir zaman ‘ben vardım’diyemeyiz. Sürekli yoldayız, yolculuk ediyoruz. Bilmiyoruz ki bir sonraki durağı. Ben bu oluş halini seviyorum. O yüzden bence inançlı bir insanın kibirli olması mümkün değil, çünkü kibir nedir? kendini bir yere vardım zannetmektir, kendini diğerlerinden üstün görmektir, halbuki inanç sürekli bir oluş hali. Her sabah tazeleniyoruz, her gün demleniyoruz, her gün yeni bir şey öğreniyoruz. O anlamda kainat bir kitap. Her gün okunacak bir kitap, her insan okunacak bir kitap, herkesten öğrenecek çok şeyimiz var, böyle bakmayı seviyorum, benim için inanç böyle bir şey.
“YAZMAK BENİM İÇİN ZAMK. BEN YAZMAZSAM BÜTÜN PARÇALARIM DAĞILIR DİYE DÜŞÜNÜYORUM”, “YAZI YAZMADAN YAŞAYAMAM AMA BİR GÜN YAZDIKLARIMI YAYINLAMAKTAN VAZGEÇEBİLİRİM”
Plansızlık, ‘Siyah Süt’ün içinde daha çok irdeleyeceğimiz bir konu ama ben şunu sormak istiyorum, yazım hayatı içinde kendinizi buluyor, “Akrebim ben, kendi kendimi sokarım” diyorsunuz. Akreplerde "kitap trakeleri" denilen toplam dört çift solunum deliği olduğuna göre yaşamsal göreviniz mi yazmak ve okumak?
Hayır bilmiyordum. ‘Kitap Trakeleri’ Allah Allah!...Yazmak benim için zamk. Ben yazmazsam bütün parçalarım dağılır diye düşünüyorum. Bütün o parçaları bir arada tutan zamk, yazı! Hepimiz bence çok parçalıyız, çok sesliyiz. Benim içimde de bir çok ses, parça var, küçüklüğümden beri beni aklen, ruhen dengede tutan, bana bir merkez hissi veren, yegane şey yazı oldu. O anlamda yazının benim için çok varoluşsal bir yeri var. Nefes almak gibi bir şey benim için. Ben yazı yazmadan nasıl yaşarım bilmiyorum ama şu o kadar önemli değil, bir gün yazdıklarımı yayınlamaktan vazgeçebilirim. Çünkü bana yazarlık arzusu 20’li yaşlarımda geldi ama yazı bana 8-9 yaşımda geldi, o günden beri benimle. Onun için yazı, daha varoluşsal, daha temel, daha içgüdüsel bir şey, bir ihtiyaç, bir tutku, yazmazsam çıldırırım hissi. Ama yayınlamazsam çıldırmam o o kadar da önemli değil.
“TÜRKÇE’Yİ ÇOK SEVİYORUM VE İNANILMAZ DERİN BİR AŞKIM VAR TÜRKÇE’YE”
Peki yazarken sürekli yolda hissi veren inancınızın dışında milliyetçiliğiniz için neler söyleyebilirsiniz? Annenizin dış işleri münasebeti nedeniyle siz de Madrid’de bir İngiliz okuluna gittiniz, tek Türk siz olduğunuz için "Turc" ya da "Turca" diye anılırmışsınız. Hatta İngilizce yayınlarda adınız Elif Shafak diye yazılmaktaydı. Milliyetçiliği ruhunuzda birbirine çarpmadan durabilen avize taşları gibi gördünüz mü?
Ben kendi edebiyatçılığımı bir pergele benzetiyorum. Pergelin bir ayağı sabittir, merkezdedir, diğer ayağı bütün dünyayı dolaşır, bir çember çizer, benim için bu denge çok önemli. Bir yanıyla çok yerel benim edebiyatım, ben bu topraklardan, kültürden çok şey öğreniyorum, çok besleniyorum, Türkçe’yi çok seviyorum ve inanılmaz derin bir aşkım var Türkçe’ye. Ve böyle Osmanlıca kelimelerle besleme arzusu hep o sevdanın bir parçası. Pergelin bir ayağı çok sabit, buralı ve bu toprakların edebiyatı ama pergelin öbür ayağı başka kültürlerden besleniyor, başka insanlardan öğreniyor, bütün dünyayı dolaşıyor ve evrensel. Bence yerel ile evrenseli sentezlemek mümkün.
“BEN İNGİLİZCE YAZDIĞIM İÇİN TÜRKÇE’Yİ BIRAKMADIM Kİ, İNGİLİZCE YAZMAK BENİM TÜRKÇE’YE OLAN İLGİMİ DE AZALTMADI”
‘Araf’ da pergelin dönen tarafını ifade ediyordu sanıyorum..Yabancı dilde yazdığınız bu kitap, yabancılık duygusunun üzerine gidişinizin göstergesi. Burada Türkçe sansürlere uğramama, kaleminizin belinde istediğiniz kıvrımları yaratma çabası var mıydı?
Ben,”Türkçe yazsaydım sansüre uğrardım” demedim hiç. Ben niye İngilizce yazıyorum? Öyle duyuyorum sorunuzu. Bir kere keyif aldığım için, bir başka dilde yazmak bir yazar için çok zor bir tecrübe kolay değil, ama eğer harfleri seviyorsanız, her gün yeni bir kelime öğrenmeyi seviyorsanız, o zaman büyük bir tutku, büyük bir zenginlik. Ben nasıl kültürler arası yolculuk yapmayı seviyorsam, diller arası yolculuk yapmayı da seviyorum. Bazen insanlar yadırgıyor, bir Türk yazar niye İngilizce yazar diye ama içinde yaşadığımız yüzyıl böyle bir yüzyıl; hareketliklerin, göçlerin, göçmenliklerin…Ben İngilizce yazdığım için Türkçe’yi bırakmadım ki, aynı anda ikisini birden yapabilmek beni büyülüyor, keşke Rusça, Çince de bilseydim çok isterdim, üçüncü bir dilde de bir daha denemek. Çünkü her dil size ayrı bir düşünce alanı açıyor ve İngilizce yazmak benim Türkçe’ye olan ilgimi de azaltmadı. Ben İngilizce yazıp tekrar Türkçe’ye döndüğümde kendi ana dilimi daha özenle daha dikkatle dinliyorum. O yolculuklardan besleniyorum sonuçta ancak seven insanın yapabileceği bir şey. Yoksa hakikaten yapılacak şey değil, tam delilik. Çünkü iki kat çalışmanız lazım, iki kat emek, iki kat mesai demek. O anlamda ancak sevgiyle açıklanabilecek bir şey bu.
“SANATÇI OLARAK BİREY KALABİLİRSENİZ, HER KESİMDEN RUHDAŞINIZ OLUYOR”
Peki edebiyatın içinde fazla bireysel bir rol üstelendiğinizi düşünüyor musunuz, kendinize özgü olmanız zaman zaman uçurtma ağaca takıldığında hiç kimseden yardım alamamanız anlamına geldi mi?
Ben sanatçının her şeyden önce bir birey olması ve birey olarak kalması gerektiğine inanıyorum. Özellikle bizim toplumumuzda bu çok önemli çünkü biz çok çabuk kategorilere bölünebilen, buruklaşabilen, buruklukları üzerinden birbirine kızabilen bir toplumuz. Böyle bir yerde birey olarak durduğunuz zaman her kesimden o kadar çok ruhdaşınız oluyor ki! Aslında o yalnızlıkta çoğunluğu tadıyorsunuz.
“BİR SANATÇI İÇİN EN RİSKLİ ŞEYLERDEN BİR TANESİ, KENDİNİ TEKRAR ETMEYE BAŞLAMASI”
Cüneyt Ülsever, sizin için;”Görüşlerinin ters tepmesinden gocunmuyor. O "kendi kendisinin adamı"demişti. Her roman sizi kendinizi aramaya mı, başkalarının kendilerini bulmasına mı odaklıyor?
Benim için her roman aslında o arayışta yeni bir durak, yolculukta yeni bir merhale. Ama dokuz kitabı yan yana koyup baktığımda her birinin birbirinden farklı olduğunu görüyorum. Çünkü ben farklı bir insanmışım. Bu beni mutlu eden bir şey çünkü ben her gün yeni bir şey öğreniyorum, bu öğrencilik hiçbir zaman bitmiyor. Bir sanatçı için en riskli şeylerden bir tanesi, kendini tekrar etmeye başlaması. Bu ne yazık ki başarılı oldukça artan bir risk çünkü bildiğiniz bir şeyi yapmayı tercih edersiniz. Halbuki bilmediğin alanlara yelken açmak önemlidir. Edebiyat benim için keşif, Ben insanlık hallerini keşfetmeyi seviyorum, hakikate bi de buradan bakmayı seviyorum, kendimi başkalarının yerine koymayı seviyorum, ruhen göçebe olmak benim için edebiyat. Onun için oturup ben kendimi anlatmıyorum. Ne yazık ki dünyada ve Türkiye’de şöyle bir eğilim var hatta bir çok yazar adayı da bence böyle yazıyor, edebiyat insanın sadece başından geçenleri anlatması gibi algılanıyor ama bence edebiyat insanın kendisi olmaması demek. Tabi ki sonuçta kendimizden izler olur ama ben kendim olmaktan çıkabildiğim için seviyorum yazmayı.
“BENİM KİTAPLARIMDA KAHRAMANLAR YOKTUR BEN KAHRAMANLARA İNANMIYORUM”
Ben de çok kişilikli romanlar yazmanızın nedenini soracaktım, demek ki kendinizin içinden çıkan ‘benler’değilmiş bunlar….. Siyah Süt, 6 parmak kadının kaç değişik sesle sizi anlattığına varıyor. Şehvet, hırs, sinik, anaç, derviş, saten, pratik akıl..Hikayelerinizin içinde kişiler neden birkaç özneye bölünüyor?
Ben insan denilen varlığın çok başlı olduğunu düşünüyorum, bence hepimizin içi katmanlı, hepimizin içinde çoğul sesler var biz onları ya bastırıyoruz, ya hiyerarşiye sokuyoruz, insanı öyle görüyoruz. Bir de benim kitaplarımda kahramanlar yoktur ben kahramanlara inanmıyorum. Romanlarımda mutlak iyiler, mutlak kötüler ya da her şeyiyle simsiyah her şeyiyle mükemmel karakterler yok çünkü böyle bir insan türü yok zaten. İnsan benim anladığım kadarıyla çelişkiler yumağı, farklı sesler yumağı. Onun için en cömert insanın içinde cimri bir damar var, en cimri insanın beklemediğin bir anda cömertliğini görebilirsin, kötü gibi görünen insanın içinde iyi bir yan var, çok iyi bir insanın bile kötülük edebildiği bir an var. Yani böyle okuyorum ben hayatı. Çünkü hepimizin içinde kainatta olan her şey var. Eğer kainata ayna isek o zaman her şey var. Değişen sadece dereceler, kiminde %2, kiminde % 98, ama kimsede %0 değil, kimsede %100 değil.
“HAYATIMIN PLANLARIMA UYMAYAN İLK KISMI, EVLİLİK”
Demek ki Siyah Süt sadece otobiyografisi olmuyor aynı zamanda kainatın bir yansıması oluyor. Burada hayatı yaramaz bir çocuk olarak ele alıp”geleceğini istediğin kadar planladığını zannet, yine kendi bildiğini okur “diyorsunuz. Yaşadıklarınızın az önce değinir gibi olduğumuz şekilde planlarınıza uymayan kısmı ne idi?
En başta evlilik. Evlenmeden güzel güzel dolaşarak dünyayı yaşamaya devam ederim zannederken öyle olmadı. Ama hakikaten ben büyük planlar yapan biri değilim. İnsanın kendine düşündüğü rotalar oluyor ama çok düzenli, planlı insan değilim, anı yaşamayı daha iyi bilmeye çalışıyorum en azından.
“BEN HEP SOLDAN OKUDUM DÜNYAYI, ÇOK BESLENDİM.”
Sizi tanıma yolunda bir adım daha atmak istiyorum… Doktoranızı siyaset bilimi üzerine yaptınız, Peki kendinizi siyasi yelpazenin solunda olarak tanımlarken sol ayağınızı güçlendirmeniz yada güçlü hissetmenizin defansınızda nasıl bir faydası oldu?
Ne güzel sorular bunlar? Hakikaten çok yaratıcı sorular… Tabi öyle bir boyut var, sol, sağ, hatta ilericilik, gericilik…bütün bunlar çok sığ kategoriler olarak kalabiliyor çünkü önemli olan onların içini nasıl doldurduğunuz. Yoksa çok şablon olabiliyor bunlar. Ama ben hep soldan okudum dünyayı, çok beslendim. Bir çok sol görüşlü düşünürden faydalandım fakat kendi okumalarımı onlarla sınırlı tutmadım. Çünkü bir çok düşünürden öğrenecek o kadar çok şeyimiz var ki! Ben siyaset felsefesi okumayı seviyorum. Belki ilgisiz gelecek ama genelde felsefenin sorduğu soruların aslında yazarları ilgilendiren sorular olduğunu düşünüyorum. Yani hayata dair, ne yapıyoruz bu dünyada, biraz daha anlamlı nasıl yaşayabiliriz, ölüm ne, zaman ne, fanilik ne, aşk ne, ego ne, şu an burada olmak ne demek? Bütün bunlar aslında sanatın da sorduğu sorular, felsefenin de…Mesela hem din, hem siyaset felsefesi genel olarak felsefe benim beslendiğim bir alan. Roman okuduğum kadar felsefe kitabı okumaya gayret ediyorum.
"Baba ve Piç" romanında, Türklüğe hakaret ile suçlanmış, doğuma hazırlanırken mahkeme kapılarını aşındırmıştınız. Bu kitabınıza gösterilen aşırı duyarlılığın temelinde bilinçdışı kaygıların yattığını düşünüyor musunuz? Yani din devleti olmak, servin hortlatılması, toprakların bölünmesi konularında herkesin kendisini görev başında nöbette hissetmesi gibi…
Bunu geçelim mi?
“BABA VE PİÇ; BİR ROMAN, BİR HAYAL ÜRÜNÜ”
Şöyle soralım o zaman Baba ve Piç ile kendinizi hak etmediğiniz bir noktada mı buldunuz?
Baba ve Piç´ten sonra o kadar çok okurdan güzel şeyler duydum ve hala duyuyorum ki, okurlarla benim ilişkim kitap üzerinden çok olumlu oldu. Daha sınırlı bir çevreden olumsuz bir şey geldi fakat o dönem Türkiye’nin gündemi daha farklıydı ve daha çok konuşuldu. Beni üzen şeyler oldu. Bir sanatçı için çok üzücü. Sonuçta bu bir roman, bu bir hayal ürünü ve kitabınızı okumayan ne yazdığınızı bile bilmeyen insanlar tarafından kulaktan dolma bir şekilde yaftalanması tabi ki üzücü ve kırıcı bir şey ama benim bir kırgınlığım yok çok şükür, çünkü okurlarla ilişkim o dönemde de çok güzel oldu şimdi de çok güzel. O açıdan çok şükür bende kötü bir tortu kalmadı. O dönem tabi ki üzüldüm insan kendini haksızlığa uğramış hissediyor, kendini anlatmak istiyor, bir de tabi hamilelikle çakıştığı için zor bir dönem oldu. Ama çok şükür! Çünkü benim için önemli olan edebiyat okurunun ne dediği! Benim için öncelik orda.
“KENDİMİ OKURUN ÖĞRETMENİ OLARAK GÖRMÜYORUM. MESAJ VERMEK BANA YAKIN BİR TARZ DEĞİL”
Yazılan kitaplar değil, okuyanlardır anne olan demiştiniz zaten… Sizin bu davadan beraat gerekçenizin basına yansıyan yüzü, roman kahramanı suç işleyemez şeklindeydi. Burada Roman Kahramanından öteye geçmiş miydi Armanuş ve Rose’un hikayesi? Yani ne kadar toplumsal mesajdı?
Ben toplumsal mesaj vermek için yazmıyorum. Ve bir romana da böyle anlamlar atfedilmesini yazar için de kötü bir şey olarak görüyorum. Ben her kitabımda bir mikro hikaye anlatıyorum, hayal ürünü anlatıyorum, hayalimi açıyorum, benim için hayaller, hikayeler önemli ama ben karakterler üzerinden bir mesaj vermeye çalışmıyorum. Bir de Türk romancılığında böyle bir damar vardır, Osmanlı’ya kadar giden. Yazar, okurdan kendini daha bilgili zanneder, daha bir öğretmen edasıyla yazar, hatta okuruna baba gibi tepeden bakar, öğretmek için yazar, böyle bir geleneğimiz var bizim, ta Osmanlı son dönemine kadar. Çünkü romancılar çok önemli roller oynamışlar, Osmanlının modernleşmesinde ve batılılaşmasında. Öyle bir misyon edinmişler. Bu dönemin romanlarına baktığınızda bir çok karakter, bir şeyi temsil etmesi için yerleştirilmiştir kitaba. Ben bu gelenek için yazmıyorum. Ben her karakterimi başlı başına bir birey olarak algılayıp yazıyorum. Ben bir mikro hikaye anlatıyorum ve en önemlisi kendimi okurun öğretmeni olarak görmüyorum. Mesaj vermek bana yakın bir tarz değil.
“SUFİ’NİN HANGİ HARFİNDEYİM HAKİKATEN BİLMİYORUM”
Bir kitabınızı New York’ta yayıncıya götürürken, metrodaki feci kokan meczup, herkesi kendinden kaçırırken bir tek siz oturmaya devam etmişsiniz karşısında. Aşk’ta Şemsin dilenci Hasan’a olan yakın ilgisine benzer bir durum bu. Siz SUFİ’liğin hangi harfinde ilerlediğinizi söyleyebilirsiniz?
Zor soru. Güzel sorular. Ben nefsin hangi aşamasındayım, Sufi’nin hangi harfindeyim hakikaten bilmiyorum, insan bunu kendi başına bilemiyor çünkü zannediyoruz ki, ben şu aşamaya geldim, bak böyle oldum falan, sonra bir şey yaşıyoruz tepetaklak oluveriyoruz. İnsan her zaman kendini olduğundan büyük görmeye eğilimli. Hele ki yazarlar…Bizim nefsimiz çok büyük, çok şişkin egolarımız. Onun için onun takdirini ben yapamam.
“OĞLUMUN ADI ŞEMS OLMADI, KİTABIN İÇİNDEKİ KARAKTERİN ŞEMS OLMASI BANA YETTİ. “
İçinizde öyle bir yolculuğun olduğu bize yansıyor….Kızınız doğduğunda bir erkek çocuğum olsaydı adını ‘Şems’ koyardım dediniz ama öyle olmadı. Emir Zahir olarak kaldı bebeğinizin adı. Şems’i yani güneşi, Mevlana ile Şems gibi bir dolunayın iki parçasının yanına neden koyamadınız?
Her an aslında farklı bir enerji getiriyor insana. Ben değişime çok sıcak bakan bir insanım, o dönemde Şems benim çok sevdiğim bir isim ama ben Şems’in kitabını yazdım ve Emir Zahir’e hamileyken ben Aşk’ı yazıyordum. Dolayısıyla hem kendi çocuğuma Şems ismini verip, hem Şems’in kitabını yazmak istemedim. Kitap da benim çocuğum gibi. Yazarken bebek gibi sürekli ilgi, şefkat, aşk bekliyor. Kitabın içindeki karakterin Şems olması bana yetti.
“BÜTÜN BU HAYATIN MOTORUNUN ÖZÜ, AŞK”
2000’lerde ABD’de Boston’da yaşayan Yahudi bir ailenin üyesi, orta yaşlı ev kadını Ella Rubinstein ile, 1200’lerde Konya’da yaşayan Mevláná’nın ortak noktası, AŞK. Şuuru yok eden aşk ile şuuru kazarak gerçeğe ulaşmakta kullandığımız aşkın birbirinden ayrı tutulması gerekmiyor muydu sizce?
Ben aşkın türlü halleri olduğunu ve o türlü hallerin de özünde aynı yerlere aktığına inanıyorum. Mevlana’nın buna çok yakın bir sözü var:”Dünyevi aşkları da layıkıyla yaşayabilsek aslında, onlar da maneviyata açılan köprüler” Biz kafamızda çok kopartıyoruz, sanki dünyevi olunca çok maddiyatçı oluyor. Niye? ve dünyevi olan bir şeyin içinde de ruhaniyet vardır, olabilir, bunu yaşayan insanlar da olmuştur daha önce. Tabi ikisi aynı şey değil, ilahi aşk bambaşka bir boyut ama siyah-beyaz gibi birbirinden kopuk kategoriler olarak da görmüyorum. Arada bağlantılar olduğunu düşünüyorum. Özü zaten, bütün bu hayatın motorunun özü, AŞK. Tasavvuf öyle bakıyor ve o bakış açısını seviyorum.
“BEN AŞK’I DİNİ İÇERİKLİ BİR KİTAP OLARAK GÖRMEKTEN YANA DEĞİLİM”
Mevlananın, Şems’in her sözüne itibar etmesi ve sırf o istedi diye meyhaneden şarap alması, Fahişe Çöl Gülü’nün Baybars ile yaşadığı dönüşüm anının yatakta geçen ayrıntısı, Şems’in Kimya ile evlendikleri gece yaşadıkları ve Ella ile Aziz’in bir otel odasındaki dua seansı…Bunların dini içerikli bir kitapta abes karşılanması ihtimalinin üzerine gittiğinizi düşünüyor musunuz?
Ben Aşk’ı dini içerikli bir kitap olarak değil de aşk üzerine bir roman olarak görmekten yanayım ve aşk öyle bir şey ki; hayatın çok farklı boyutlarına dokunuyor zaten. Hepimizin hayatı böyle değil mi, mesela çok daha ruhani anlarımız var, sonra işe gittiğimizde başka bir tempoyla koşturuyoruz, kendi çocuklarımızla yada anne babamızla ilişkilerimizde başka bir dille konuşuyoruz, patronumuzla konuşurken farklı bir enerji geliyor üzerimize. Böyle böyle katmanlar yok mu insanların hayatında? Bir hikayenin içinde de bunun bu şekilde bağlanması bana çok doğal geliyor. Sonuçta benim işim hikaye anlatmak. Gündelik Türkçe’de ne yazık ki hikayeyi biz küçümseyerek kullanıyoruz, yani palavra gibi kullanıyoruz. Hikaye palavra değil, bence hikaye hayatın büyüsü demek. Gözümüzü, gönlümüzü, kalbimizi çok zenginleştiren bir boyut olarak algılıyorum, benim işim hikaye anlatmak. Ve öncelikle de o anlattığımın hayal ve hikaye ürünü olduğunu unutmadan yazıyorum. Yaptığım işi önemsediğim için böyle diyorum yoksa küçümsediğim için değil.
“HİKAYE YAZMAK KADAR KURALLAR ÜZERİNE ZİHİNSEL ENERJİ HARCADIĞIMI BİLİYORUM.”
Beynimizi zenginleştirdiği için belki de bu kitabın içinde altın kırk kural var….“Internet’te romandaki Kırk Kural dolaşıyor”diyorsunuz. Benim merak ettiğim kitap bu kurallar üzerine mi kurulu yoksa kurallar kitaba göre mi kurgulandı?
Aslında ikisi de. Orada diyalektik bir ilişki var. Hikaye yazdıkça kurallar gelişti, kurallar geliştikçe hikaye yön buldu. Ama hikaye yazmak kadar kurallar üzerine zihinsel enerji harcadığımı biliyorum. O kuralların her birinin benim için tek tek önemi var. Hani kısa kısa çabuk yazıldı zannedebilir bazı okurlar ama öyle değil, oralarda enerji merkezleri var.
“Sen sen ol, aşkı arama, aşktan mühim şeyler var hayatta” diye başlayan, “Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır”diye biten kırk kural kitaptan çıkartılsaydı, aşkın şifresi bozulur muydu?
Bence tek bir harfini çıkartsanız bile büyüsü bozulurdu.
“‘AŞK’ ROMANININ ÇOK PARÇALI, LEGO GİBİ BİR YAPISI VAR.”
Kitapta Aşçı Dedenin zulmüyle karşılaşıp Mevlana yolunda, Şems’in müridi olmak isteyen bir Çömez’in, “Şarap neden günahtır anlamam, cennette niye serbest” diyen sarhoş Süleyman’ın, Şems kendisiyle konuştuğunda kendi sesini duyan dilenci Hasan’ın, Mevlana’yı dinlemek için camiye erkek kılığı ile giren Fahişe Çöl Gölü’nün hikayeleri var. Ağırlığı Şems ve Ella’nın aldığı bölümlerde mola mahiyetine bürünen bu öykülerin hangisinin içi doldurulabilir sizce?
Bence bu kitabı iki üç kez okumak mümkün, parçaları çıkartarak yani Ella ile Aziz’in hikayesini çıkarıp da sırf tarihi kısmını okuyabilirsiniz, hatta tarihi kısmı çıkarıp sırf Aziz ile Ella’nın hikayesini de okuyabilirsiniz ve ikisini beraber okumak da mümkün. Onun için çok parçalı, lego gibi bir yapısı var. O benim sevdiğim bir sistematik ama inanın her bir karakterin..belki her karakter eşit ağırlığa sahip değilmiş gibi görünüyor ama her bir karakterin bir rolü var. Kenarda gibi görünen hatta kötü gibi görünen karakterlerin bile kitabın mimarisinde önemli bir harcı var.
Tefrikalardan oluşan bu öykülerin hikayeyi yeni bir ayakkabının içindeki kağıt gibi kalıba sokmaya çalıştığını söyleyebilir misiniz yani kurtarıcı mı koruyucu mu bir rol üstlendi sizce bu öyküler?
Koruyucu derken…
“BİZ YAZARKEN ÇOK YALNIZIZ, OKUR DA OKURKEN ÇOK YALNIZ”
Yani kitabın bütününü koruyan, amacını ortaya çıkaran…
Aslında birden fazla fikir var Aşk’ta. Ben genelde benim kitaplarımı çok katmanlı, odalı, koridorlu binalar gibi buluyorum. Hatta bazen okurlar farklı kapılardan giriyorlar o binaya ve birbirleriyle hiç karşılaşmadan farklı odalara uğrayıp, farklı koridorlardan çıkıp gidiyorlar. Bunu da seviyorum, aslında her okur, aslında ayrı bir okuma yapıyor. Hiç kimsenin okumasıyla bir başkasının okumasıyla tıpa tıp aynı değil. Bu beni edebiyatta çok heyecanlandıran bir şey. Roman, çok yalnız bir sanat. Biz yazarken çok yalnızız, okur da okurken çok yalnız. Roman okuru da okurların en yalnızı, o da içine dönük bir serüven yaşıyor orada. O yüzden kendi içine çekiliyor, mahrem dünyasına çekiliyor, orada duygusal bir paylaşım yaşıyoruz, en iyi arkadaş olan iki okurun bile okumaları aynı olmuyor.
“BEN AŞK’IN MUTSUZ BİTEN BİR KİTAP OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM”
Ne Şems’in kapan olarak gördüğü evliliğinde ölüme terk ettiği Kimya’da, ne Aziz’in kanserle mücadelesinde; terörle, yoksullukla, enflasyonla savaş ifadeleri için savaşmaktan başka bir yaklaşım yok mu diye vazgeçtiği Ella’sında aşkın mutlu sonuna rastlamıyoruz. Bu aşkın faniliğine mi işaret ediyor?
Ben mutsuz biten bir kitap olduğunu düşünmüyorum Aşk’ın. Mesela Aziz gibi birinin penceresinden bakalım, bence mutsuz bitmiyor, Ella’nın penceresinden bakınca yolculuğu, yol hali devam ediyor. Mutsuz biten bir kitap değil ama klasik Hollywood usulü bir mutlu son da yok ama zaten ‘son’diye bir şey yok. Bu kitap bence üç noktayla bitiyor(…), nokta ile bitmiyor yada ünlemle bitmiyor çünkü yolculuk devam ediyor. O yüzden Ella bir sonraki adımını Boston’a ailesine dönmek olarak seçmiyor, yola devam etmek olarak seçiyor.
“BENİM GÖNLÜM, ÖZELLİKLE GENÇ İNSANLARIN TASAVVUFU YAKINDAN TANIMASINI ARZU EDER”
Taraf Yazarı Pakize Barışta, roman için:” Elif Şafak, zor bir yazıya girişmiş; tasavvufun bir konu, bir tema ve okuyarak öğrenilebilecek bir kültür olmadığını biliyor elbet. (Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez.)”diyor. Siz kimsenin tekelinde görmediğiniz tasavvuf için ne söyleyebilirsiniz?
Bence Türkiye’de daha çok insanın tasavvufla daha yakından tanışması hayırlı bir şey. Benim gönlüm bunu arzu eder, özellikle daha çok genç insanın. Çünkü bana nasıl ışık tuttuğunu biliyorum. Benim gibi bir çok insana da iyi geleceğini düşünüyorum. Ama bunu söyledikten sonra şunu da olabilir, herkesin çeşni, serüveni farklıdır, kimisi bir albüm dinler, hayatında ilk defa ney sesi dinler, etkilenir ve onda bir şey uyanır, bir kapı açılır, kimisi bir film izler, kimisi biriyle tanışır, onu dinler yada onunla konuşur bir şey uyanır, böyle haller vardır, kapılar vardır ve herkesin kapısı da farklıdır bunları küçümsememek lazım. Hiçbirimiz annemizin karnından her şeyi bilerek dünyaya gelmiyoruz. Eğer öğrenmek üzerine kuruluysa hayat, bu kapılar önemli bence. O yüzden benim gönlüm şunu istiyor, daha çok sanatçı, daha çok insan kendi baktığı yerden, anlayabildiği kadarıyla tasavvuf üzerine daha nice çalışma yapar inşallah. Çünkü öbür türlü kitaplardan hissedemediğimiz bir boyutta kalırsa biz onu gündelik hayata taşımakta zorlanırız. Halbuki böyle olunca dokunabiliyorsunuz, hissedebiliyorsunuz. Ama diyebilirsiniz ki, “siz ne kadarını biliyorsunuz”, ben bilebildiğim kadarını biliyorum. Bu kocaman bir okyanus, benim kabım ne kadarsa o kadarını çekiyorum. Yanımdakinin kabı daha büyükse ne güzel, o da kendi kabı kadar su çekecek ama sonuçta hepimizin kabı sınırlı. Ben kendi kabım kadar denizden su çektiğimde denizin suyu azalır mı? Yani ben tasavvuf üzerine yazdığım zaman tasavvufa bir zarar gelir mi? İnşallah müzisyen müziğini yapar, film yönetmeni filmini yapar, romancı kitabını yazar…böyle böyle hayatımızın içine nüfuz eder.
“MEVLANA VE TEBRİZİ ŞEMS’İ BİRBİRİNDEN AYRI DÜŞÜNEMEDİĞİM İÇİN BU HİKAYEYİ YAZDIM”
Bu konu ile ilgili teorik bir sorum var….Mevlana’nın aşkının daima belli bir kişide temerküz ettirilmesi yani Babasının, babasının halifesi ve kendi şeyhi olan Seyyid Burhaneddin’in neden konuşulmadığı hep Şems üzerinde durulduğu konusu Tebrizi adından dolayı İran’a bile bağlanabiliyor. Neden Şems?
Bence çok büyük şüphelerle bakmamak lazım hayata. Sonuçta bu romanda ben Mevlana kadar Tebrizi Şems’i de önemseyerek yazdım. Çünkü bence ikisi de çok önemli. İkisi etle tırnak gibi. Ben onları birbirinden ayrı düşünemiyorum, birini düşündüğüm zaman öbürü de geliyor otomatik olarak akla. Düşünsenize Mevlana onca dizeye, Şems diye imza atıyor. Bu nasıl bir bağ? Biz yok mu sayacağız, Tebriz-i Şems’i? Ama ben böyle anlattım hikayeyi, bir başkası da ne güzel olur Seyyid Burhaneddin’in hikayesini öne çıkararak anlatır, biz de daha iyi anlarız resmi. Bir tanesi de Alaaddin’in veya Sultan Veled’in gözünden devam ettirir hikayeyi. Üçünü zaten kavramak diye bir şey yok ama benim baktığım yerden ben her ikisini de önemsediğim için ve birbirlerinden ayrı düşünemediğim için hikayeyi böyle anlatmayı seçtim.
“BU ROMANIMIN BENİM YAZDIĞIM AKADEMİK TEZİMLE HİÇBİR İLGİSİ YOK.”
Bazı eleştiri kaynaklarınca da bu roman, edebi tasavvurdan ziyade, bir proje çalışması gibi duruyormuş. Bu çalışmanın gerçek teziniz olan Bektaşilikten farkı nedir?
Bu romanımın benim yazdığım akademik tezimle hiçbir ilgisi yok. O da tasavvuf üzerineydi ama akademik bir çalışmaydı. Burada bir roman var. İki apayrı tür. Yepyeni bir şey bu. 15-16 sene önce tasavvufla tanıştım. O tarihten bugüne elimden geldiğince okuyorum, araştırıyorum, çalışıyorum. Ama yazdığım tez bambaşka bir şey. Bırakın tezle romanın farklılığını benim ilk romanım Pinhan ile Aşk arasında da farklılıklar var.
“HİÇ KİMSENİN KİTABI, HİÇ KİMSENİN KİTABINA GÖLGE DÜŞÜRMEZ”
Yazgülü Aldoğan’ın romanı ’Kiralık Adam’ için Elif Şafak görsün aşk öyle değil böyle yazılır”diyenlerin olduğu yazılıyordu bir haberde. Aşk’ın size göre en isabetli anlatımı bu kitap dışında hangisinde var?
Ben bir şey öğrendim, öğreniyorum, her yazarın aynı zamanda iyi bir okur olması lazım bence. Benim bir çok yazarı, filozofu, şairi okumam lazım. Her birinden de öğrenecek dilde, üslupta, içerikte öğrenecek şeyim var. Bence böyle yaklaşmak lazım. Öbür türlüsü rekabet duygusu çok nahoş bir duygu. Ve insanı içten içe çok zedeleyen bir şey aslında. O anlamda edebiyatçıların, sanatçıların birbirleriyle rekabet etmemesi gerektiğini düşünürüm. Birbirimizi daha bir ilgiyle takip etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Mesela Ahmet Ümit’in kitabı çıktı, benimkinden önce ve başka kitaplar da olacak bu konuda. Hiç kimsenin kitabı, hiç kimsenin kitabına gölge düşürmez tam tersine inşallah birimizin okuru, öbürünü de okur, her kitap birbirini besler, eğer böyle bakabilirsek. Öbürü hırçın bir enerji, ne yazık ki medya bunu biraz körüklüyor, bundan uzak durmak gerektiğini düşünüyorum.
“EDEBİYATÇI, SANATÇI HAYATA ELDİVENSİZ DOKUNAN BİR İNSAN.”
Zaman’da ‘Bir yazar daha küstü’ başlıklı bir yazınız vardı. İlgiden, eleştiriden rahatsız yazarlardan bahsediyordunuz. Hatta küskün yazarlar hakkında bir kitap yazma düşünceniz vardı. Bu tabaka-i avamda küslüğünüz oldu mu?Ve bundan sonraki romanınız için hangi konu üzerinde duruyorsunuz*
Çok şükür, küstüğüm, kırgın olduğum kimse yok. Ve küslük, küs kalmak, birine öfkelenmek, hınç duymak bunlar kötü duygular. Tabi ki insanın kırıldığı zamanlar oluyor, benim de oldu ama ben yazıyı hep gerçek dünyadan daha gerçek bulduğum için o benim soluk aldığım esas dünya o zaten. Şu yaşadığımız dünya, gündem de kim ne dedi, ne yazdı, bir hayal perdesi gerçek değil. Bir çok sanatçı bir çok yazar gönül kırgınlıkları yaşıyor. Bizim dilimizin daha inceldiği dönemler var, bir de zaten sanatçı hayata eldivensiz dokunan bir insan. Eldivensiz dokunursanız ne olur? Ateş de daha sıcak gelir, buz da daha soğuk gelir, diken de daha çok canınızı yakar ama eldivenli dokunursak da hissedemeyiz. Eldivenli olmak, sürekli gardını alarak, kendine bir takım roller biçerek, çok akılcı kalkanlar oluşturarak demek. Akademisyen olup da eldivensiz dokunabilirsiniz hayata. Bankacı olu, bürokrat olur….küçümsediğim için demiyorum, hayatınızın bir çok alanında eldivensiz dokunabilirsiniz hayata ama sanatçının eldivensiz dokunması mümkün değil onun için tabi ki olur, parmağınızın da kanadığı, elinize dikenin de battığı ama önemli olan unutmamak, o hayal alemi çok zengin bir alem, oradan çok feyiz alıyoruz. Kitap konusuna gelince benim için senelerden beri hiç şaşmayan bir sarkaç var, roman bittiği zaman ben 6 ay kadar yeni bir romana başlamıyorum. Hatta plan yapmıyorum ama demleniyorum, notlar alıyorum, insanları dinliyorum, öyküler devam ediyor, arada karalıyorum, şarkı sözü karalıyorum, gazete yazıları devam ediyor, yazı ile ilişkim azalmıyor ama illa da bir roman biter bitmez yenisine başlayım diye hiç telaş etmiyorum.
17.08.2009
Haberx
|