“Kem Gözlerle Anadolu” adlı ilk kitabı on altı yıl önce çıkan ve “Pinhan” adlı romanı ile “Mevlana Büyük Ödülü”nü aldığında tanıdığımız yazar Elif Şafak son aylarda çok satanların liste başında yer alan kitabı “Aşk” ile üç yüz bin adet satış rakamına ulaşan ve adeta rekora koşan bir yazar. Şafak’ın yazma serüveni; sekiz, dokuz yaşlarında babasız büyüdüğü ve annesinin çalışmak zorunda olduğu uzun yalnızlık zamanlarında, İspanya’da okuma aşkıyla başlar. “Uzun zaman kitaplar benim hayatımdaki en renkli, en heyecanlı şeyler oldu. Hep sevdim kitapların dünyasını. Yazıya da böyle başladım.” diyor Elif Şafak. 2006 senesinde en çok okunan “Baba ve Piç” kitabının ardından aylarca satış listelerinin başında yer alan ve basında polemiklere konu olan kitabı “Siyah Süt”, son kitabı “Aşk” ve kitaplarının arasındaki bağ ile hamilelik, annelik, yazarlık serüvenini konuştuk.
Siyah Süt adlı kitabınıza konu olmasıyla ilgili Adalet Ağaoğlu ile basını günlerce meşgul eden polemikler yaşadınız. Sizin yazdıklarınıza karşı çıktı.
Ben Siyah Süt’ü yazarken bir şeye çok dikkat ettim. Çok farklı kadınlık ve yazarlık hallerini, dünyadan ve Türk Edebiyatı’ndan örnek olarak incelememin bir sebebi de şunları söylemekti: “Bunlardan hiç biri, bir ötekinden üstün değil.” Ben bu işin tek bir formülü olduğuna inanmıyorum. Bence kimi kadın için doğru olan, dünyaya çocuk getirmemektir. Kimisi için kırkından sonra dünyaya getirmektir. Kimisi yirmilerinde dünyaya getirir. Bir kısmı için evlat edinmektir. Çok farklıyız çünkü... İnsanlar o kadar çeşitli ki, parmak izlerimiz gibi... Kadınlarımızın bu çeşitliliğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Öbür türlü kadının üzerinde çok ciddi bir baskı olduğuna inanıyorum. İlla her kadın çocuk doğurmak zorundaymış gibi. Böyle bir şey yok. Kadın da kendine çok baskı yapıyor, toplum da kadına çok baskı yapıyor. Ben de Siyah Süt’te buna çok özen gösterdim, o çeşitliliği önemsediğimi göstermeye.
Çocuklarınız dünyaya gelmeden önce yazdığınız kitaplarla, çocuklarınız dünyaya geldikten sonra yazdıklarınız arasında farklılıklar neler oldu?
Pinhan’dan itibaren baktığımda on altı senelik kitap yayınlama süreci var. O dönemden takip eden sadık okurlarım kalemimin değiştiğini söylüyorlar. İyi bir edebiyat okurunun bu analizi benden daha iyi yapabileceğine inanıyorum. Çünkü okur, kitaplar arasındaki farklılıkları, gelişimi görebiliyor, benzerlikleri görebiliyor. Ben de okuru dinlemeyi tercih ediyorum.
Birikimler doğumla katlanıyor diyebilir miyiz?
Tabi tabi. Anneliğin bana, yazarlığıma kattığı çok şey oldu. İnşallah daha da olacak. Çünkü bu bir öğrenme, öğrencilik süreci ve hiçbir zaman da bitmiyor. İnsanların bir günde pat diye anne olduğunu düşünmüyorum. Doğum yapar yapmaz anne olduklarını da düşünmüyorum. Annelik bir öğrencilik, devamlı bir oluş hali ve sürekli öğrenme hali.
İlk bebeğinizde şiddetli bir depresyon yaşadınız, fakat hiç etkilenmemiş gibi cesaretle ikinci bebeğinizi dünyaya getirdiniz.
Depresyon mecburi etkiledi. Dibe vurdum. Depresyonların şöyle bir özelliği var, yeniden kendinizi yapılamak için, yeniden kendinizi inşa etmek için aslında depresyon eşsiz bir fırsat. Tabi yaşarken insan bunu düşünmüyor, çok ağır geliyor. Fakat ben depresyonların aynı zamanda insanlara hayatla ilişkilerini yeniden düzenlemeleri için eşsiz bir fırsat verdiğini düşünüyorum. Bu anlamda ben kendi depresyonumdan çok şey öğrenerek çıktım çok şükür. Ben Siyah Süt’ü yazamasaydım, Aşk’ı yazamazdım. İki kitap arasında bir kan bağı var. Siyah Süt’teki o otobiyografik sorgulama olmasa, Aşk’a temel olan o dinginlik olmazdı. Bir de şöyle bir şey var: “Her hamilelik farklı bir hamilelik. Her çocuğun geliş süreci farklı oluyor.”
İlk hamileliğiniz bildiğimiz kadarıyla planlanmamış bir hamilelikti, ama ikinci hamilelik planlanmış bir hamilelikti değil mi?
Tabi tabi, ilk hamilelik planlamadığımız bir hamilelikti. İkinci daha planlıydı. İkisi de arzu edilen ve istenen sonuçta ama ilki hazırlıksız yakalandığım bir süreçti. O yüzden belki de beni kötü etkiledi. Ben hakikaten depresyonumdan çok şey öğrendim.
İkinci çocuk yapma karar sürecini ve hamilelik sürecini nasıl yaşadınız?
Zannediyorum benim gibi hayatını hep iş yaparak yaşamaya alışkın kadınlar için, evin dışında da üretmeye alışkın kadınlar için en zoru ilk hamilelik. Çünkü en büyük dönüşüm orada. Bekar, başına buyruk, istediğim zaman istediğim yere giderim. Ruh halimin kırıldığı yer birinci hamilelik. Ben kendim için radikal dönüşümümün ilkinde olduğunu düşünüyorum. O bana çok şey öğretti. Öğrendiklerimle ikincide hem hamilelik sürecini, hem loğusalık sürecini çok daha yumuşak ve rahat yaşadım.
İkinci çocuğu eşiniz mi, siz mi istediniz? Şehrazat Zelda, kardeşini, Emir Zahir’i nasıl karşıladı?
İkinci çocuğu ben istedim. Kızım iyi karşıladı, çok da eğleniyorlar beraber. Aralarındaki sevgiyi de görüyorum ama kıskançlık da oluyor. Kıskançlık herhalde bu işin olmazsa olmazı. Ben tek çocuk büyüdüğümden bazı şeyleri bilmiyorum. Bu benim için de bir öğrenme süreci.
Gelelim Aşk’a... Kitabınız hangi dönemde oluştu? İkinci hamileliğiniz sırasında yazmaya başladığınız doğru mu?
Tabi tabi, hamileyken başladım. Hamilelik boyunca da kitabın önemli bir kısmını tamamlamıştım, doğuma denk geldi.
Hamileliklerde yaşanan duygusallık bana göre kitabınıza yansımış. Siz ne diyorsunuz? Özellikle Ella’nın birden duygusallaşması, evini terk etmeyi göze alması... Mevlana ve Şems’in aşkı arama yolunda verdikleri çabalar ve aşka koşmaları da... Yazar sanki o karakterlere bürünmüş gibi geldi bana.
Olabilir. Öyle düşünmedim ama olabilir. Her karaktere bürünebilirim. Bunu yapıyorum da yazarken. Tabi ki bazı karakterleri daha çok benimsediğim, hissettiğim oluyor. O anlamda mutlak bir eşitlik söz konusu değil.
Sözlerinizden hemen, Tebrizli Şems’i çok benimsediğinizi çıkarıyorum...
Tabi ki, orada gönülden bir his var, bir bağ var. Ama ben kitaptaki kötü gibi görünen karakterlerimi de severek yazıyorum. Severek yazmak ve bu işin püf noktalarından, bir tanesi de hissederek yazmak. Karakterlerini aşağılamamak, yargılamamak, küçümsememek yazarken... Ben kendimi daha bir yatay eşitlik içerisinde görüyorum onlarla. Tek tek oyunculuk gibi her bir karakterin etine kemiğine bürünerek, o olarak, o bölümü yazıyorum.
Tasavvufa ilginiz üniversite yıllarınızda nasıl başladı? Sizi yönlendiren nedenler neydi? Bir ışık, bir insan, bir olay gibi...
Bu işin kişisel bir arayış olduğunu düşünüyorum. Bu arayışı yüreğinde hisseden insanlar var. Bir de hissetmeyenler var. Hissedenler birbirlerinin ne dediğini anlıyor aslında. Herkes farklı kapılardan girebilir o binaya, o saraya. Benim özelimde kapı; kitaplar oldu. Hayatla bağını büyük oranda kitaplar üzerinden kuran bir insanım. Belki normali de buydu. Bu konularda okumayı sevdim. Tezimi bu konuda yazdım. On altı sene oldu, benimle beraber gelen bir serüven. O anlamda, tasavvuf hep hayatımın önemli bir parçası oldu.
Şems-i Tebrizi ile Mevlana’nın arasındaki aşkın ulvi aşk olduğunu oya gibi işlemişsiniz. Aralarındaki aşkın farklı boyutta aşk olduğunu ileri süren araştırmacılar da var. Hatta Kimya ile Şems’in aynı yatağa girmemesini, Mevlana’nın karısıyla ilişkisinin kesilmesini Mevlana ile Şems’in arasındaki cinsellik noktasına bağlayanlar da var.
Öyle işledim çünkü ben bu aşkın manevi ve ruhani bir bağ olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugün bizim zihinlerimiz ne yazık ki, çok önyargılı, perdeli ve tartışmalarımız çok arızalı. Onun için bence onlar çok güzel insanlar. Şems de öyle, Hazreti Mevlana da öyle. Başka bir düzlemde konuşmak lazım. O düzlem de bana göre manevi düzlem.
“Aşk” roman olmanın ötesine geçmiş sanki, siz ne diyorsunuz?
Ben karakterler üzerinden mesaj vermeye çalışmıyorum. Ben o karakter oluyorum. O karakter öyle yaşıyor, ben de onu öyle yazıyorum. Onun için çok büyük anlamlar da atfetmiyorum kendi yazdıklarıma. Ben her iki insanın da Müslüman alimler olduğunu düşünüyorum. Bu demek değil ki başka dinden insanları dışlıyorlar. Hiç öyle değil, tam tersinedir. Bu yüzdendir ki hala bugün Mevlana’yı büyük bir aşkla konuşuyoruz.
Aşk’a bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Yeterli midir?
Elbette gönül ister ki, daha çok insan kitap okusun. Devamlı Türkiye’de kimsenin kitap okumadığından şikayet ediliyor. Bence Türkiye’deki edebiyat okuru çok iyi bir okur. Önemli bir kısmı da kadınlardır. Bunlar da farklı yaş gruplarından, farklı kültürel kesimlerden, farklı eğitim seviyelerinden gelen kadınlar ve kitapla ilgili bağları çok duygusal.
Kitaba bağlanmak mı, yazara bağlanmak mı?
İkisi de oluyor. Ama güzel olan şu, okur sevmişse kitabı, yengesine veriyor, komşusuna veriyor, yani kitap elden ele geçiyor. Aslında biz hiçbir zaman gerçek okur sayısını bilmiyoruz. Bir de bunun üzerine korsanı ekleyin. Her zaman bu rakamlardan çok çok daha fazla kitap okunuyor Türkiye’de.
Evlisiniz, iki küçük çocuğunuzla, sükunet ve düzenli çalışmak isteyen yazarlığı bir arada nasıl yönetiyorsunuz?
Zorlukları var tabi. Çünkü roman da bir çocuk gibi, yazarken inanılmaz bir şevk istiyor insandan. Emek, ilgi, özen, şefkat, aşk istiyor. Onun için de dengeyi tutturmakta zorlandığım zamanlar oluyor. Çok şükür “Aşk”ı yazarken biraz daha iyi öğrendim o dengeyi bulmayı. Çocuklarınızla zaman geçirdiğinizde yazıyı ihmal ettiğiniz için suçluluk duyuyorsunuz. Yazarken de çocuklarınızı ihmal ettiğiniz için suçluluk duyuyorsunuz. Bence anneliğin önemli bir kısmı suçluluk duygusu. Babalar bunu hissetmiyor, bu da çok sinirimi bozuyor. Bir tür rahatlık içerisindeler.
Elif Şafak’la kısa kısa
• “Aşk” iki dilde dört kez yazılmış.
• Yazar, kültürler arası ve diller arası gidip gelmeyi sevdiği için, dili sevdiği için “Aşk” önce İngilizce yazılıp Kadir Yiğit Us tarafından Türkçe’ye çevrilmiş.
• Gri kapaklı “Aşk” okurlardan gelen yoğun dostane istek sonucu gereklilikten çıkmış.
• Yazar, Habertürk Gazetesi’nde Pazar günleri hafta sonu sohbetleri yazıyor.
• Farklı okur kesimleriyle buluşmaktan keyif alıyor. Bir edebiyatçının da kendini bir adrese, bir kategoriye, bir kimliğe sokmaması gerektiğini düşünüyor.
• Elif Şafak evinde yemek yapmıyor ve yapamadığını bu konuda beceriksiz olduğunu söylüyor. Fakat yemek kültürünü, kokusunu seviyor ve önemsiyor.
• Türkiye’de yeterince evlat edinme kültürünün gelişmemiş olmasını da üzücü bulduğu için üçüncü bir çocuk evlat edinmeyi düşünüyor.
• “Yazı benim için bir zamk. Benim parçalarımı bir arada tutuyor.” diyor.
• “Bugün görece, daha rahat koşullarda yazabiliyorsam, yaşayabiliyorsam bunu benden önceki kadın yazarların varlıklarına borçluyum.” diyor ve birçok kadın yazara vefa borcunun olduğunu söylüyor.
Hazırlayan: Hatice Özbay
Fotoğraf: Pınar Eslek
anneyiz.biz
|