Elif Şafak: “Hayatın bize vermediklerinden de öğreniyoruz”
Yeni kitabınız çıktı: “Yalın” bir adla, “derin” bir fotoğrafla, “hafif” bir renkle. Neden “aşk”, neden “yaprak”, neden “pembe”?
Bu romanın ismi son derece yalın. Kapağı da öyle bence. İstedim ki sade ama güçlü, mütevazi ama iddialı olabilsin aynı zamanda. Romana isim ararken kelime oyunları yapmadım. Fiyakalı dil oyunları aramadım. Sakin, dingin ve duru kalmasını tercih ettim. Çünkü romanın dokusu da böyle. Bu kitabın çıkış noktası aşk. Kapakta kullandığımız pembe ise kalp chakra’mızın yaydığı pembe. Bunun kadını erkeği yok. Her insanın kalp chakrası aynı.
Yine çok satanlar listesinde zirvelerdesiniz, yine yeni kitabınız listelere girmeyen “okunma” düzeyine sahip. “Aşkın tam ortasındakiler, merkezindekiler, dışındakiler, hasretindekiler”, herkes büyük ilgi duyuyor kitabınıza. Nasıl çok okunan bir kitap oluyor bu duygu, bu kurgu?
Ben Türkiye’de, söylenenlerin aksine, son derece iyi ve samimi ve hakiki bir edebiyat okuru olduğuna inanıyorum. Ve bu okurun varlığını çok önemsiyorum. “Filanca eleştirmen hakkımda ne demiş, öteki ne yazmış…” bunlar derdim değil. Benim muhatabım edebiyat okuru. Okurlardan gelen hem olumlu hem olumsuz eleştirileri dinliyor, onların hissiyatına kıymet veriyorum. AŞK’ın okur yelpazesi o kadar geniş ki. Ateist ya da agnostik bir insan da okuduğunda sevecek bir dal buluyor, dindar ya da muhafazakar bir insan okuduğunda da. Farklı kesimlerden, farklı yaşam tarzlarından birbirine benzemeyen insanlardan güzel yorumlar işitiyorum. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü sanatın ayrıştırıcı değil buluşturucu olduğuna inanıyorum. Biz maalesef zahiride çok bölünmüş bir toplumuz. Birbirimize çabuk kızıyor, çatıyoruz. Ben sanatın ve edebiyatın şekilsel ayrımların ötesine geçmesi gerektiğine inanıyorum.
Tasavvufla tanışıklığınızdan söz eder misiniz?
Benim tasavvufa ilgim bundan onbeş-onaltı sene evvel başladı. O zamanlar ODTÜ’de öğrenciydim. Tezimi bu konuda yazdım. Kitaplar aracılığıyla tanıştım tasavvufla. Okudukça ilgim arttı, sevgim arttı. Tasavvuf her romanımda bir alt metin olarak vardı aslında. Hep benimle gelen bir gölge gibiydi adeta. Fakat bu kez bütün perdeleri kaldırdım. Okurlarımla som ve saf bir sohbet halinde yazdım.
Aşk kitabındaki hikayenin yaşandığı zamanlar bunalım ve kargaşa çağıydı. Kitabın yazıldığı şimdiki zamanlar da bunalım ve kargaşa çağı. Ne zaman bu aşk çağı? Zaman ve mekanın sisi mi silikleştiriyor aşkı?
Aşk’ın tek bir zamanı var. Şimdiki zaman. Ne geçmiş ne gelecek, sadece şu an. Yaşayacaksak şimdi yaşayacağız. Geleceğe ertelemekle ya da geçmişe hayıflanmakla yaşanmıyor ki aşk. Ama şu da önemli ta 13. yüzyılda bir güzel insan çıkıyor, o kargaşanın içinde tüm kainata aşkla bakmaktan bahsediyor. İşte o insanın ne dediğine kulak vermek bizi zenginleştirir. Mevlana da Tebrizli Şems de benim çok kıymet verdiğim insanlar. Her ikisinin de çağrıları yüzyıllar ötesinden uzanıyor, hiç dinmeden, eskimeden. Bence onlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Öte yandan kitabımda onları “kahraman” gibi değil, insan olarak anlattım. Sevinçleri, hüzünleriyle…. Okurun hikayeyi yüreğinde hissetmesini istedim. Ben bu romanı akılla mantıkla değil, kalpten yazdım.
Her yüzyılda Şemsler var da biz mi kalp tufanı yaşıyoruz?
Her yüzyılda Şemsler var. Ve her aşığın bir Şems özlemi var. Aslında her kadının bir Şems özlemi var. Şems deli güzel bir adam. Muazzam bir karizması var. Ve çok dürüst. Yüreği engin bir derya. Herkese açık. Şems gelene kadar Mevlana daha korunaklı yaşamış. Toplumun alt kesimleriyle bir teması yok. Şems gelip kırıyor o kabuğu. Ve Şems’in baktığı yerden bakınca tüm insanlar eşit ve bir. Romandaki Aziz de aynı yapıda. Şems’in ve Aziz’in sırrı ortak. İkisi de aşkın dilini konuşuyor.
Haşmet Babaoğlu; “Ah aşk! Sen bir tek kayıtsızlık vebasından ölüyorsun” diyor bir yazısında. Kayıtsız mıyız aşka? Aşığın alameti, aşkın kıyameti nedir?
Bir yanıyla kayıtsızız ama bir yanıyla da aşkı aramaktan hiç vazgeçmiyoruz. Bir monoton ritim tutturmuşuz, habire o ritimle yaşıyoruz. Hayatlarımızda bir maşuk yoksa ne kaybettiğimizin farkında olmadan yaşayıp gidiyoruz. Ne zaman ki böyle biriyle tanışıyoruz allak bullak oluyoruz. Aşk hep beklenmedik şekilde geliyor ve durgun suya atılan taş gibi halka halka etkiler bırakıyor.
40. kuralda; “Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur…” diyorsunuz. Bu şems ruhu gerektirmiyor mu?
Şems ruhu ya da Mevlana ruhu dediğimiz şey hepimizin içinde var. Kiminde yüzde beş, kiminde yüzde doksan. Ama herkeste aşık kumaşı var. Sadece açığa çıkmayı bekliyor. Bir saklı derviş yaşıyor içimizde. Biz hoyrat ve kaba yaşarsak, içimizdeki derviş susuz kalmış çiçek gibi soluyor. Ne zaman ki biz hayata aşkla bakmaya başlıyoruz, kimseyi dışlamadan insanları birlemeyi deniyoruz, içimizdeki derviş de canlanıyor.
Sinan Paşa; “Aşk bir şâhdır ki akl onun kem-gedasıdır(zavallı dilencisidir). Aşk bir pâdişâhdır ki cihan dolu sıyt-u sadâsıdır(her yerde yankılanan sesidir). Aşk âlemde revân gibidir tende, muhabbet âdemde kan gibidir bedende” der. Ella’nın nasıl aklını çeldi aşk? Nasıl göle düştü taş?
Romandaki Ella hep planlı programlı kontrollü yaşamış bir ev kadını. Bugünden yarına her şeyini ince ince hesaplıyor. Hep bir “gelecek” fikri var aklında. Ona göre yaşıyor. Öyle bir kadının aşık olması kolay değil. Ama olduğu zaman işte her şey değişiyor. Soyut bir gelecek fikrini bir kenara bırakıp, ona hiçbir gelecek vaat etmeyen bir adamın peşinden ruhani bir yolculuğa çıkıyor.
Neden, en ünlü aşk şiirlerimizden birinde şair; “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” der? İlahi aşka geçiş evresinde mi yoktur sevilen kadınlar?
Ben buna temkinli yaklaşıyorum. Kadını hep bedenle, maddeyle, dünyevilikle özdeşleştiren bir okuma biçimi var. Halbuki Mevlana diyor ki her aşk aslında layıkıyla yaşanırsa ilahi aşka uzanan bir köprüdür. Yani dünyevi aşk “siyah”, ilahi aşk “beyaz” diye kaba bir sınır çekmiyor ikisinin arasına. Çünkü her aşkın özünün bir olduğuna, yüreğinin bir attığına inanıyor. Yeter ki doğru yaşansın. Ama biz kalkıp da aşkı egoistçe, nefsimize amade yaşamaya kalkarsak o zaman bencillikten başka bir şey çıkmaz ortaya.
Bu topraklarda daha bir başka mı aşk? Çatalhöyük, Afrodisyas, onlarca imkansız aşk destanı, Mevlana, Yunus..
Bu topraklarda aşkı kutsayan, önemseyen, aşkın ve aşıkların üzerine titreyen çok eski bir damar var. İyi ki var. Gündelik dilde kullandığımız üsluplar ne yazık ki çok hırçın ve bencil. Ama gene bu topraklarda hiç eskimeyen bir “edep” var ve ben bunu çok önemli buluyorum. Türkçenin en sevdiğim kelimelerinden biri “edep”. Başka hiçbir dile kolay kolay çeviremiyorsunuz. Kelimenin kendine has bir tılsımı var.
Aşk’ın beşinci bölümünün adı boşluk. “Boşluk yani; hayatta varlıklarıyla değil, yokluklarıyla bizi etkileyen şeyler” yazıyor. Sizin hayatınızdaki boşluklar neler?
Ben yıllar içinde şunu öğrendim. Sadece hayatın bize verdiklerinden değil vermediklerinden de öğreniyoruz. Boşluk da bir etmen o anlamda. Boşluk içi boş bir şey değil. Benim hayatımda, çocukluğumda da boşluklar var. Bende iz bırakan, uzun vadede beni olgunlaştıran boşluklar. Babasız büyüdüm. Bu bir boşluktu benim için. Düzenli bir aile yapısı içinde yetişmedim. Çok fazla yalnızlık var geçmişimde. Çok içine kapanıktım. Bunlar hep boşluklar. Ama dediğim gibi uzun vadede boşluk insana iyi gelebiliyor.
Ankara, İspanya, Fransa, Ürdün, ABD, İstanbul. Bunca göçebelik aidiyet duygunuzu nasıl etkiledi?
Ben kendi edebiyatımı bir pergele benzetiyorum. Pergelin bir ayağı sabit. Bu topraklardan, bu kültürden, bilhassa İstanbul’dan çok besleniyor. Bizim kültürümüzü yazılarıma taşımaktan apayrı bir lezzet alıyorum. Pergelin öbür ayağı ise kocaman bir çember çiziyor, dünyayı dolaşıyor. Bu anlamda sanatım hem yerel hem evrensel. Bence bu mümkün. Hem “buralı” hem “dünya vatandaşı” olmak mümkün.
Şehir, kent, il. Hangisi daha sıcak? Bir şehir bir insanı nasıl besleyebilir? Bir insan bir şehirde nasıl gıdasız kalabilir?
Şehir çok kıymet verdiğim bir şey. Şehirlerin enerjisi bambaşka. Bilhassa sanatçılar için hakiki şehirlerin dinamizmi önemli. Ben şehir insanıyım. Ama hayatımda öyle dönemler oldu ki her şeyi bırakıp çekildim. Mesela 1,5 sene Arizona’da yaşadım. Çöl bana çok şey öğretti. O zamana kadar zannediyordum ki çöl demek monotonluk demek. Halbuki çöl çok derin bir coğrafya. Yani galiba önemli olan nereye gidersek gidelim gönül gözümüzü açmak. Gönül gözü kapalı olunca zaten göremiyoruz ki etrafımızı.
Şehrin karmaşasında, tantanasında mı yazmak, kasabada, bir kıyı köyünün ıssızlığında mı yazmak daha üretken, verimli kılar sizi?
Ben sessizlikte çalışamam. Aşırı düzenli ve sessiz ortamlarda elim ayağıma dolaşır. Hep müzikle yazıyorum. Genelde radyo ya da Cd’çalar açık oluyor. Gürültülü kafelerde, kalabalık havaalanlarında da iyi çalışırım. Daha rahat odaklanabiliyorum.
“Hem bu kadar asırlık, hem bu kadar yaşlı, hem bu kadar genç bir ruhu olan bu şehrin aynı zamanda da kamusal alanının çok erkek olduğunu düşünüyorum. Meydanlar erkek, parklar erkek, sahiller erkek, sahil kenarındaki erkek” diyorsunuz bir söyleşinizde. Nasıldır erkek şehirler, nasıldır dişil şehirler?
Mesela Madrid dişil bir şehirdir. Dokusu kadın. Sokaklarında kadınların rahatça yürüyebildiği bir şehir. İstanbul’un kendisi kadın ama sokakları erkek. Kamusal alanda kadınların daha aktif, daha görünür ve daha mutlu olduğu bir şehir çok daha demokratik, çok daha barışçıl bir şehirdir.
Bu kadar Batılı şehir olma hevesiyle şehirlerimiz Doğulu ruhunu da travmaya sokmuyor mu sizce?
Bence sentezler, melezlikler insanlar için de toplumlar için de bir artıdır; eksi değil. Eğer biz sentezlerden korkmamayı başarırsak, hem Batılı hem Doğulu unsurlar taşımamızı bir zenginlik ve derinlik olarak değerlendirebiliriz. O zaman travma yaşamayız. Tam tersine hem kendine has hem kendine güvenen muazzam bir kültür birikimi yakalarız.
Sokakları, reklamları, vitrinleri, tüketimleriyle an be an dünyeviliğe davet eden şehirler maddi dünya sarmalında bizleri nasıl daha derviş, daha yetingen kılabilir?
Bana bazen soruyorlar, “Sizce son romanınız nasıl bu kadar çok okunuyor?” diye. Bence bunun cevaplarından biri sizin sorduğunuz soruda saklı. Yani ben tasavvufu geçmişte kalan, yüzyıllar öncesinde yaşanmış bitmiş, tarihi ya da kitabi bir boyutta almadım. Onu tam da bugüne, bugünün modern ritmine bağlamaya gayret ettim. Bu bence önemli bir nokta. Derviş olmayı denemek için kendimizi her şeyden yalıtmamız gerekmiyor. İnzivaya çekilmemiz gerekmiyor. Eğer yeterince denersek şu yaşadığımız hayatın içinde gönül gözümüzü açabilir, şuurumuzu derinleştirebiliriz. Küçük adımlarla başlar her şey. Küçük adımları küçümsememekten yanayım.
Ölümü, ölümlülüğü anımsattıran mezarlıkları kıyı köşelere kaldıran şehirlerde insanlara tasavvufu neler anımsattırabilir?
Tasavvuf gözüyle bakan insan için her ayrıntıda bir işaret saklı. Hatta en basit, en dünyevi, en alakasız görünen şeylerde bile. Mesela havaalanlarında “Kırılacak Eşya” etiketi yapıştırırlar içinde cam, porselen vs. olan bavulların üstüne. Şimdi bu etiketi zihnimizde her insanın kalbinin üzerine yapıştırsak. “Kırılacak Eşya” ya da “Fragile(Hassas)” yazıyor kalplerimizin üzerinde. Hayata, içinde yaşadığımız şehirlere tasavvufun penceresinden bakarsak her ayrıntıda bir alamet görürüz zaten, her küçük şeyde bir derinlik…
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ben de çok teşekkür ederim…
Röportaj: Murat Küçük
ESKİ yeni (Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi) Eylül 2009
|